Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 12 TEMMUZ 2009 / SAYI 1216 Güçlülere kul, güçsüzlere tiran... ADNAN BİNYAZAR evlet adamı, bürokrat, debdebe içinde yaşayan patron; kadını erkeğiyle toplumun hemen her kesiminde, kendini dünyanın odağına yerleştirip çevresindeki herkesi küçümseyen az değildir. Kendini dev aynasında gören bu kişiler, güçlülere kul, güçsüzlere tirandırlar. Onları yargılamak benim işim değil. Ancak despotluklarını hoşgörü perdesi altında gizleme becerisini gösterenlere benim de söyleyeceklerim var. Toplumda kişiliğini yapıntı eklemelerle bezeyip farklı görünmek hevesine kapılanların sayısı onlardan da çok! Öyle ya, farklılık, yaratılışın yasasıdır. Dağ deniz değildir, hava su değildir; ama her varlık birbirinin bütünleyicisidir. Kanıtlanmış bir olgu mudur, öngörülü bir kuramcının varsayımı mıdır; on yedi milyar içinde ancak iki kişinin parmak izi aynı olurmuş. Yalnız, yapıntı eklemeler ile doğal farklılık bir değildir; doğalı yapısaldır; yapıntı ise, dışa vuran bir saplantılar karmaşasıdır. Yaratılıştan gelen farklılıkları bir yana bırakalım; biz gelelim yapıntılara... Sakal ya da bıyıklarına verdikleri ideolojik biçimlerle, boyunlarına taktıkları şallarla farklı görüneceklerini sananlar, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz, kendilerini sanal saplantılarının tutsağı kılıyorlar. Shakespeare, yüzyıllar öncesinden, Othello’da geçen bir dizesinde boşuna, “Öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme!” diye öğütte bulunmamış! Sonraki dizelerde de “Kibir ve gurur bütün saltanatları devirir, alçakgönüllü ol, köhne cüppeni üstüne çek!” diyerek, kendini dünyanın odağına oturtan benbencileri uyarıp, saplantıların kişilik çöküntüsüne yol açtığını vurgulamış. Farklı görünmek bir tür benbenciliktir. Benbencilik ise duygu körlüğüdür. Öyle bir körlüktür ki, benbenci, farklılığın onu tuzağa düşürüp yalnızlığa ittiğini düşünemeyecek denli bilinç yoksunudur. Kendini dünyanın odağına oturtan benbenciler, süs bebeği görünümleriyle bir süre ilgi uyandırabilirler. Bu ilgi, görende alışkanlığa dönüşünce, sabun köpüğü gibi söner. Başka bir benbenci takımı ise, çevresini saranların dolduruşuyla kendisine değer biçer ki, böylelerinin eline yetki geçmesin, ilk fırsatta halk düşmanı kesilirler! Onlar, toplumların dar dönemlerinde, partici, yönetici, köşe tutucu, ortalığı birbirine katan üçkâğıtçı kılığında belirip bir yerlere virüs gibi yerleşirler. Şeytana pabucu ters giydirmekte eşine rastlanmayan bu tilkiler, La Fontaine’in “Karga ile Tilki” öykücüğünde olduğu gibi, hüner ürünü sözlerine şöyle başlarlar: “Ooo! Karga cenapları, merhaba! / Ne kadar güzelsiniz, ne kadar şirinsiniz! / Gözüm kör olsun yalanım varsa. / Tüyleriniz gibiyse sesiniz, / Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın!” Kurnaz, avanağı bulmakta güçlük çekmez. Avanaklar da kurnazların tatlı diline gönüllü aldandıklarından, her çağda, övgüye kapılanlar, övgücülerden çok olmuşlardır. Halklarını kendileriyle birlikte felakete sürükleyenler bu kesimden çıkar. Halk ise, aldatıcılığa kapılmayıp, onların yüzlerindeki kirli maskeyi indireceğine, sanki bu tilkilerin okşayıcı sözlerine, şatafatlı giyim kuşamlarına, atıp tutmalarına kapılmak için yaratılmıştır... Türkiye, şu anda bu dolambacın içinde. Kurtulacak mı? Gelişim yasasında gerileme yoktur; elbette! G Perdede sınır ve ölüm var ESRA AÇIKGÖZ arhoş Atlar Zamanı, Kaplumbağalar da Uçar, Sürü, Votka Limon, Gitmek, Melekler Toprakta Ölür, Fırtına... Farklı ülkelerden, farklı yönetmenlerin filmleri... Çoğu ödüllü. Onları Kürt sineması çatısı altında toplamak mümkün. Kürt sineması ne mi? Kürtlerin dilinde, Kürtlerin hikayelerini anlatan Kürt yönetmenlerinin çektiği filmler olarak tanımlıyor bunu Müjde Arslan. Derlediği “Kürt Sineması: Yurtsuzluk, Sınır ve Ölüm”de uluslararası festivallerde adını daha da çok duyurmaya başlayan, yükselen Kürt filmlerini, yönetmenlerini irdeliyor. Agora Yayınları’ndan çıkan kitap, alanındaki ilk kitap olma özelliğini de taşıyor. Siz aslında hem Kürt sinema izleyicisi, hem ödüllü kısa filmleri, belgeselleri bulunan bir Kürt yönetmen olarak perdenin iki tarafında da yer alıyorsunuz. Sinemayla ilişkiniz nasıl başladı? Kırsalda büyüdüm, 13’üme kadar Mardin’den hiç çıkmadım. Katı kuralları olan bir aileydi, tiyatroya, sinemaya gitme şansını bırakın, kitap okuma olanağı da çok fazla yoktu. Sinemayı bilmiyor, biraz da ayıp ve anlaşılmaz bir aygıt olarak görüyorlardı. Bu biraz da bugüne kadar kendilerini, kendi hikâyelerini orada görememelerinden kaynaklı, o yüzden hep dışarıdan, ürkek bakıyorlardı. Ben de onlar gibiydim. Sinemada ilk izlediğim film, Yüz Yüze’ydi. Üniversiteyi okumaya gittiğim Diyarbakır’da izlemiştim, çok şaşırmıştım. 2006’da kendi filmimi yapana kadar bir gün film çekeceğime dair bir bilincim yoktu. Uluslararası film festivallerinde artık Kürtçe filmler de adlarından sıkça söz ettirir oldu. Sarhoş Atlar Zamanı, Votka Limon, Kaplumbağalar da Uçar bu filmlerden birkaçı. Kısacası, Kürt sineması yükselişte, ancak henüz kayıtlara geçirilmedi. Müjde Arslan’ın derlediği kitap bu boşluğu dolduruyor... D S Müjde Arslan. Fotoğraf: Vedat Arık ARTIK BENİ ANLADILAR... Peki sizi kameranın arkasına ne geçirdi? Sinemaya adım adım yaklaştım. Küçükken içe kapanık her çocuk gibi yazardım. Diyarbakır’da biyoloji okudum, ancak daha okurken bir haber ajansında çalışmaya başladım. Birkaç yıl evdekilerden gizli sürdürdüm. Okulu bitirince öğretmen olmamı beklediklerinden gerçeği anlatmam gerekti. Açıkladığımda büyük bir tepkiyle karşılaştım. Benden 50 yaş daha büyükler, geçen yüzyılın ortalarında yaşamışlardı gençliklerini, bense 2000’lerde. Zamanla iyi bir şey yaptığımı anlayacaklardı. Anladılar mı? Sanırım anladılar. Bu konuda hep ürkektim. Halamın hikâyesini anlattığım Kirasê Mirinê: Hewîtî (Ölüm Elbisesi: Kumalık) belgeselimde tuhaf bir şey oldu. Aileden herkesin aktör olduğu bir hikâyeyi anlatıyor ve en büyük eleştiriyi onlara yapıyordum, çünkü halamın kuma gitmesine, gördüğü şiddete, felç olmasına göz yummuşlardı. Belgeseli izleyince halamı daha çok görmeye, yardım etmeye çalıştılar. Beni de kabul ettiler. Bunda belgeselin kendi dillerinde olması da etkili. Peki Kürt sineması denildiğinde ne anlamalıyız? Ulus sinema tartışmaları Yönetmen Ghobadi’nin “Sarhoş Atlar Zamanı” filminden. küreselleşmeyle eski moda bir kavram haline geldi. Artık ulusal sinemaları birbirinden ayırt etmek çok güç. Ancak Kürtler geriden gelen bir süreç yaşadığı için Kürt sineması tanımı önemli. Bunun için yönetmen Kürt olmalı. Ancak kimlik Müjde Arslan’ın “Ölüm Elbisesi: Kumalık” belgeselinden. olarak da bunu bilmeli. Mesela Atıf Gelelim kitaba... Bu Kürt sineması Yılmaz’ın köken olarak Kürt olduğu bilinir, üzerine yapılmış ilk çalışma, böyle bir kitap ancak filmleri Kürt sinemasına giremez. oluşturma fikri nereden çıktı? Hikâye de Kürtlerin olmalı ve doğal dilinde Benim sinema serüvenim ile Kürt olmalı. Türk ve Kürt sinemasını ayrıştırmakta sinemasının gelişme seyrinde bir ortak yol çok zorlandık. Çünkü Türkiye’deki bütün var. Gazetecilik yaparken sinema yazıları halklar, yıllar içerisinde kaynaşmış. Mesela, yazıyordum. Sinemayı izleyerek öğrendim. Yılmaz Güney, dünyada Türk sineması Tam da ilk defa Kürt yönetmenlerin denince akla gelen ilk isim, ama dünyada dünyaca tanınmaya başladığı, Kürtçe Kürt sineması denince akla ilk gelen isim de filmden bahsedildiği zamanlardı. Bahman yine o. Son dönemki filmleri Kürt Ghobadi’nin “Sarhoş Atlar Zamanı” sinemasının karakterini taşır, kitapta yer alan filmiyle 2000‘de Cannes’da aldığı Altın röportajında kendi de söylüyor bunu. Kamera ödülü, Kürt sinemasının resmiyet kazanmasında bir milattır. Öncesinde tek MASALLAR VE DENGBEJLER tük gelişmeler var, ancak hiçbiri bu film gibi dünyanın her yerinde bilinip, meraka yol Kamera Kürtlerin eline geçince, perdeye açmadı. O günden sonra bir talep doğdu. Şu neler yansıyor? an süreç daha hızlı gelişiyor. Mardin’de, Yurtsuzluk, sınır ve ölüm ortak tema. Diyarbakır’da, birçok ilde sinemacıların Ortadoğu sinemasında masallar ve dengbej katılımıyla atölyeler düzenlendi. Kısa hikâyeleri çok yaygın. Gölgeye âşık olan filmler, belgeseller üretildi. Dünyada altı erkekler, dağları aşınca hazineler bulanlar... şehirde Kürt Film Festivalleri düzenleniyor. En çok hangi yönetmen zorluk çekmiş? Bence Yılmaz Güney ile Ghobadi’nin yaşadıkları çok benzer. Ghobadi izinsiz yaptığı, Cannes’da ödül alan son filmi “Kimse’nin İran Kedilerinden Haberi Yok”tan ötürü İran’a dönemiyor, yasaklı. Kitaptaki röportajda da “Elimde valizimle nereye gideceğimi bilmiyorum” diyor. Bu bir yönetmen için büyük ceza, çünkü her yönetmen evinde film çekmek, ışığını, toprağını bildiği yerde çalışmak ister. Ya bütçe açısından? Bir Kürt sineması pazarından söz etmek mümkün mü? Evet, mümkün ve sürekli büyüyor bu pazar. Ghobadi, Saleem gibi tanınmış yönetmenlerin bütçe bulmakta çok zorlanmadığını söyleyebilirim. Geliri daha çok festivallerden elde ediyorlar herhalde... Bu da işin çelişkisi. Kürtlerin yaşadığı pek çok ilde sinema olmadığından filmler asıl izleyicisiyle buluşamıyor. Yani dünyada bilinip, bir seyirci kitlesi olsa da Kürtlerin Kürt sinemasından haberi yok... Kitabın sonunda Kürt sinemasının nereden geldiği, neler yaşadığını anlatan kronoloji hazırladık. Türkiye için Kürt sinemasının dönüm noktaları neler? Sanıyorum, en önemlisi, Türkiye’nin AB uyum yasaları kapsamında 2002’de farklı dil ve lehçelerde yayına olanak sağlayan yasal değişikliği gerçekleştirmesi. TRT Şeş her ne kadar duruşunu onaylamasam da bir dönüm noktası, çünkü seyirci oluşturuyor. Kürt sinemasının en önemli sorunu, seyirci. Gençler arasında dilin kaybolması, Kürtçe bilenlerin talepsizliği, seyirci oluşmasını engelliyor. O yüzden TRT Şeş en azından kendi dilini dinleme şansı, dilinden utanmamayı getirecektir. MKM’nin sinema atölyesi de önemli. Hüseyin Karabey, Kazım Öz, Özkan Küçük bu atölyeden. G Afganistan’da bir cesur kadın sesi... AYLİN KOTİL yle bir ülke düşünün ki, kadın olarak nefes almanız bile neredeyse yasak. Bu ülkede dünyaya gelmiş bir kız çocuğunu düşünün bir de. Nasıl bir baskı ortamında büyüdüğünü ve ne tür kısıtlamalarla karşı karşıya kaldığını. Aslında çoğumuz bunu hayal bile edemeyiz. Nasıl edelim ki, kadın olarak ses çıkarmanın en büyük yasak olduğunu? İşte böyle bir ülkede büyüyen, kız çocuğunu düşünün, 26 yaşında Meclis’e girmeyi başarmış. Sadece bu bile başlı başına bir başarı. Ama durun! Bu ne ki? Bu cesur kadın, parlamentonun bir hayvanat bahçesine döndüğünü haykırmış. Sandalyesinden olmuş tabi. Ancak umursamamış. “Sesimi yükseltmek” diye bir kitap yazmış. Ölümle tehdit edilmiş, suikast girişiminden kurtulmuş. En can alıcı cümlesi ise şu: “Ölümden korkmuyorum.” Ö binyazar@gmail.com Aylin@kotil.web.tr C M Y B C MY B Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar hep en cesurlardır. Aklınıza gelebilecek tüm eylemleri onlardan bekleyebilirsiniz. Hesap kitap yapmaya başladığı an, insanoğlu kendi konforunu düşünmeye başlar. Oysa her türlü kaybı göze alan insan, sırf kararlılığı ile bile karşısındakine geri adım attırır. Tüm cümlelerinden de zaten bu kararlılığı karşı tarafa hissettirmiş Malalay Joya. Neler dememiş ki? Kadınların seçme seçilme hakkının sözde olduğundan bahsetmiş. Afganistan’da kadın öldürmenin kuş öldürmekten farksız olduğunu söylemiş (töre cinayetleri aklıma gelmedi değil). Kadınlar tutsak hayatı yaşıyor demiş (bu da tanıdık geldi maalesef). Bizden nefret edenler tarafından yönetiliyoruz demiş (yanlış mı okudum Afganistan değil mi yoksa bahsettiği ülke), onlara göre kadınlar ya evlerinde oturacak ya da mezarlarında (ülkemizde azalan kadın istihdamı da geldi nedense aklıma), Karzai hükümeti yüzünden sürekli şiddet, cinayet, adam kaçırma ve tecavüz olayları yaşanıyor demiş (bu sefer Karzai ismini başa koyması içimi ferahlattı, bahsettiği ülke biz değiliz!), şimdi de yabancı güçlerin ve hükümet destekli savaş ağalarının işgali altındayız (söyleyecek kelime bulamıyorum) demiş! Bu cesur Afgan kadınının yanında, Atatürk Türkiye’sinde doğup büyümüş bir Türk kadını olarak itiraf etmeliyim, utandım. Onun gördüğü baskıların onda birini bile görmeden büyüyüp yetiştiğim ama ondaki cesaretin onda birine bile sahip olamadığım için. Ve aklıma Türkan Saylan geldi. Atatürk Türkiye’sinde de Afganistan’da da çığlık atan kadın sayısının eşit olması beni utandırdı. Sadece 31 yaşında olan bu genç kadının yaptıklarını takip edin. Ve adını ezberleyin: MALALAY JOYA. İyi pazarlar... G