22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 24 OCAK 2010 / SAYI 1244 ‘Yemek’e davetlisiniz Bugünlerde yolu Karşı ZÜLAL KALKANDELEN Sanat'a düşenler, galeriden bir açlık hissiyle çıkıyor. Sucuklu yumurta, kuru fasulye, çorba, pide, sebzeler, kebaplar... Karşı Sanat'taki sergide fotoğraf, enstalasyon, resim, videolar hep yemek üzerine. “Yemek” sergisi 30 Ocak'ta bitecek. Ancak devamı var. İkinci sergide, yemek varlık, yokluk ve yoksullukla bağlantılı olarak işlenecek. ESRA AÇIKGÖZ Kitap insandır eçen hafta birkaç günü kar fırtınası altındaki Berlin’de geçirdim. Kenti esir alan soğuk hava dalgası, öylesine güçlüydü ki, bende istem dışı titremeye yol açtı. Bir yerde okumuştum; insan, bir kenti sağanak yağmur altında görürse, orayı daha zor unuturmuş. Yaşanan güç koşulların etkisinden olsa gerek... Bilim açısından ne derece geçerli bir bilgi tam emin değilim; ama bu doğruysa, aynı mantığı yürüterek, benim Berlin’i unutmamın hiç mümkün olmadığını söyleyebilirim. Gerçekten de, kar fırtınası ve dondurucu soğuk, orada geçirdiğim günleri hafızama kazıdı. Ama Berlin’i daima hatırlamamı sağlayacak asıl faktör başkaydı. Öyle etkileyici bir anıt gördüm ki, tam anlamıyla sarsıldım. Herkesin kendini eve kapadığı bir gün, ben kendimi sokağa atıp Bebelplatz’a gittim. Humboldt Üniversitesi, “Alte Bibliothek” adlı eski kütüphane, tarihi opera binası ve St. Hedwig Katedrali’nin yer aldığı geniş bir meydan Bebelplatz. Bugünkü ismi, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kurucularından August Bebel’in soyadından geliyor. Ancak 1911 ile 1947 tarihleri arasında Avusturya İmparatoru’nun adı verilerek “KaiserFranzJosefPlatz” denmiş buraya. 17411743 yılları arasında inşa edilen meydan, kim bilir neler gördü, neler geçirdi yüzyıllar boyunca?.. Onca olay arasında en unutulmazı 20. yüzyılda yaşanmış olmalı ki, çok sade ama müthiş çarpıcı bir anıtla simgeleştirilmiş o an. Anıtlar, her zaman iyi ya da güzel olanı hatırlatmıyor ne yazık ki... Bebelplatz’daki anıt da, tarihin en büyük utançlarından birisini ölümsüzleştirmiş. Micha Ullman adlı sanatçı, 10 Mayıs 1933’te Nazi gençlik örgütünden öğrencilerin gerçekleştirdiği kitap yakma olayını, herkese ders olması için, bu anıtla gelecek kuşaklara aktarmış. Meydanın ortasındaki taş zeminde, kenarları çerçevelenmiş, kare şeklinde transparan bir panel görüyorsunuz. Merak edip yaklaşınca, yerin altında bir kütüphaneyle karşılaşıyorsunuz. Fakat beyaz bir ışıkla aydınlatılan beyaz renkli kitap rafları bomboş... 1933’te, gençlerin, Nazilerin yasakladığı ve kütüphanelerden toplanan kitapları yakışını simgeliyor bu raflar. Aslında yakılan 20 bin kitabın sığacağı kadar geniş bir kütüphane var yerin altında... 77 yıl önce ateşe verilen o kitaplar arasında August Bebel, Bertolt Brecht, Karl Marx, Heinrich Heine, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın da kitapları vardı. Sözcükler kül olup giderken, büyük bir kalabalık da olan biteni izlemişti... Anıt çevresinde şair Heinrich Heine’ın çerçeve içine alınan şu sözü dikkat çekici: “Sonunda, insanlığı da kitapları yaktıkları yerde yakacaklar.” Heine, bu sözü 1820’de söylemiş. Onun 19. yüzyılda öngördüğü felaket, 20. yüzyılda gerçekleşti. Naziler, kitaplar gibi insanları da yaktı... Ama düşünceler ölmedi... Humboldt Üniversitesi’nin öğrencileri her yıl 10 Mayıs’ta bu utancı hatırlatmak için aynı meydanda kitap satışı düzenliyor. Herkes istediği kitabı alıp okuyor! Bugün 21. yüzyılda hâlâ kitap yasaklayanların, gidip o anıtın çevresinde biraz zaman geçirmesini dilerim... G G Feyyaz Yaman, Yalçın Karayağız ve Taner Güven, “Yemek” sergisinde (soldan sağa). Fotoğraf: VEDAT ARIK www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com uru fasulye, kelle, pide, karnıyarık, çorba, kebap, turşu... Merak etmeyin bunca yemeği bir restoranın reklamını yapmak için yazmadık. Aksine, on yıldır yüzlerce sergiye ev sahipliği yapmış Karşı Sanat’tayız. Bir sanat galerisinin bu yemeklerle işi mi ne? Karşı Sanat’taki “Yemek” sergisi sayesinde bütün bu besinler artık başrolde. Ortada bütün canlıları barındıran bir “Nuh’un çorbası” enstalasyonu, karşısında zeytin ve peynirden oluşan bir “Tanrı Misafiri” heykeli, sadece kokusu eksik kalan bir “sucuklu yumurta” resmi, kısacası Karşı Sanat’ın dört yanında yemek var. Sergiyi gezmek için elinizi çabuk tutun, 30 Ocak’ta bitecek. Söz, artık serginin düzenleyicileri ve sanatçıları Taner Güven, Yalçın Karayağız ve Feyyaz Yaman’da. Yemek sergisinin fikri nasıl gelişti? Feyyaz Yaman: Zeki Coşkun’la bir yıldır yemek, yemeğin pornografisi üzerine konuşuyorduk. Yemek çok görselleştirildi. Statüko alanı yaratıldı. Yalçın’ın bu konuda sergi hazırlığında olduğunu öğrenince ilk ayağını bu şekilde düzenledik. Serginin ikinci ayağı da olacak. Taner Güven: Bu sergi, sanatın öznesi olarak yemeğin ortaya konulması açısından Türkiye’de ilk. Ayrıca eserlerin satışa açık olması da Karşı Sanat’ta ilk defa yaşanıyor. Yalçın Karayağız: Bir şeyler gerçekleştirmek için çalışan beş kişilik bir grubuz; ben, Feyyaz Yaman, Zeki Coşkun, Emre Zeytinoğlu ve Taner Güven. İlk sergide amaç, insan egosunu dışarı alıp, yemeğin kendisini görsel, imgesel olarak ortaya koymak. Gerçi yemeğin kendisinde de politik bir cümle var. Sergideki işlerde ıstakoz yerine kuru fasulye, sucuklu yumurtanın bile olması politik bir söylemi yansıtıyor aslında... K F. Yaman: Tabii, hepsinin bir alt okuması var. Mesela, Nnaco/Ertuğrul Doğan, Kaan Yüceil, Tolga Yüceil’in “Sucuklu Yumurta” video çalışmasında intiharın eşiğinde bir adam sucuklu yumurta dendiğinde hayata dönmeye karar veriyor. Yemeğin gücünü çok iyi gösteriyor. Selahattin Yıldırım’ın “Son Yemek” eserindeki şölen sofrasının karşısına, İrfan Önürmen’in peynir ekmekten oluşan “Tanrı Misafiri”ni koyduk. Y. Karayağız: Sanatçılara, Türkiye’deki sınıfsallığı düşünerek işler dağıtmadık. Onları özgür bıraktık. Sanatçılar mütevazı, orta ve alt sınıfın da ulaşabileceği yemekleri çok daha eşitlikçi bir tabakta sunmaya, daha çok birleştiren unsurlar üzerine gitmeye kendileri karar verdi. Açılışa arabasıyla nohutpilavcı getirdik. Dar gelirli vatandaşların ulaşabileceği istavrit ve hamsi servisi yaptık. Yani üstü örtülü olsa da bir politika söz konusu. Ancak ana cümlemiz sadece figüran olan yemeği başaktör olarak koymak. Bunu resim, heykel, enstalasyon, video gibi farklı disiplinden sanatçılarla yapmışsınız. Y. Karayağız: Sergideki 37 kişi de birbirini iyi tanıyor. Duyan katılmak istedi. Her dal da bu konuyla ilgili söz söylenebilir. Her işin, sanatçının kendine özel hikâyesi var. Ya sizin hikâyeleriniz? Y. Karayağız: “Sucuklu Yumurta” resmi yaptım. Çok bize ait bir şey. Yıllar önce bir arkadaşım, daha Batı aklıyla oluşturulan bir sergi için spagetti yapmamı istedi. İstediğim bir eser daha yapmak kaydıyla kabul ettim. Bir de, kaşık ve bıçak resmi yaptım. Hıristiyan ikonografisine, emeği tüketen nesnelere göndermeydi. O zamandan beri tamamen bize ait olan üçüncü bir iş yapma fikri vardı. Yumurta dünya kültürlerinde var, ama onlar genelde sosisli yiyor. Sucuk daha bize özgü. En zorda kaldığımız anda, kısıtlı imkânlarımızla, çok hızlı bir şey yapmamız gerektiğinde başvurduğumuz kurtarıcımız, sucuklu yumurtadır. T. Güven: Resmimin adı, “Ortaya Karışık”. Paylaşıma vurgu yapmak istedim. Çünkü bir yere gittiğimizde kalabalığın taleplerini karşılaması için karışık istenir. Ayrıca bu Türkiye’deki durumun, kargaşanın da özeleştirisi. Yemek programlarının ekrandan düşmediği, kitaplarının çok satanlar listesinden inmediği düşünülürse, sergiye ilgi nasıldı? F. Yaman: Sergi, biraz da bunu tartışmaya açmak için. Özellikle de ikinci sergi bu politik sorunu daha da çok anlatacak. Bu sergide karın doyurmayı içeren şey, öbür sergide göz doyurmayı, statükoyu göstermek için yemeğin kullanılmasını içeren bir şeye dönüşecek. Günümüzde krizle birlikte ciddi anlamda varoluşçuluk sorunu gündeme geldi; varlığın koşulu olarak, açlık, yoksulluk olarak gündeme geldi. Dünyadaki toplumsal huzursuzlukların en büyük nedeni varlık ve oluş babında açlık ve yoksulluk. G Binlerce güvercin nce “Yüzlerimiz” için bastı deklanşörlere Ege’nin iki yakasındaki fotoğrafçılar; sonra “Su ve Işık” için. Üçüncüsünde “Kavuşma”yı anlattılar kare kare. Bu yıl dokuzuncusu gerçekleştirilecek olan Defne TürkYunan Dostluk Festivali’nin ana temasına paralel olarak Ege’nin iki yakasındaki fotoğrafçılara “Binlerce Güvercin” için deklanşörlere basma çağrısı yapılıyor: “Güvercin barışın simgesidir. Barışı çağrıştırır yüreklerde. Barışın olduğu yerde insanca yaşam başlar. İnsanlığın binlerce yıllık tarihi öğretmiştir ki yaşamın anlamı barış ortamında fark edilir. Ege’nin iki yakasındaki fotoğrafçılara ‘Binlerce Güvercin için basın deklanşörlerinize’ çağrısı yapıyoruz. Barışa, dostluğa, kardeşliğe, özgürlüğe tanıklık etsin kareleriniz.” Türkiye’de ve Yunanistan’da kurulan iki ayrı seçici kurulun değerlendireceği yapıtlara Altın Defne, Gümüş Defne, Bronz Defne ödülleri verilecek. Seçici Kurul’un Türkiye ayağı bu yıl Mehmet Teoman, Sevdiye Kurucu, Şevket Kabasakal ve Celal Başlangıç’tan oluşuyor. İki ülkeden Altın Defne kazanan fotoğrafçılar 12 Haziran’da başlayacak ve dört gün sürecek olan festivale onur konuğu olarak katılacaklar. Ödül alan fotoğraflar da festivalin Türkiye ve Yunanistan’da gerçekleştirilecek bölümlerinde sergilenecek. Sonuçları 10 Mayıs’ta açıklanacak olan yarışmaya son başvuru tarihi 1 Mayıs 2010. Yarışmaya katılmak isteyenler fotoğraflarını dijital olarak “Defne TürkYunan Dostluk Derneği. Ortaklar Caddesi, Ünal Apartmanı No: 7/8 Mecidiyeköy İstanbul” adresine gönderebilirler. G Ö C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle