Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 TEMMUZ 2009 / SAYI 1216 3 Gazeteler ve gazeteciler “başarı öyküleri”ni sever, arar bulurlar. Bulamazlarsa, başarı öyküleri onları bulur. Ama bir de “başaramayanlar” var. Çok aramaya da gerek yok, her yerdeler. Bunca “başarı öyküsü”nden sonra, artık kaybedenlerin öyküleri de anlatılmayı bekliyor... Karıma sekiz bilezik borcum var “1996 yılında bir şirkette çalışıyordum, muhasebe bölümünde. Ayda 40 lira kazanıyordum. Evlendim, evlenince biraz ileriyi görmek istedim. Kendi işyerime sahip olup kendi ayaklarım üzerinde durmayı istedim. Eşimin devlet memuru maaşı vardı. Onun bileziklerini ve bankada çalışan kız kardeşimin çeyiz için yaptığı birikimini alıp bir şirket işine girdim. O dönemde bilgisayar işi iyiydi, bir şirketi devralıp PC satışına girdim.” Bir süre işler iyi gitmiş. AHMET UNUT’un ailesi kendi kendini döndürecek geliri öyle ya da böyle sağlarken, şirket işi de bir süre kendini döndürür gibi olmuş. Ancak güvendiği şirket yöneticisi, kendisinin haberi olmadan şirket içinde kendi işlerini yürütmeye başlamış. “Güven çok önemli, ben bu kişiyi bir yıl önce tanımıştım. Babası yoktu, ben bu konuda hassasım. Ama o başka bir akrabası ile birlikte şirketin içini boşalttı” diyor. Hata olarak gördüğü bir başka şey, hesapları doğru yapamamak. “Gelen her parayı kazanç sayıyorduk, giderleri hiç hesap etmiyorduk” diyor. Tabii, istismarcı yöneticinin rolü ihmal edilmemeli. Ama bunalımını yaşayan Ahmet Unut, en sonunda dükkânı kapamış ve bir şirkette maaşlı işe girmiş. Bir yıllık muhasebe sürecinde “tekrar bir şeyler yapabilir miyim” diye düşünmüş. Ama yaptığı hesapların sonucu bunun anlamsız olduğuna karar vermiş: “Niye bu kadar düştüm, ne oldu onu düşündüm. Sonra hesap ettim, kitap ettim, anladım ki yine sıfıra varacak. Bilgisayar sektöründe büyük firmalar önplana geçmişti. Bizim yaptığımız işte kâr marjları çok düşmüştü. İki şirket varken, 3 tanesi daha açılıyordu. Ve teknik servisi öne çıkaranlar kazanıyordu. Ya da ne bileyim, dükkan kirası ödemeyenler... Bizim böyle bir durumumuz yoktu, olamazdı.” Çıkardığı dersleri sorunca, “Birincisi güvenmemek. İkincisi bildiğin işi yapmak. Tabii en önemlisi sermayen olmadan, bir güvencen olmadan bu işlere girmemek. Bunları öğrendim” yanıtını veriyor. Kız kardeşin çeyizini babası karşılamış, kendisi babasına zaman içinde bu parayı ödediğini söylüyor. “Gelirimizden kısarak, masrafları düşürerek borç ödedim. Ama karıma hâlâ 8 bilezik borcum var” diyor. G GAMZE ERBİL “Başarı öyküleri” (Success stories) kavramını bilmeyen yoktur. Bunlar bitmek bilmez ve her zaman bir “rüyayı” canlı tutarlar. Bu başarı öykülerinin nasıl sınırlı bir azınlığın tekelinde kaldığı hiç dikkate alınmaz. Sanki herkes “başarılı” olabilir, sanki herkes voliyi vurabilir... Yapılamıyorsa, bu bir “başaramama” halidir ve kişilerin kendisiyle, yaptıkları hatalar, tercihleri, beceriksizlikleri, hatta belki şansları ile ilgilidir. Ama gerçek hayat ve istatistikler öyle demiyor. “Herkes yapabilir” efsanesine bir başka açıdan ışık tutmak için “kaybedenler”le konuştuk. İstatistikleri bırakın, kendi çevrenize baktığınızda her aileden, her tanıdıktan mutlaka bir “aa, o da şöyle batmıştı” hikâyesi duyabilirsiniz. Kaybedenler her dönemde çoğunluğu