Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 NEW YORK 27 EYLÜL 2009 / SAYI 1227 Şehrin orta yerinde fena halde moda IŞIK CANSU CANAYAK O rtalama Amerikan insanının giyim zevkine sahip olduğunu söylemek sanırım pek mümkün değildir. Sanırım hemen hepimiz için tipik bir Amerikalı biraz toplu, kot pantolonun altında beyaz spor ayakkabı ile beyaz çorap giyip, muhakkak sırt çantası takan biridir. Genellemeler çoğunluğun vaziyetine göre yapılır ya hani; o yüzden bu tipik Amerikan giyim tarzı imajı doğrudur diyeceğim ben de. Ama yanına bir not düşecegim: New Yorklular bu ülkenin hiçbir “tipik” kategorisine girmiyorlar, o yüzden burda gördükleriniz arasında sıradan bir şey bulmak zor, özellikle de Manhattan adasının aşağısına doğru indikçe. Çünkü o podyumlarda görüp de “Yok artık, bunu da kim giyer, saçma sapan işler” dediğiniz her türlü şeyi giyip gezen niceleri gezer tozar, yazar çizerler orada. Bu “aşağı” ve “uçuk” mahallelere özgü hal ve edalar New York Moda Haftası gelince “yukarıya” çıkıverirler. Bir de bakarsınız ki çok turistik olduğu için aşağılanan ve neredeyse New York olarak görülmeyen Times Square’e taşınıverirler. Çünkü 1993 yılından beri burada, Bryant Park’ta yapılıyor moda haftası. Şehrin tam ortasında, gökdelenler arasındaki bu minicik parkta, hani normalde öğlen yemeği saatlerinde civarda çalışan tüm havalı adam ve kadınların çıkınlarını alıp geldiği, orada yediği. İşte bu park, az önce söz ettiğimiz, içine kurulan beyaz çadırlarla, dünyanın en ünlü, havalı katılımcılarını, alıcılarını, süper modellerini ve elbette modacılarını ağırlıyor, sokaktaki tüm uçuk kaçık takipçileriyle birlikte. 2007 yılındaki moda haftasında dışarıdan bakanlardan biri de bendim. Hiçbir şova davetiyesiz girilemeyeceğinden ve ben de davetli olmadığımdan uzaktan bir şeyler anlamaya çalışıyordum. Sonra ne olduysa oldu ve bir kadın bana doğru yaklaşıp, işinin çıktığını ve onun davetiyesini isteyip istemediğimi sordu. Cevabımı bile almadan elime tutuşturup gidiverdi kâğıdı. Böylece kendimi bir anda içeride buluverdim. İçerde ya da dışarda olmanın ne kadar yalan kavramlar olduğunu, öylesine bir izleyiciyken bir kâğıt parçasıyla sanki başka bir sınıfa atlamış gibi olunduğunu ve buradaki saçmalığı fark etmekle beraber; bir güzel yerimi aldım gitti içeride. Şovun arkasından yapılan partide tüm moda dergilerinin ünlülerden röportaj ya da bir kare fotoğraf almak için yarıştıklarını, modadan çok daha öne çıkan “şöhret olma” kavramını da hayretler içinde izlediğimi hatırlıyorum. Aslında New York Moda Haftası modayı ve moda dergilerini 1950’li yıllarda fazlasıyla var olan Fransız modası hayranlığı ve baskısından çıkarmak için başlatılmış Eleanor Lambert adlı bir moda yazarı tarafından, “Basın Haftası” adıyla. Uzun bir süre muhtelif mekânlarda gerçekleştirilmiş; en sonunda 1993 yılında Bryant Park’ta ve onun beyaz çadırlarında yerini bulmuş ve rahat etmiş sevgili moda. Yani... Times Square ve civarında zaten fazlasıyla var olan kaosun daha da arttığı ve üstüne bir de renklileşip havalılaştığı zamanlar New York’taki moda haftaları. Zamanlar diyorum çünkü bir de ortalığın buz kestiği şubat aylarında yaşanıyor aynı güzel telaş. İnsanların civardaki kaldırımlara sıralanmış ellerinde kameralarıyla beklediği ama aslında bir baksalar