01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 12 OCAK 2014 / SAYI 1451 Konserler için yollara düşüyorum Murat İlkan Türkiye’deki heavy metal âleminin tartışmasız en büyük isimlerinden. Pentagram günlerinden sonra yaşadığı hastalık, onunla mücadelesi ve geri dönüşü ise ayrı bir serüven. İlkan hastalık sürecinde yaşadıklarını yeni albümü “Fanus”a yansıtmış. Saf ve hesaplaşmalarla dolu albüm yüzde yüz Murat İlkan. Açılış şarkısı da bir dönüş çığlığı; “Yeni bir başlangıca, yeni bir uyanışla, yeni bir haykırışla, tekrar yine merhaba!” P entagram, Türkiye’deki heavy metal müziğin amiral gemisiydi grubun 15 yıllık efsane vokali Murat İlkan’ın 2010 yılında MS hastalığına yakalanması da en büyük kırılmaydı. İlkan hastalığını fark ettikten bir süre sonra gruptan ayrıldı ve tedavisine yoğunlaştı ama bu onun Türkiye’deki heavy metal kahramanlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmedi. Geçen yıl albümün çalışmalarında buluştuğumuzda bunları yazmıştım. İlk kayıtların tadı damağımda kalmıştı ve beklenen gün geldi, Murat İlkan’ın yeni albümü “Fanus” raflarda. İşte albüm ve İlkan cephesinden son gelişmeler. Geçen yıl buluşup albümün ham halini dinlediğimden bu yana tadı damağımda kalmıştı “Fanus”un. Şimdi rafa çıktı. Biraz geç oldu, senin dinlediklerin de demo halleriydi. Geçen yıl kadromda çok eleman değişiklikleri yaşadık. Tabii herkesin beklentileri ve idealleri bir olmuyor. Aynı hayali paylaşmak ve onun için çalışmak kolay değil. Zaten geçirdiğim rahatsızlık da hızlı ilerlememe engel oluyordu. Herkese “Hayat”ı müzikle anlatıyor M üzik sektörüne alternatif tarzda albümler sunan On Air Yapım’dan çıkan Tarkan Karakaya’nın ilk solo albümü “bir albatros uçuşu HAYAT” müzik raflarında yerini aldı. Tarkan Karakaya, 27 yıllık bir birikimin ürünü albümünü, hayatındaki önemli kişilerin trajik ölümleri sonucunda doğan bir “Hayat” dokunuşu olarak, dinleyenlerin beğenisine sunuyor... Müziğini, hayatın içinde bir derdi olanlarla buluşmayı düşünerek yaptığını söylüyor Karakaya. Peki o kim mi? 1968’de doğan Tarkan Karakaya’nın çocukluğu, Üsküdar Paşalimanı’nda geçmiş. Müziğe olan ilgisi ona denizci babasından miras. Okul yıllarında gitar çalmaya başlamış. Sonrasında İstanbul Radyosu Gençlik Korosu’nda eğitim almış... “Hayat” şarkısını yazmaya 1986’da başlamış Karakaya; 1986’da, 18 yaşındayken babasının çalıştığı Türk bandıralı petrol tankeri (Atlas–1) Basra Körfezi’nde İran jetleri tarafından vurulup da babası şehit olunca... 2001’de yakın dostu Yavuz Çetin’in vefatıyla bir parça daha eklenmiş “Hayat”a. Son noktayı koymasıysa yakın dostu kaptan Hayrettin Uzun’un vefatıyla olmuş. Albümde kendi yazdığı dokuz besteyle ikisi Albatros’u beraber kurduğu dostu Levent Baktır’a ait 11 parça bulunuyor. l de ben uyum sağlayamıyordum. Tüm bunlar beni yavaşlattı ama şimdi buradayım! Şu an kadro kimlerden oluşuyor? Gitarda Erdem Karaman, klavyede ALİ DENİZ Mesut Uçar vardı USLU kayıtlarda ama şimdi İlkay Boyar var, basgitarda Erdem Ulubaş ve davulda da kardeşim Aykan İlkan. “Sen ve Ben”de kemanıyla Ilgın Ayık eşlik ediyor. Bu kadro ile konserlerde olacağız. Yeni albüm progresif rock. Sözel olarak yoğun ama umutlu melodilere sahip. Sizdeki yeri nedir? Progresif rock güzel bir döngüye sahip. Yani kaçsanız da sizi yakalıyor ve yakalandığınız zaman bırakımıyorsunuz. Ben de bu müzikle büyüdüm. Zamansız bir müzik, modası da yok yüzden. “Fanus”ta da Rush, Dream Theater ve Queensryche izleri var. Mazide Türkiye’nin heavy metal efsanesi Pentagram var. Siz vokaldeyken en parlak günlerini yaşadık grubun. Belki karşılaştırmak doğru değil ama yeni albüm farklı yerde. Nedir derdi? Pentagram’da çok güzel günler yaşadım, biz bir araya geldik ve Pentagram’a ruhunu veren müziği yarattık. Dev konserler verdik, binlerce insan şarkılarımızı hep bir ağızdan söyledi. O günleri unutmam mümkün değil. Solo albümde ise kendi çizgimden yol aldım. Hep aklımda olup da yapamadıklarıma sarıldım. Çok saygı duyduğum Pentagram’la bana bunu yapma fırsatı vermiyordu. Açılış şarkısındaki “Yeni bir başlangıca, yeni bir uyanışla, yeni bir haykırışla, tekrar yine merhaba!” mısraları albümün ruhunu ve mesajını veriyor. Bir dönüş çığlığı gibi? MS hastalığına yakalanmam, durumu kabullenmem ve onunla yaşamayı öğrenmem zaman aldı, zor günler geçirdim. Kendimi çok yalnız hissettim, albüm kapağında da bu ruh var. Fanusun içinde bir ağaç, izole edilmiş... Etrafında ise yıkılmış, harap olmuş bir dünya var. Şarkıları yazarken hepsi döküldü içimden, bu kırgınlık değil, sadece şaşırma, çok şaşırma... Çok samimi bir çevreniz var sanırken çoğu yalnızca “merhaba”dan ibaretmiş meğerin farkına varıyorsunuz. Bu arada hastalıkla aranız nasıl, mucizevi bir iyileşme süreci yaşamıştınız? Bir buçuk yıldır atak geçirmedim, bu çok mutlu ediyor beni. Umarım bir daha da hiç geçirmem. Bedenim kendi kendini onarıyor yavaş yavaş. İyileşmemi seyretmekten zevk alıyorum. Moralim yüksek, eskisi gibi üzülmüyor olanlara. Hayatı hafife almıyorum ama kafam artık daha rahat, takmıyorum pek! Türkiye’de bir vokal sıkıntısı var, vokal denince de Murat İlkan hep ayrı bir yerde duruyor. Bu da değişmeyecek gibi? Estağfurullah, bence başarılı vokaller var, ben de kendi tarzımda iyi bir yerdeysem ne mutlu bana. Peki, “Fanus”un konserleri ne zaman başlıyor? Şubatta konserle dönüyorum, yollara düşeceğiz yani. Bu arada albüme akustik bir sahne de çok yakışır. Var mı kafanızda öyle bir şey? Turneye çıkarken de konserleri iki farklı sahne ile yapmak istiyorum. Hem normal hem de akustik konseptimiz olacak. Gideceğimiz yerlere göre bunları organize edeceğiz. Zaten akustikten hiç kopmadım, hep büyük keyif aldım. l [email protected] Ten, mekân ve duyular arasında Fotoğraf sanatçısı Dilek Öztürk, İnside Outside projesiyle, sübjektiflik kavramını derideki izler üzerinden ele alıyor. TÜRKÜ ŞAHİN D ilek Öztürk farklı mecralarda karşımıza çıkan bir fotoğraf sanatçısı. Yaptığı seyahatler kendisi için hem içsel bir keşif, hem de projeleri için görsel birer kayıt niteliğinde. Aynı kendi röntgenlerini çekmek için masaya yattığı Inside Outside