Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 PAZAR YAZILARI 29 MART 2009 / SAYI 1201 MALMÖ PARİS birle, ikiyle yetinmeyip en az üç çocuk yapmaları halinde bunun ekonomiye getirebileceği ek yük düşündürüyor... Hıristiyan Demokratlar hazırlıklarını sürdüredursun, ülkenin en tenha bölgelerinin birinde bulunan Arjeplog Belediyesi de kent nüfusunu arttırmak için bir süredir başlattığı kampanyayı hızlandırdı. Son yıllarda adeta bir yaşlılar kentine dönüşen Arjeplog’da, doğum oranları beklenen düzeye ulaşmadı. Belediye, hâlâ sürdürdüğü uygulamayla, kente yeni taşınan çocuklu ailelere, aylık kira yardımına ve bin 50 kronluk çocuk parasına ilave olarak 25 bin kronluk hediye çeki veriyor. Çocuklu ailelerin, parayı alıp kenti terk etmemeleri için, ödemeler iki taksitle yapılıyor. Paranın 10 bin kronluk ilk taksidi birinci yılın sonunda, geriye kalan bölümü ise üçüncü yılın sonunda ödeniyor. Kente daha önce yerleşen aileler de, yeni çocuk yapmaları halinde bu haklardan yararlanıyor. G alinergis@yahoo.se Çocuk yap, köşeyi dön... ALİ HAYDAR NERGİS WELCOME UĞUR HÜKÜM “Simon, belediye havuzunda yüzme öğretmenliği yapmaktadır. Kaderin garip cilvesiyle evinde konuk ettiği kaçak göçmeni ihbar edecek komşusunun kapısındaki paspasın üstünde WELCOME yazar.” Fransa’da 18 Mart’ta gösterime giren, Philippe Lioret’in altıncı uzun metrajlı filminin adıdır “WELCOME” aynı zamanda. Sinemaya adımını akustik mühendisi olarak atan 1955 Paris doğumlu yönetmenin bütün çalışmaları kaliteli, ancak “WELCOME” kuşkusuz en başarılısı. Filmin kahramanı Simon (Vincent Lindon) sığ hayatının anlamlı tek varlığı, karısını da elinden kaçırmıştır. Gerçek amacını kısa sürede anlayacağı 17 yaşındaki Kuzey Iraklı Kürt genci, kaçak Bilal (İkinci nesil Türkiye Kürt’ü amatör, şaşırtıcı derece başarılı oyuncu Fırat Ayverdi canlandırıyor.), Simon’un yeknesak düzenine heyecan ve anlam katacaktır. Simon, İngiltere’deki sevgilisine kavuşmak, daha iyi bir hayat kurmak için Manş Denizi’ni yüzerek geçmeye kararlı Bilal’e yüzme öğreterek belki karısını kazanabilir. Simon bu kısa serüvende tanımadığı başka hassalar kazanacaktır. Burnunun dibinde yaşanan farklı bir dünyaya girerek, dayanışma, bir amaç ve dava için mücadele etmenin erdemlerini keşfedecektir. Fransa’nın Manş kıyısındaki “İngiltere kapısı” Calais, aynı zamanda, özellikle 90’larda “ümit kapısı” diye bilinirdi. Umut tacirlerinin düşlettiği yapay dünyaların kurbanı binlerce insan “liberal cennet” İngiltere’de daha kolay iş bulunur sevdasıyla, kapağı ille de oraya atabilmek hevesiyle bu kapıda bekleşir dururlar, Manş’ı kaçak geçebilmenin yollarını ararlardı. Bu arada hem Thatcher’in cenneti kof çıktı, hem de kapıdaki içler acısı “Sangatte (toplama) Kampı” kapatıldı. 2002’de kapatılan Calais Sangatte mülteci kampında yaşayan 1600 civarında Afgan, Iraklı, Sudanlı ve Asyalı ilticacı adayı sersefil sokaklara döküldüler. Tek önlem “polisiye müdahale” oldu. Kökü bu koşullarda asla kurutulamayacak kaçak göçmen akını sürerken gözaltı, sınır dışı güvenlik önlemlerinin yanı sıra 2. Dünya Savaşı’ndan kalma birtakım yasalar öne sürüldü. Örneğin 1945’te çıkartılmış Fransa’daki yabancıların ülkeye girme, oturma koşullarına ilişkin yasanın (Ceseda) L 6621 numaralı maddesi, “yasal durumda olmayan göçmenlere yardım edenlere 5 yıl hapis ve 30.000 Avro’ya kadar para cezası” öngörür. Lioret filmini bu yasa etrafında ve yasanın özünü hedefleyerek kurgulamış. Lioret’nin kamerası, son yılların büyük yazarlarından, her romanı çağdaş insani duyarlılıkla dolu Olivier Adam’ın kalemiyle birleşince ortaya balyoz gibi bir film çıkmış. Buna Vincent Lindon’un olağanüstü başarılı kompozisyonu eklenince kendinizi tam bir “gerçekçi” hikâyede buluyorsunuz. Yalın, duru, her türlü ticari abartmadan imtina edilmiş bir senaryo. Sosyalizmden dönme Göçmenlik Bakanı Eric Besson, hükümet sözcüsü Frédéric Lefebvre’in “Sorumlu vatandaş ve insanları” ihbarcılığa davet eden tavırları üzerine, Lioret’nin NaziYahudi ve işbirlikçileri benzetmesiyle ülke çapında büyüyen polemik Fransa’da neredeyse bir toplu psikanaliz ortamı yarattı. Sosyalist Partisi filmi Millet Meclisi’nde gösterdikten sonra, “Welcome Yasası” diye yeni bir yasa tasarısını resmen gündeme getirdi. Umut tacirleriyle, zor durumda olana yardım ederek “yurttaşlık görevi”ni yerine getirenlerin karıştırılmaması gerektiği savunuluyor. François Truffaut’nun “Her büyük filmin arkasında büyük bir belgesel vardır” tezini sahiplenen Vincent Lindon’un dediği gibi; “Bence sinema insanları değiştirmeye de yaramalıdır. Simon, canlandırdığım kişilik film süresince değişen, ilerleyen bir insan. Hayatta değişen, ilerlemesini bilen erkek veya kadından daha çekici, cazibeli hangi yaratık olabilir ki?” G İ sveç’e ilk geldiğim günlerde iki şey dikkatimi çekmişti. İlkinde, İsveçli yaşlı bir kadının koluna girerek onu trafik ışıklarından karşıya geçirmek istemiştim. “Evladım, Allah razı olsun. Tanrı, ne dileğin, muradın varsa versin!” demesini beklerken, kadın, kolumu sertçe iterek, “Yardımına gereksinmem yok, karşıya geçmeyi kendim başarabilirim” demişti. Yeşil ışık yanar yanmaz dimdik yürüyerek karşıya geçmiş, arkasından bakakalmıştım. Bu, İsveçli yaşlının kendine özgüveniydi... İkinci deneyimimi de Stockholm metrosunda yaşamıştım. Orta yaşlı bir İsveçli, metroya annesiyle birlikte binen küçük bir çocuğa yerini vermişti. Bana Stockholm’u gezdiren sevgili dostum Durusoy Yazan’a, bu davranışı biraz abartı bulduğumu söylemiştim. Dostum, “Hayır, hiç de değil” demişti; “İsveç’te, çocuklara ve yaşlılara karşı bu sevecenlik hep gösterilir. Onlarla çocukluklarını ve geleceklerini yaşarlar. Bu davranışı anlamlı kılan başka bir neden de, çocukların ve yaşlıların diğer yaş gruplarına kıyasla daha savunmasız olmalarıdır. Onları bir yere çarpma ve yere düşme tehlikesinden korumak için yer verirler.” Onu dinlerken, Adana, Kayseri, Ankara yollarında, amcalara, teyzelere yer vermek adına, tabureler, un, bulgur, patates çuvalları üzerinde yolculuk yaptığım çocukluk günlerimi anımsamıştım... Şimdi, önümdeki gazete haberlerine bakarken o günlere bir kez daha gittim... İsveç’te, iktidardaki sağ koalisyonun Hıristiyan Demokrat ortağı, ülkede çok yavaş ilerleyen doğum oranını hızlandırmak için yeni bir yasa önerisi üzerinde çalışıyor. Yasayla, yeni doğum yapan anneye 10 bin İsveç Kronu ödül verilmesi öngörülüyor. İstatistiklere göre, yaklaşık dokuz milyon nüfusa sahip İsveç’te, geçen yıl, 108 bin 301 çocuk dünyaya geldi. Bu gidişle, ülke nüfusunun bir milyon artması için en az on yıl beklemek gerekiyor. Yaşlı nüfusun yıldan yıla artış kaydediyor. Hıristiyan Demokratlar’ın, bu önerisine diğer partiler de sıcak bakmak istiyor, ancak, tek çekinceleri ülkeyi kasıp kavuran küresel kriz... Önerinin hayata geçirilmesi halinde, ilk aşamada bir milyar kronu gözden çıkarmak gerekiyor. İşsizlikten ve ekonomik sorunlardan bunalan ailelerin, LONDRA Weldon’un cenneti... MUSTAFA K. ERDEMOL G ünümüz İngiliz edebiyatının popüler adlarından biridir. Kimi kitaplarını bilirim ama tarzı bana uymadığından pek de okumuş değilim Fay Weldon’u. Uzun yıllar, İngilizlerin Anglikan mezhebine bağlı, pek de dindar olmayan bir Hıristiyanken, 2005’te vaftiz edilerek Katolik’liğe döndü. Katolik inancına göre, bir Hıristiyanın cennete gitmesi için vaftiz olması şart. Yoksa imanlı da olsa Limbo adı verilen ara yerde sonsuza kadar kalır. Birçok Anglikan mezhebi üyesinin, özellikle ilerleyen yaşlarında, yani giderayak, mezhep değiştirip Katolik’liğe dönmesi az rastlanır bir durum değil İngiltere’de. Tony Blair de, başbakanlığı bırakır bırakmaz, ne tür ciddi hesaplaşmalar yaptıysa, Anglikan’lıktan, Katolik’liğe dönmüştü. Bu dönüşlerde, dönemin papasına karşı iktidar kavgasına giren Kral Henry’nin papalıka tepki olarak İngilizlere özel bir mezhep uydurmasının büyük etkisi var. Artık Kral Henry gibi düşünmeyen, bugün papalıkla kavganın bir anlamı olmadığına inanan İngiliz sayısı gittikçe artıyor. Hem kim Limbo’da sonsuza kadar kalmak ister ki? Anglikan kilisesinin “komünist” lakaplı Başpiskoposu Rowan Williams’ın, dindar Hıristiyanları çıldırtan söylemleri de ayrılmaları hızlandıran nedenlerden. Williams harika bir adam, bilmenizi isterim. Fay Weldon’un Katolik’liğe dönmesinin nedenleri nedir bilemem. Ancak Weldon’un çok eğlenceli bir kadın olduğunu söylemeliyim. Katolik olmasından kısa süre sonra, alerjik bir nedenden ötürü ölümün eşiğinden döndü. Şaka değil; kalbinin durduğunu, yapılan müdahalelerle yaşama döndürüldüğünü okumuştuk. İşte kalbinin durduğu, tabii ki Darfurlular “Mavi Altın” suyun peşinde... Sudan’ın durumunu özetleyebilecek üç kelime; iç savaş, diktatörlük ve sefalet. Fotoğraf, Darfur’un Al Fasher kasabasındaki mülteci kampından. Sudanlı mülteciler sularını almak için toplanmış. Darfur’da kuraklık yüzünden çıkan 2003’teki yerel isyanın ardından, bölgedeki kabileler ile Hükümet tarafından kurulan milis kuvvetleri arasında çatışmalar başlayınca onbinlerce Sudanlı yerlerinden edildi. Su bölgede “mavi altın” statüsünde... çok kısa olan, o sürede, “öteki dünyada” nelere tanık olduğunu anlatmış Weldon. Katolik’liğin cennet tanımına uymayan manzaralar gördüğünü söylüyor ki, evlere şenlik. Katolik’liğin tanımladığı cennette, cennet kapısı İncillerle süslüdür, malum. Fay Weldon çok şaşırmış, “Kapı İncil’liydi ama çift camlıydı” diyor. Çift cam belirlemesi çok hoş. Gürültüden kaçalım derken, pencerelerimize taktığımız bu camlar yüzünden evlerimizi yaşama kapalı bir alana çevirdiğimiz doğrudur. Cennette de benzeri bir sorun var yani. Cenneti nedense sadece İngilizlere ait sandığı çok ortada Weldon’un. “Tam bir İngiliz zevksizliği vardı” demesinden anlaşılıyor bu. Cennette hâkim rengin İngiliz kahverengisi olduğunu belirtiyor. Diğer renkler ise portakal ile pembe tonlarıymış. Zorla anlamlar yüklemeye çalışmayayım ama portakal renginin cennette Weldon’un gözüne çarpması, oradaki Katolik İngilizlerin, bu renge siyasi, dini, tarihi anlamlar yükleyen Protestan İrlandalılarla kapışmaya devam edeceklerini gösteriyor sanki. Weldon’un cennet turu, uzun süremiyor ne yazık ki. Cehennemin kapısını koruyan üç başlı köpek Cerberus’un kendisini sürekli içeriye çekmeye çalıştığını ama birilerinin muhtemelen doktorlar bırakmadıklarını söylüyor. Cennetin kapısı önündeki bu tanıklığın moralini bozduğu çok belli. “Kapı aralandığında orada da dünyadaki gibi sürekli bir kargaşanın, kavganın olduğunu gördüm” diyor. Bunca yıl bir Anglikan olarak yaşayıp, son anda “Ne olur ne olmaz cennete gitme şansını yitirmeyeyim” diyerekten Katolik olan Tony Blair ve “Ne yaptıysam Tanrı adına yaptım” diyen Evangelist Bush da ola ki girerse, cennetin nasıl bir yer olabileceği konusunda herkes bir fikir edinmiştir herhalde. Orada da kavga, dövüş, sınıf farkı, vs varsa öbür dünyaya gitmenin anlamı yok. En iyisi ölmemeli. G ATİNA Kiralık helikopter aranıyor... MURAT İLEM merikanYahudi tezgâhı olduğunu düşündüğüm evrensel kriz başladığından bu yana sürekli düşünüyordum. “Ne yapmalıyım?”, “Ekonomik olarak nasıl yırtmalıyım?” soruları kafamı meşgul edip duruyordu. Nihayet geçen ay Atina’da yaşanan bir olay ile sorularıma cavap buldum(!) İnsan kaçıracağım. Sıfır riskli bir iş(!) Bu şekilde milyonlarca Avro kazanmayı amaçlıyorum. A Şubatta Atina’nın sözde çok sıkı korunan ünlü Koridollos hapishanesinden aynı adam iki yılda iki kez helikopterle kaçtı. Bu kaçışın ona milyon Avrolara patladığı söyleniyor. Firar olayını çevredeki evlerden videolarına çekenler televizyonda “Vallaha bu defaki kaçışı çok beğendik, iki yıl önceki kaçış daha amatördü” diye yorumlar yaptılar. Haksız da değiller. Sen kalk iki yıl içinde ikinci kez helikopteri koğuşunun önüne indir, ardından turistik seyahate gider gibi bin git... Bazı mahkumlir olayı kıskansa da, Paliokosta’yı firar ederken alkışlamaktan geri durmadılar. Kaçış görüntülerini videoya çeken bir meraklı vatandaş ise “o kadar alkış ve tezahürat vardı ki, hanımla kendimizi AEK maçında zannettik” diye olayı özetledi. Peki, tüm bu olaylar olurken polis ne yaptı? Ya gardiyanlar? Polisin biri helikoptere ateş açayım derken kendini vurmuş. Gardiyanlar ise meşgullermiş(!) Gördünüz mü işim ne kadar kolay(!) Zaten bu durum beni adam kaçırmaya itti. Toplam operasyon 23 dakika sürmüş. Benim için yeter de artar. Geçtiğimiz haftadan bu yana helikopter arıyorum. Öyle üç beş kişilik kakalaklardan değil, çok büyük bir helikopter arıyorum. Param olmadığı için işi bitirdikten sonra ödeme yapmak kaydıyla “kiralık Chinook” helikopter peşindeyim. Amacım tepeden baba bir helikopterle gelip tek seferde tüm hapishaneyi boşaltmak. Onun için de “bana Chinook yakışır”. İlk aldığım bilgiler “uçan kale” diye adlandırılan bu helikopteri Dünya’da sadece on altı ülkenin kullandığı yönünde. İçine F16 uçakları ve tanklar dahil yüzlerce tonluk araçgereç yüklenebiliyormuş. Ben bunların yerine en azından beş yüz mahkum yüklerim diye düşünüyorum. Mafya babalarından beş yüz bin Avro, uyuşturucu kaçakçılarından dört yüz, insan tacirlerinden üç yüz, banka ve adi soygunculardan iki yüz bin Avro almayı düşünüyorum. Bu organizasyon sonunda en azından 1520 milyon Avro kazanmayı hedefliyorum. Üçüncü dünya ülkeleri ile temastayım. Yakında basınyayın organlarında “Yunanistan’da görülmemiş firar” başlıkları altında haberler okursanız, bilin ki kefeni yırttım. Bu operasyon Yunanistan’da hükümetin durumunu güçleştirir mi, diye sorarsanız, bana göre kesinlikle güçleştirmez. Aksine Kostas Karamanlis’in işine bile gelir. Çünkü o da yakın arkadaşı R.T.E. gibi “kuşa bakın” politikaları izliyor. Ekonomik krizden çıkabilmek için yakında “kelle vergisi” bile koymaya hazırlanan iktidar partisi için benim planım bulunmaz nimet(!) G murilem@otenet.gr C M Y B C MY B