sokaktakilerin podyumdakilerden rol çaldığı günler... G cansucnyk@hotmail.com TORONTO “Hamili kart yakinimdir” UĞUR GÜNDOĞMUŞ Paris’in antik tanrıları Paris’in cüretkâr kabaresi “Çılgın At” perdelerini yeniden açtı. Sahnedeki arzular isimli yeni oyun Fransız kareograf Philippe Decoulfe tarafından ortaya çıkarıldı, İranlı moda fotoğrafçısı ve yönetmen Ali Madhavi tarafından yönetiliyor. Hem cüretkârlık hem de arzular “Çılgın At”ın ruhuna uygun iki sözcük. Antik tanrıların biçimine bürünen oyuncular da bu ruhun hakkını sonuna kadar veriyor. B ir iş toplantısı için Toronto’nun 350 km kuzeyindeki North Bay’deyiz. Nipissing Gölü kıyısındaki North Bay, 60,000 nüfusa sahip, küçük, sevimli bir şehir. Akşam yemeğinde şehrin en gözde lokantalarından biri olan Churchills’e gidiyoruz. Duvarlarda İngilizlerin efsanevi başbakanı Winston Churchill’in resimleri, onunla ilgili gazete haberleri var. Yemek öncesi lokantanın barında oturup sohbet ederken, North Bay’li ev sahibimizin yanına biri yaklaşıyor. Tanıştırılırken, bu iyi giyimli beyefendinin şehrin belediye başkanı Victor Fedeli olduğunu öğreniyorum. Birçok Kanadalı gibi, o da adımı telaffuz etmekte zorlanıyor. Türk olduğumu söyleyince, “Ooooo, bu ne güzel tesadüf. Size bir sürprizim var” diyor ve masasına giderek çantasından bir şey alıyor. Yanımıza geldiğinde bana kartvizitini uzatıyor. Teşekkür ediyorum. “Lütfen kartı okuyun” diyor gülümseyerek. Karta bakıyorum. Her şey normal. “Arkasını çevirin” diyor. Arkasını çevirince, kartvizitteki bilgilerin Türkçe olduğunu görüyorum ve ne diyeceğimi şaşırıyorum. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, küçük bir Kanada şehrinde, şehrin belediye başkanının Türkçe kartvizit kulllanmasını pek aklım almıyor. Victor Fedeli’nin Fransızca, Almanca, İspanyolca gibi dünyanın en yaygın dillerinin kullanıldığı başka kartvizitleri olduğuna eminim. Hatta Çinceyi, Rusçayı bile anlarım da Türkçe hiç aklıma gelmez. Sizin gelir miydi? Üstelik, North Bay, diğer Kanada şehirlerine göre çok az göçmene sahip. Şehirde, olsa olsa birkaç Türk aile vardir, o kadar. Durum böyle olunca, Türkçe kartvizit taşımayı düşünecek kadar renkli bir politikacıyla tanışmak, gerçekten ilginç bir rastlantı. Belediye başkanıyla Türkiye, İstanbul ve Toronto hakkında konuşurken, North Bay’li ev sahibimiz seçimlerde başka bir aday için çalıştığından söz ediyor. Şaşkınlığım daha da artıyor. Seçimin ertesi günü seçim rekabetinin unutulması gerektiğini, kazanan adaya destek vermenin en akıllıca şey olduğunu soylüyor bize. Doğru söze ne denir! Sonra aklıma, kısa bir süre önce federal hükümetle ilgili bir işlem nedeniyle yaşadığım bir sorun için bölge milletvekilimize gönderdiğim email geliyor. Gönderdiğim emaile ertesi gün cevap geldiği gibi, bir hafta sonra, işlemin hangi aşamada olduğunu açıklayan bir mektup almıştım. Öyle görünüyor ki, Kanadalı politikacılar, koltukların geçici, yaptıkları işlerin kalıcı olduğunu farketmiş gibiler. O nedenle, onlara oy verenvermeyen bütün seçmenlere aynı mesafede durmaya, partizanlık yapmamaya özen gösteriyorlar. Elbette, böyle düşünmeyen, klasik politikacılar da var muhakkak. Ama, kısa bir süre içinde yaşadığım bu iki örnek, demokrasi adına gerçekten sevindirici. Ertesi gün North Bay’den, Toronto’ya doğru yol alırken kendi kendime soruyorum: Seçmenleriyle iletişime önem veren, partili partisiz herkesin sorunlarına yardımcı olmaya çalışan, ayrımcı değil, uzlaşmacı bir yol izleyen politikacıların bir sonraki seçimlerde kazanma şanslarının yüksek olmasından daha doğal ne olabilir? G ugur@gundogmus.com BRÜKSEL Patates kızartması Belçikalıların! ERDİNÇ UTKU B irkaç gün önce “Dünyanın en uzun patates kızartması Fransa’da kızartıldı” başlıklı bir haber okuyunca Belçika’ya yapılan haksızlığı bir kez daha hatırladım. Fransızlar bu başarıları ile Guinness rekorlar kitabına girecekler. 2002 yılında uzaya giden 2. Belçikalı olma unvanını elde eden Frank De Winne, yeryüzüne ayak basar basmaz “Uzayda en çok bir paket kızarmış patates ve kocaman bir biftek yemeyi hayal ettiğini” söylemişti. 2000 yılından beri Kasım ayı sonu Aralık ayı başında Belçika’da Flaman bölgesinde patates kızartması yemeyi teşvik etmek için “Patates Kızartması Haftası” düzenleniyor ve kızarmış patatese sahip çıkılıyor. Geçen yıl Belçikalı ünlü sanatçıların tasarladığı kızarmış patates çatallarının büyük boyutta yapılanları, çocuk hastaları hastanelerde palyaço olarak ziyaret eden Cliniclowns yararına satılmıştı. 2007 yılının dikkat çeken özelliği ise “Patates Kızartması Şarkısı” (Hit van de Friet) olmuştu. Patates Kızartmacıları Meslek Örgütü Navefri’nin yaptığı bir araştırmaya göre Çin hazır yiyecekleri ve döner rekabetine karşın geleneksel Belçika Patates Kızartması tezgâhları/lokantaları konumunu koruyor. Belçikalıların yüzde 43’ü en az haftada bir kez sevdiği patates kızartmacısında patates kızartması yiyor. Patates kızartması paketlenip götürülen hazır yiyecek alanında ilk sırada yer alıyor. Dünyanın genelde “French Fries” olarak tanıdığı kızarmış patates Fransızlar ile Belçikalılar arasında paylaşılamıyor. Fransızlar friti (kızarmış patates) 19. yüzyılda Paris’te Pont Neuf’de, kendilerinin bulduğunu iddia ediyor. Hatta lüks Fransız lokantalarında kızarmış patatese hâlâ “Pont Neuf” deniyormuş. Belçika’nın en eski yazılı kanıtı ise 1862 yılına ait; Fritz adlı biriyle dul Descamps’ın Liege’de bir panayırda kızarmış patates tezgâhları olduğundan bahsediyor. Kızarmış patatesi ilk bulduğu öne sürülen Fritz’in Fransa’da başarısızlıkla sonuçlanan 1848 Devrimi girişimi sonrası Belçika’ya kaçan Fransızlardan olduğu sanılıyor. Belçikalı tarihçi Jo Gerard, elinde kızarmış patatesin 1680 yılında Maas ırmağı civarlarında keşfedildiğini gösteren kanıtlar olduğunu öne sürüyor. Bu yörenin yoksul halkı sürekli balık yiyormuş. Irmak donunca balıksız kalan Belçikalılar patatesleri balık şeklinde kesip kızartmaya başlamış. Kızarmış patatese French Fries denmesi konusunda da rivayetler var. Bunlardan birine göre 1. Dünya Savaşı’nda Belçika’ya gelen Amerikan askerleri burada kızarmış patatesle tanışmışlar. Büyük çatışmalar Belçika’nın Fransa sınırındaki kenti, Fransızca konuşulan Ieper’de yapıldığı için de askerler kızarmış patatese French Fries demişler. Başka bir açıklamaya göre de İngilizcede “to french”, uzunlamasına parçalara kesmek anlamına geliyormuş (en azından eskiden). “Frenched beans” dendiği gibi aslında kızarmış patatese “frenched and fried potatoes” demek yerine kısaca French Fries denmeye başlanmış. 310 bin metrekarelik yüzölçümüyle üzerinde 7000 ile 8000 arasında fritçi bulunan Belçika, dünyada fritçi eğitimi veren ve frit müzesi bulunan ilk ülke olma özelliğine de sahip. G erdincutku@binfikir.be BİŞKEK Köroğlu Operası OSMAN KARAKAŞ K ırgızistan’ın başkenti Bişkek’te bir süredir ilginç bir proje hayata geçirilmeye çalışılıyordu. TÜRKSOY tarafından hazırlanan ve Türk dünyasından çeşitli sanatçıların görev aldığı proje çerçevesinde Köroğlu Destanı opera olarak sahnelenecekti. Opera ve Bale Tiyatrosu’nda sürdürülen hazırlıklar 9 Eylül gecesi meyvesini verdi. Gösteri büyük beğeni topladı. Projenin başında Azeri ünlü opera bestecisi Üzeyir Hacıbeyli var. 250’den fazla sanatçının görev aldığı bu önemli proje, eylül ayı boyunca Almatı, Ankara ve Baku’da sahnelenecek. Köroğlu Destanı her ne kadar Türkiye’de Bolu şehrinde geçse de Türk dünyasının ortak kültürlerinden birisi. Nasreddin Hoca ve Dede Korkut gibi. Her bölgede farklı anlatımları var. Ancak ilk kez Köroğlu destanı opera şeklinde sanatseverlerin huzuruna çıkıyor. Bu sanat adına ve ortak değerler adına önemli bir çalışma. Uzun yıllar önce Dede Korkut tiyatrosunu Türkmenistan’ın Başkenti Aşkabat’ta izlediğimde farklı duygular yaşadım ve gözlerim yaşardı. Farklı bakış açısı ve profesyonel bir kadronun oyunu, konuya uygun dekor, kostüm ve efektler sunuma ayrı bir zenginlik katıyor. Malum olduğu üzere eski Sovyet coğrafyasında sanata Türkiye’den daha fazla önem verilmiş geçmişte. Sonucunda da çok değerli ve kaliteli sanatçılar ortaya çıkmış. Sinema alanında ve sporda da olduğu gibi. TÜRKSOY gerçekten ses getirecek bir proje ortaya koymuş. Ancak önemli olan bu büyük gayretin birkaç sunumla sınırlı kalmaması. Nasıl ki projede birçok ülkeden sanatçı görev aldıysa aynı şekilde bu projeyi mümkün olduğu kadar fazla ülkede ve şehirde sunmak ortak kültürel değerlerin yaşatılması adına değerlidir. Türkiye, Soyetler’in dağılmasından bu yana geçen yaklaşık 20 yılda bölgede çok iş yaptığını sanıyor. Gerçek ne yazık ki öyle değil. TRT örneğinde olduğu gibi “kendi çalıp, kendi dinleyen” bir mantıkla ve harcanan paralara bakıldığında önemli bir mesafe kaydedildiği söylenemez. Olaya bir de objektif olarak buralardan bakmak gerekiyor. Başka ülkelerin nerede olduğunu görmek gerekiyor. Ortak projeler öncelikle yörenin insanlarını sonra da Türkiye’yi kucaklayacaktır. Bunun yolu da kültürel ve sanatsal faaliyetlerden geçmektedir. Kendilerini farklı millet ve kültür olarak kabul eden bütün Orta Asya devletleri ve topluluklarının aslında aynı kültür, dil, tarih ve gelenekten geldikleri “ışığını” yakacak projelere ihtiyaç vardır. Türkiye ve Türklerin yaklaşık 20 yıldır en büyük yanlışları ve bizleri onlardan zaman içinde daha da uzaklaştıran cümleleri şudur: “Hayır siz Türksünüz!” 70 yıldır kimliğine kavuşma rüyası gören bu insanlar, bağımsızlıklarına kavuştuklarında karşılarına birileri çıkıp kendilerinin aslında düşündükleri insanlar olmadıklarını, başka millet olduklarını söylüyor. Bu yanlış uzun yıllar yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Dolayısıyla büyük tepki alıyor. Dede Korkut, Nasreddin Hoca, Köroğlu, Cengiz Han gibi isimler altında yapılacak her türlü sanat faaliyetleri ilgi görecek ve devletleri birbirlerine yakınlaştıracaktır. Bu nedenle TÜRKSOY’u kutlamak ve projeye destek verenlere teşekkür etmek gerekiyor. G okarakas@hotmail.com C M Y B C MY B