projesi gibi... Sübjektiflik kavramını derideki izler üzerinden ele aldığı seriden seçmeler geçen hafta Art Basel Miami’de sergilenirken, Öztürk sıradaki sergisi için hazırlanıyor. Seni aynı anda birçok yerde görüyoruz ve yavaş yavaş ismini duyar olduk. Ne gibi çalışmalar yapıyorsun son dönemde? Yoğun ama keyifli bir programım var. Bir mimarlık ve tasarım dergisinin editörlüğünü yapıyorum, üniversitede tasarım üzerine teorik bir ders veriyorum, çeşitli gazete ve dergilere yazı yazıyor, bir yandan da bireysel fotoğraf projelerimi sürdürüyorum. İşim nedeniyle sık sık seyahat etmekteyim. Seyahatler hem dinlenmek için bahane oluyor, hem de yeni fikirler, projeler doğuruyor. Bir de yeni bir online fotoğraf projem var blog formatında. İsmi İstanbul InBetween (istanbulinbetween. com) İstanbul Bienali’ne paralel iki sergiye katıldın. Yoğun bir dönemin ardından nasıl geri dönüşler aldın? Bu güz dönemi benim için yoğun geçti ama şimdiye kadar biriktirdiklerimi sergileyebildiğim, verimli bir dönem oldu. Olumlu geri dönüşler aldığımı söyleyebilirim. İki proje de özeldi benim için. “Insideoutside” 2010 yılında tamamladığım bir seriydi. Sergilenen diğer projem de, son iki yılımı kapsayan bir süreçti: 637 gün, 91 hafta, 21 ay, 44 şehir ve 11 ülke boyunca tuttuğum tesadüfler günlüğü… Evet, çalışmalarından incelediğimiz kadarıyla genelde yollarda geçen bir hayatın var. Bu süreci analog olarak kayıt altına alıyorsun, öyle değil mi? Evet. Manuel güzeldir. Dijitalin getirdiği artılar da var elbette ama ben film ile çalışmayı daha çok seviyorum. Seyahate çıktığımda yanıma analog makinelerimi alıyorum. Bir yerden bir yere yetişmeye çalışırken çekim yapmayı seviyorum. Kayıt altına alma güdüsü bu bana kalırsa, ama zamanla çok daha seçici olduğumu fark ediyorum. “Insideoutside” serisi için nereden yola çıktın? Bu projenin altında, insan bedeni için farklı bir estetik arayışı ve bu arayışın tenin içinde ve dışında farklı şekillerde form bulması yatıyor. J. G. Ballard, Atrocity Exhibition kitabında “Anatomik Sanat” kavramından bahseder. Bedeni bir kit olarak ele alır. Cinsel arzuyu da sanki otopsi masasına yatırılması gereken bir şeymiş gibi inceler ve vücudu başka hallerde görmek için duyulan arzudan bahseder. Bu hallerden yola çıkarak katmanlılık ve gerçeklik arasında, kişisel ve medikal bir estetik arayışında doğdu bu çalışma. Deri bir yönüyle insanın en dışsal gerçekliği. Derinin üstü çok subjektif, kişisel izlerin okunabileceği bir yüzey. Tüm sübjektifliğine karşın, altında katı bir strüktür var. Bir günde 15 röntgenimi çektirdim bu proje için. Sonrasında röntgenlerle 1/1 ölçekte kendi portrelerimi çektim. Katmanlılık, süreçte de kendini belli eden bir şey oldu. Süreç zorlayıcı, ama bir o kadar da güçlüydü. Bu projenin ikinci bir fazı da oldu sanırım… Evet. İlkinde deri ve iskelet olmak üzere iki katman vardı. “Skinalike”ta ise konuyu biraz daha kişiselleştirmek istedim, daha estetik duruşlar ve güçlü ifadeler var bu seride. Deriye ek bir form, dokunuş ve renk elde etmek için kumaş devreye