oluşturuyor. Basitçe “herkes başarılı olabilemiyor” ve bu kişisel bir beceri sorunu olmaktan çok, sistemin işleyişinin doğal bir yasası. “Kimsenin hayalleriyle oynamayalım”, evet, ama ne diyordu şarkı: “İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları.” Sahi neden öyle diyordu? Buradaki küçük hikâyelere “başarısızlık öyküleri” demeyi elbette tercih etmiyoruz; aslında belki de efsaneye meydan okumak için öyle demek daha doğru ama, şimdilik “kaybedenlerin öyküleri” diyelim, öyle anılsın. Ahmet Unut. asıl darbe Körfez krizleri ve 2001’deki devalüasyonla gelmiş. “İşte o zaman borçlar iki katına çıktı. Bu şekilde sıkıntıya düştük. İş konusundaki tecrübesizlik, yöneticiliği, patronluğu becerememek... Bunlar hep tuzbiber oldu.” Son dakikaya kadar devam etmek istemiş, yol parası bulamayıncaya kadar. Ama olacak gibi değil ve ardından iki yıla yayılan tasfiye süreci başlamış. Bir yıl iflas Kaybedenlerin hikâyesi... Ya at yarışı mucizesi olmasaydı... ŞENOL ŞAHİN, 27 yaşında. 20’li yaşlarının başında, yüksek okulda okurken evlenmeye karar verince, bir iş kurması gerekmiş: Bartın’da ilk nargile kafe! Başından itibaren bir dizi talihsizlik yakasını bırakmamış. Önce ortak olmayı planladığı kuzeninden kazık yemiş. Arabasını satarak elindeki parayı ilk masraflara yatırdığı için, hiçbir güvencesi olmadan borçlanarak yola çıkmak zorunda kalmış. İlk olarak bankadan 4 milyar kredi almış, sonra 1 milyar gelir göstererek bir kredi kartı başvurusu yapmış. 1 milyar gelire 4.5 milyarlık bir kredi kartı sahibi olunca zaten bataklığa ilk adımlar atılmış. Bir başka talihsizlik kafenin açıldığı gün haber bültenlerinde “nargilenin zararları” konulu haberlerin arka arkaya gelmesi olmuş. O gün, “eyvah, bu işte bir iş var dedim” diyor. Sonra bir süre işler iyi gitmiş. Yaz ayları gelip öğrenciler memleketlerine, Bartınlılar da sahildeki mekânlara yönelince, Şenol’un kafesi boşalmış, borçları yükselmeye devam etmiş. Güz ve kış döneminde yeniden umuda kapılmış ancak bu dönen bir yere çevirdiler, 23 gün içinde. Ev sahibi beni aradı, ‘Derhal onları oradan çıkartıyorsun’ dedi. Adamlara gittim. ‘Koçum biz buraya 2.5 milyar masraf yaptık, öde çıkalım’ dediler. Ben iyice batağa saplandım. Borç 15 milyarı buldu. Ailemin, kız arkadaşımın haberi yok. Saç sakal uzadı, zayıfladıkça zayıfladım. Orman kaçkınına döndüm. Psikolojim bozuldu. Zaten bu işler için tiyatroyu bırakmıştım, bu ayrı bir dert benim için. Çünkü tiyatro çok önemli, onsuz yapamıyorum. Her an haciz gelebilir, avukatlar arıyor, bankadan arıyorlar, o arıyor, bu arıyor. Sonunda dükkânı kapattım. Bir otelde gece resepsiyonistliğine başladım. Bankadan uyarı gelmişti, ‘iki gün içinde ödeme yapın yoksa’ diye. O günlerde bir gece işten çıkınca at yarışı oynadım. Cebimde 1 lira vardı. Sonra gidip yattım, sabah kalktım bir baktım tutmuş, 10 milyar para tutturdum. O gün sabah Ankara’ya gidip parayı aldım ve ertesi gün de kredi borçlarını ödedim.” Kredi borçları bu şekilde kapanmamış tabii, birkaç yıl içinde birkaç milyar daha “nereden geldiği anlaşılamayan” borç, hatta daha sonra 500 milyon civarı bir başka borç... Şenol kredi kartını yakmış ama hâlâ bir yerlerden bir borç çıkabilir diye de düşünüyor. O zamandan beri aynı sektörde ücretli çalışıyor. İstanbul’a tiyatro için gelmiş ve tiyatro aşkı devam ediyor. Ne dersler çıkardın, sorusuna yanıtı basit: “Bu meseleye duygusal yaklaşanlar kaybediyor. Ben kız arkadaşım için bu işi yaptım, sonra ona anlatamadım ama onun içindi. Bence duygusal insanlara göre değil bu işler.” G Şenol Şahin. defa “Bartın’ın zenginlerinden” olan yandaki kafe sahibinin rekabetine dayanamamış. Sonrası tahmin edilebileceği gibi bataklığın derinlerine doğru yolculuk... “Borçlar çoğaldı, kredi kartına yüklendim, kartın limiti doldu ve faizleri ödeyemez oldum. Kirayı ödeyemedim, hiçbir şeyi ödeyemedim. Dükkânı devretmeye karar verdim ve devrettim. Bir hafta sonra parayı alacaktım. Fakat devrettiğim insanlar orayı karanlık işler PAZARIN PENCERESİNDEN Şiir oku devekuşu! SELÇUK EREZ “Gazetelere bakasım, televizyon izleyesim gelmiyor!” mu diyorsun? Bu neye yarar? Gazete okumasak da, TV’ye bakmasak da aklımızdan, gözümüzden silinir mi her şey sevgili Devekuşu? Biz ne yapsak, nereye baksak aynı şeyi görüyor, demokrasimizin halini düşünüyoruz. Mesela şiir okuduğumuzda… “Her şey ayartabilir beni şu şiir uğraşından / gün olur bir kadın yüzü, ya da ../ Çektiği çile alıklarca yönetilen yurdumun” diyen Yeats’i ve “Bilmiyorduk sizin olduğunu her şeyin / Bardakların, iskemlelerin / yatakların, aynaların / Sizin olduğunu denizin, şarabın, gökyüzünün / Bakıyoruz bütün masalar tutulmuş şimdi / Olamaz diye düşünüyoruz / Nasıl ama nasıl kandıracaksınız bizi?” diyen Neruda’nın şiirlerini okurken başka ne gelir insanın aklına? Şilili Nicanor Parra’nın “genç şairlere önerdikleri de bizi aynı yere götürüyor: “Nasıl isterseniz öyle yazın / Nasıl anlatırsanız anlatın / öyle çok kan aktı ki köprülerin altından / inanmak yerinde değil / Tek yolun doğru yol olduğuna...”. “Tarafsız aydınları yurdumun / sorguya çekilecek / günün birinde…/ Soracaklar onlara / ne yaptılar diye / ağır ağır ölürken ulusları” demiş Guetemalalı Rene Castillo. “Kim gülüyor burda, kim güldü? / Burada gülmenin defteri dürüldü / Kim gülerse burda uyarır kuşku / gülüşünün nedeni vardır belki…Kim konuşuyor burda, konuşup susuyor? / Kim susarsa yakayı ele veriyor / Kim konuşursa burada saklıyor demektir / asıl nedenleri ” diyen Günter Grass’ı ve de okul defterlerine, sırasına, ağaçlara, kumlar, karlar üstüne, her şeye “hürriyet” sözcüğünü yazan Paul Elourd’ın şiirlerini okurken içimiz aynı nedenle sızlar. İspanya İç Savaşı’ndan bahsederken “Yanılmayın / Bunun hesabı sorulacak / erezs@superonline.com C M Y B C MY B Sorulacak ama / Vakit var” diyen Archibald Macleish’in şiirleri sarsar insanı. Bunları okuduğumuzda bazen kasvet basar mı? Evet! O zaman? Yine şiir okuruz, mesela Andre Laude’nin “Benim Cumhuriyetim”i; iyi gelir: “Güneştir benim Cumhuriyetim. Canavarların suratına, sıkılmış bir yumruktur benim Cumhuriyetim! ..... Benim Cumhuriyetim parmaklıklar arasında parlayan o küçük, karlı gök karesidir.. ..... Umudun mayasıdır / Yıkılmaz anıtıdır zorlu aklın / ve tan vaktidir yoksulların, ezilmişlerin, aşağılanmışların...” Ama içimizi en hoş ısıtan tabii ki öz dilimizin öz şairidir: Piri Reis’lisi birebir gelir: Reis’in hartasında kıtalardan büyük boynuzlu balıklar / ve timsah başlı maymunlar yanardağlardan iri / Reis’in hartasında yelkenliler yürek kadar / ama balıklarla maymunlar yutamıyor yelkenlileri!