Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 STOCKHOLM 12 NİSAN 2009 / SAYI 1203 İlhan Koman’ın hayali OSMAN İKİZ 1982’nin sıcak bir yaz günüydü. Heykeltraş İlhan Koman’ın yakın dostu, portrelerini çeken, eserlerini görüntüleyen fotoğrafçı Tayfun Tunçelli, “İlhan Abi’ye gidelim de tanışın’’ deyip Volvo’yu Hulda’nın demirli olduğu Drottningholm’a sürdü. Kral’ın yazlık sarayının bulunduğu adaya geçerken köprünün sağındaki Hulda, uzaktan göze çarpıyordu. Saray soldaydı. İlhan Koman’ın ailesiyle yaşadığı Hulda’nın yerinin “Kral’ın komşusu” diye tarif edilmesi demek boşuna değildi. Sanatçının geleceğimizden haberi vardı. Siması filmlerdeki İsa Peygamberi hatırlatan, sakallı, ince, uzun boylu, üzerine bilgelik sinmiş İlhan Koman, elini uzatırken “Hoş geldin Evliya’’ dedi. Meğer o dostlarına, dostları da ona “Evliya’’ diye hitap edermiş. İlhan Koman, Hulda’yı gezdirmeden önce biraz laflamak istedi. O sıralarda 12 Eylül melanetinden başka bir şey konuşulmuyordu. O da bu işin nasıl tezgahlandığından, o sıralarda süren zulme kadar, her şeyi merak ediyordu. Daha sohbetin başında efkâr bastı, bir şişe şarap açtı. Yaşanılan acıları dünyanın bu en sakin köşesinde yüreğinde hissettiği gözlerinden belli oluyordu. Sandalyesinde bacak bacak üstüne atmış, bir dirseğini dizine dayamış, elinde şarap bardağı kımıldamadan dinliyordu. Uzun sakalları, derinliğe bakan gözleri, kımıltısız duruşuyla Rodin heykeli gibiydi. Dinledi ve bütün tarihimizi filozof üslubuyla birkaç cümleyle özetleyiverdi. Kendisi de padişahın defalarca sürgüne yolladığı bir Jöntürk’ün torunuydu. Edirne’de büyümüş, İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümünü bitirmişti. Üç yıllık bursla Paris’e gitmiş, Academie Julian ile I’Ecole du Louvre’da yaşamı boyunca izini süreceği sanatla bilimi kaynaştıran yaratıcı çalışmalarına yoğunlaşmıştı. 1951’de Türkiye’ye dönünce akademide öğretim görevlisi olmuş, 1959’da da İsveç’e yerleşmişti. Stockholm Uygulamalı Sanatlar Yüksek Okulu’nda hocalık yaptığı sürece, yaratıcılıkta bilimin kullanılmasını öğretmeye çabaladı. Eserleriyle de bunun örneklerini verdi. Koman’la tadına doyum olmayan şaraplı sohbetlerimiz sonra da devam etti. Ne yazık ki 1986’da, 65 yaşındayken yaratıcılığın sınırlarını sürekli zorlayan, bilimi sanatsal yaratıcılıkta kullanan bu büyük sanatçıyı kaybettik. Hulda’daki sergiyi gezerken aklımdan işte bunlar geçti. Hulda İstanbul’a yola çıkmaya hazırlanıyordu. “Hulda Festivali’’nin açılışı için İlhan Koman’ın büyük oğlu Prof. Ahmet Koman İstanbul’dan gelmişti. Deneyli bir kaptan olarak İstanbul’a doğru yelken basacak olansa kardeşi Korhan’dı. İlhan Koman, Hulda ile İstanbul’a yelken açmanın hayaliyle yaşamıştı. Ama ölüm erken gelmişti. Şimdi bu hayali çocukları gerçekleştirecek. Üstelik vefakâr Hulda şimdi onun eserlerini de İstanbul’a taşıyacak. Uzun bir yolculuk olacak. Avrupa’nın büyük liman kentlerinde demirlenecek, sergi ziyaretçilere açılacak, gençlerle atölyeler yapılacak. Festivalin amacı sanat ve bilimin buluşacağı yaratıcı çalışma. Koman’ın dünyanın belli başlı müzelerindeki ya da kentlerin meydanlarındaki, sanat ile bilimin estetik abideleri gençlere esin kaynağı olacak. Aşklar, kadınlar, meslektaşların kıskanç ayak oyunları, yaratıcılığın sınırlarını zorlama “Evliya’’yı filozof yapmıştı. Yorgun bir filozoftu. Nâzım Hikmet’in “Gel eserlerini Moskova’da sergileyelim’’ önerisini gerçekleştiremediğine üzülürdü; ama sergiden çok Nâzım ile tekrar karşılaşma fırsatı çıkmadı diye hayıflanırdı. “Üstad bizi erken terk etti’’ derdi. Öyle derdi ama aynı tatsız şakayı kendisi de yaptı. G BRÜKSEL Papa ve AIDS... ÇİMEN TURUNÇ BATURALP “Papa’nın prezervatif açılımı” ile ilgili sözlerinin yankılarını okudukça John Guare’nin “Altı Derece Uzak” adlı oyunu geliyor aklıma. John Guare’ye göre dünya küçük. Birbirini hiç tanımayan iki kişinin arasında sadece beş kişi var. Yani tanıdıklarınızın tanıdıklarını zincirleme dizdiğinizde beş kişi sonra ulaşmayacağınız bir Tanrı kulu yok yeryüzünde. Bu fikirden yola çıkarak Papa’yla bile aramda dört kişi olduğunu hesap edince bunun pek de yabana atılacak bir fikir olmadığı kanaatine varıyorum. Zira arkadaşım Melissa’nın iş arkadaşı Elizabeth’in babası Belçika’nın Vatikan büyükelçisi. Elizabeth’in babası ile Melissa’ların mutfağında tanışmıştık. Melissa inşaat halindeki mutfağında haşlanmış patatesli bir ziyafet vermişti bizlere. Geçenlerde Belçika Parlementosu 95’e karşı 18 oyla mutfak taburesinde bile vakarla oturabilen bu zarif diplomatın, Papa’nın eline Belçika adına resmi bir protesto vermesini kararlaştırdı. Papa XVI Benedict’in “prezervatif dağıtmakla AIDS önlenemez, tam tersi sorunları arttırır” çıkışı aslında bütün Avrupa basınını, siyasetçilerini ve sağlıkçılarını dehşete düşürmüştü ama Katolik Belçika, Katolikliğine aldırmadan konuyu parlamentosuna götüren ilk ülke oldu. Laiklik ve bağnazlık kavramlarının da dillendirildiği oturumda Hıristiyan demokratlar dillerini yutmuş gibiydiler. Yine de tartışmaların sonunda Belçika parlamentosu Hükümete “AIDS virüsünün yayılmasını önlemek için prezervatif kullanılmasının yararına yönelik kuşku yaratan bütün devlet ve örgütlere karşı güçlü bir tepki göstermesini” buyurdu. İşte bu karar doğrultusunda Papa Benedict’in Afrika ziyareti sırasında sarf ettiği “Kabul edilemez” sözlerine yönelik protestoyu iletmesi için Elizabeth’in Vatikan büyükelçisi babası görevlendirildi. Haberi alan Vatikan cevabı yapıştırmakta gecikmedi. Vatikan basın sözcüsü Rahip Federico Lombardi Belçika meclisinin bu kararı karşısında “şoke” olduğunu söyleyerek, konuyu ifade özgürlüğüne bağladı ve basını suçladı. Lombardi, Papa’nın ve kilisenin herhangi bir demokratik ülkede kendi görüşlerini açıklama özgürlüğüne sahip olduklarını savundu. Belçikalı rahipler de Belçika parlamentosunun kararını derhal protesto ettiler. Katolik Kilisesi alt tarafı “evliliklerde sadakatin ve cinsel perhizin AIDS’i durdurmanın en iyi yolları olduğunu ileri sürmüş, prezervatifin riskli davranışlara yöneltebileceğini” söylemişti. Papa söz konusu olduğunda eğlenceli gibi görünen John Guare’nin hipotezi doğruysa eğer AIDS ve HIV virüsü akla düştüğünde düşündürücü bir tablo çıkıyor ortaya. Dünyanın herhangi bir köşesindeki 33 milyon HIV taşıyıcısından biriyle taşıyıcı olmayan birisi arasında sadece beş kişi var. Bununla beraber, anayasasında “laiklik” unsuru olmayan Belçika’nın parlamentosu AIDS’ten korunmak için Papa’nın önerilerine kulak asmak yerine prezervatifi yeğlediğini Vatikan’a diplomasinin kibar diliyle deyiverdi... G cimenbaturalp@skynet.be FIKRA GİBİ... Gordon Brown, Barack Obama, Nicolas Sarkozy ve Angela Merker bir araya gelse ne yapmalarını beklersiniz? Herhalde dünyanın geleceğiyle ilgili radikal kararlar alacaklardır değil mi? Oysa hayat sürprizlerle dolu. Dünya liderleri Fransa’nın Strasbourg kentinde sonlanan NATO’nun 60. yıl kutlamaları sırasında çekilen aile fotoğrafından sonra merdivenden atlarken objektiflere böyle yakalandılar. ATİNA Bu Yunanistanlılar... MURAT İLEM ayan Clinton’un “Obama Türkiye’ye gelecek” açıklamasından bu yana sürekli söylüyorum, uyarıyorum, yapmayın etmeyin diyorum, inanmıyorlar. Son olarak geçen hafta Yunanistanlı meslektaşımı karşıma aldım, büyük harflerle(!) “Kaşınıyorsunuz, sonra söylemedi demeyin. Bu Hüseyin Obama ülkeme boşuna gelmiyor, bizimkileri bir yandan öperken, diğer yandan yatağa atmayı deneyecek” dedim. “Murat sen bizi kandırıyorsun” diyerek tepki gösterdi. Yaklaşık bir aydan bu yana komşu basınındaki tüm meslektaşlar krizde. Birkaç kafası çalışan yazdı ama aldıran yok. Vay efendim Hüseyin Obama neden Türkiye’ye gelirmiş, neden Atina’ya uğramazmış, bunu kendisini destekleyen RumYunan lobisine nasıl yaparmış şeklinde isyanları oynuyorlar. Manşetler, sayfalar, sütunlar Hüseyin’in Türkiye ziyareti ile dolup taşıyor. Ege’nin karşı kıyısına göre, Barak Hüseyin Türkiye’nin dolmuşuna gelip Kıbrıs’ta oyunlar çevirecekmiş, Ege’deki Yunan talepleri konusunda aleyhte tutum takınacakmış, Türkiye’nin tezgâhı ile Makedonya konusunda büyük İskenderin kemiklerini sızlatacakmış gibi bilinen tezlerini tekrarlıyorlar. Meslekten dostlarımın karşısında neredeyse bir diz çökmediğim kaldı. Ama anlamıyorlar ki, sürekli “dediğim dedik, çaldığım düdük” teranesini okuyup duruyorlar. Adeta çırpınıyorum “oturun oturduğunuz yerde” diye. Günler boyu bizimkileri nasıl önce yağlayıpyıkayacaklarını, ardından nasıl arkamıza geçip iki puan alacaklarını anlatıp duruyordum. Sonunda AfroAmerikan dostumuz Hüseyin, Türkiye’ye geldi ve gitti. Ne oldu? Yunanistanlı meslektaşımı perşembe gecesi uzolu masaya çağırdım. Önüne üç B LAHEY Burkanın altındaki hüzün... MEHMET DENİZ lışılmamış derecede uzun ve soğuk kış hiç bitmeyecek zannedilirken, aniden bastırıverdi bahar. Güneşin gülümsemesine gönlünü kaptıran ağaçlar çiçeğe durdu. Havada, başdöndüren bahar kokuları. Kuzey Denizi’nin o karamsar griliği bile rahatsız etmiyor insanı. Lahey’in sahile açılan kapısı, Scheveningen’den yürüyerek, Dünya Forumu Kongre Merkezi’nin yolunu tuttum. Birçok yere otomobille ulaşmak olası değil. Lahey’e açılan bazı otoyollar trafiğe kapalı. Bu sakin ülkenin hiç de alışık olmadığı olağanüstülükte güvenlik önlemleri göze çarpıyor. Bütün bu yoğunluk ve karmaşanın nedeni, Hollanda’nın, Birleşmiş Milletler ve Afganistan ile ortaklaşa düzenlediği “Uluslarası Afganistan Konferansı”. 72 ülkeden çok sayıda konuk gelmiş. Dışışleri Bakanı Ali Babacan’dan, Amerikan meslektaşı Hillary Clinton’a, NATO Genel Sekreteri Schaffer’dan BM Genel Sektreteri Ban KiMoon’a kadar, kimi ararsanız orda. Afganistan konuşuluyor. A Basın mensupları için hazırlanan dosyalarda, Afganistan’la ilgili bir fotoğraf albümü yer alıyor. Hüzün dolu kareler. Mayına kurban edilmiş eller, ayaklar, hepsi sakallı erkekler, ıssız, çorak tarlalar, yoksulluk ve savaşın tüm ağırlığını olanca canlılığıyla yansıtan yıkık dökük binalar... En çok da çocuk ve kadın fotoğrafları hüzünlendiriyor... “Erkekten arındırılmış” bölgelerde çekilmişler, burkalı; “bez bir kafesin” ardından izliyorlar dünyayı. Kim bilir ne kadar da aç dünyaya göz bebekleri, nasıl da hüzünle süzüyorlar, kırık dökük sıralarda yıpranmış kitaplara kapanmış, başörtülü kız çocuklarını... Erkek yöneticileri, “yasak” etmiş bir kere... Kadın denen o doğurgan, yaratıcı, kutsal varlığı, o kaba, o erkeksi dünyada, kara kara çarşafların içine hapsetmişler. Yoksulluk ayrı şey. Onu ben Anadolu’da da gördüm. Benzer mahzunluktaydı bozkırlar, ovalar. Ağaçsız, kavruk, sapsarı.. Ama ne çocuklar bu kadar umutsuz bakıyordu yaşama, ne kadınlar bu kadar çaresizdi. Her ne kadar, Afanistan’daki, Arabistan’daki hemcinsleri gibi sonu “karanlığa” açılan roller biçilmeye çalışılsa da Anadolu kadını farklıydı. En azından yüzlerini görüp, o kimi zaman öfkeli, kimi zaman üzgün, kimi zaman umut dolu gözlerde, onların her şeyin farkında olduğunu okuyabiliyordum. Ama dedim ya, Afgan kadını farklı. Kürsüde Devlet Başkanı Hamid Karzai konuşuyor. Ulkesinin güvenliğinden, ekonomik kalkınmadan söz ediyor. Sonra bir başkası söz alıyor, biri daha... “Güvenlik” deniyor, “istikrar”, “yeniden yapılanma”, “ABD açısından yeni dönem” filan... Ne kadın diyen var, ne burkayı anımsayan. Katılımcılar, Afgan kadınlarının da, Hillary Clinton kadar bakımlı, kendinden emin, başarılı olduğunu düşünüyor olmalı ki, kimsenin aklına gelmiyor onların sorunları. Dünyanın dört bir yanından gelen temsilcilerin konuşmasını izlerken, gözüm bilgisayarın ekranında haberleri tarıyor. Hollanda’daki gazetelerin internet sitelerinde, toplantıda “Afgan kadınları adına neden temsilci bulunmadığı” gündeme getiriliyor. “Afgan kadınını da mı Hillary Clinton temsil ediyor” diye soruyorlar. O sırada, uluslararası ajanslardan, Karzai’nin, Afgan erkeklerinin, “eşlerine tecavüzü suç olmaktan çıkaran” yasayı onayladığı haberi düşüyor. Fotoğraftaki Afgan kadının, peçesinin gizlediği o kara gözlerinden iki damla yaş düşüyor yüreğime. G gün boyunca Türk basınında çıkan Obama haberleri ve yorumlarından bir demet attım. O da elindekileri getirdi. Yunanistan’ın Ankara’daki basın müşavirliğinde gece yarılarına kadar çalışılıp, çevirisi yapılan (Türk gazeteleri) bazı metinleri hâlâ okuyordu. Bir taraftan bardaklara buz ve uzo doldururken “al kalemi eline yaz” diye çıkıştım. Eğer bu Hüseyin Obama Efendi size gelseydi başınıza neler gelecekti diyerek maddeleri sıralamaya başladım. Hüseyin Atina’ya attığı ilk adımda Büyük İskender’den girip, Venizelos’tan çıkarak sizi bir güzel yağlayacaktı. Ardından ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir taraftan öperek, diğer yandan yatağa çekerek aleyhinize olacak bazı konuları dikte ettirmeye çalışacaktı. Bu belki Ege’de bir geri adım, belki Batı Trakya Türkleri konusunda birtakım istemler, belki Kıbrıs’ta taviz ya da Makedonya konusunda daha yumuşak yaklaşım, büyük olasılıkla da azınlıklar için yerine getirilemeyecek derecede ağır hakların istenmesi olacaktı. NATO, Arnavutluk, eski Yugoslavya, iyi komşuluk ilişkileri gibi konular da kesinlikle Karamanlı Kosta ile Dora’yı terletecekti. Evet belki “biz tezlerimizinden bir santim geri adım atmayız” diyebilirsin. O zaman Hüseyin’i de beklemeyin. “ABD nerede bir çıkarı varsa oraya yönelir. Önce öper, yıkaryağlar, ardından istemleri konusunda sizi bir güzel hizaya sokar” diyerek sözü tamamladım. Bizim gazeteci dost elindeki Türk basınından çeviriler ile söylediklerimi uzun süre tarttı. Sonunda gerçeği kabul etmiş olacak ki “yarasın” diyerek uzo bardağına uzandı. O gece zaten başka konu konuşmadık. Hatta bir ara durum o kadar vahim hale geldi ki, bizim Obama’nın Atina’ya gelmesi için yazmadığını bırakmayan meslektaş, Türkiye’nin haline acır hale geldi. Ne yani sizce haksız mı? G murilem@otenet.gr C M Y B C MY B