girdi. “Giysi derinin bir uzantısı olabilir mi?” sorusuyla yola çıktım ve bu, iskelet ve deri ikilisine üçüncü bir katman oluşturdu. Röntgenlerin bir nevi hammadden oldu diyebilir miyiz? Öyle de diyebiliriz. Üzerine yeni şeyler ekleyebileceğim bir altlık var elimde diye düşünüyorum. Yeni şeyler birikebilir, tamamen bambaşka bir şeye de dönüşebilir. Bu açıdan bakınca yaptığım şeyi fotoğraf olarak da tanımlayamıyorum tabii. Tanımlamaya da çok gerek yok sanırım. Kendimi ifade edebildiğim bir temsil alanı olarak adlandırmak yeterli olacaktır. Insideoutside serisi nerelerde sergilendi? Geçen ay İstanbul’da Sevil Dolmacı’nın küratörlüğünü yaptığını “Deneme III: Hâlâ Buradayız” isimli sergide Ren Art Galeri’de sergilendi. Yurtdışında Türkiye’de olduğundan daha çok ilgi gördü diyebilirim. Birçok gazete ve dergide yayımlandı. Bu serideki otoportrem uluslararası bir organizasyonun yarışmasına davet edildi sergilenmek için ve geçen temmuz ayında New York’ta See.me Galllery’de sergilendi. Son olarak da 38 Aralık tarihleri arasında SCOPE Art Fair kapsamında ArtBasel Miami’de yer aldı. 2007 yılında gerçekleştirdiğin şehir fotoğrafları serisinde de katmanlılık hâkimdi, öyle değil mi? Evet, orada daha teknik bir katmanlılık söz konusu. Watercolored city serisinde kentin en grift noktalarını çizgiroman kitabı havasında işledim. Mekânlara olan ilgin nereden geliyor? Bazen bir mekân gördüğümde neden fotoğraf çekmeye başladığımı anlıyorum. “A Space inbetween” bana en çok bunu hissettirdi. Dünyanın farklı yerlerinde ve farklı zamanlarda, neresi olduğu belli olmayan mekânlardan görüntüler biriktiriyorum. Bu mekânların peşinden koşmak için bu yaz bir Sovyet seyahati yaptım. Rejimin kentsel mekâna yansıması, aynı dili konuşan imgeleri üst üste görmenize neden oluyor. Bizim hiçbir dönemimiz gibi değil, benzetemiyorum. Ama beni çeken bir şeyler var orada. Biraz Alman estetiği, biraz Sovyet sterilliği. Mekânlar, ister istemez orada bulunduğum zamanlar arasında kıyaslamalar da yapmamı sağladı. Mekânın hafızası olağanüstü bir şey. Buna kişisel hafızanızı da eklemek; yeni kayıt mecraları doğuruyor. Tesadüflerle ilgili bir çalışman varken... Tesadüfler ne kadar tesadüfidir sence? Tesadüfler başımıza geliyor gibi dursa da altbeynimizle birçoğunu biz teşvik ederiz aslında. Ben böyle bir tesadüfler günlüğü tuttum, son sergilenen projem bununla ilgiliydi. Zamanlararası kıyaslamalar, karşılaştırmalarla geçici tatminler ya da tam tersi hayıflanmalar... Bir sene önce nerede nasıldım ile, şimdi nerede, nasılım’ın kıyası ve kayıtları. Son dönem çalışmalarında neye odaklanıyorsun? Mimarlık ve hisler. Çok kısa ve özetle söylemem gerekirse bu, mekânın tensel hissi… Kendini daha az cümleyle anlatabilmek için daha uzun bir zaman gerekiyor. Benim şimdiye kadar yaptıklarım ve geldiğim nokta beni bu iki kavram arasında bir üretim sürecine itti. Önümüzdeki mart ayında ise ilk kişisel sergimi açacağım. Orada bahsettiğim çalışmaları görme şansınız olacak. l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle