Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
15 ŞUBAT 2009 / SAYI 1195 3 Hocam gitmek için erken değil mi? M ailler akıyor, hepsi bir şeyler söylüyor Türkel Minibaş’a dair, kimi hiç yüz yüze gelmemiş, kimisi öğrencisi olmuş, kimisi bir kürsüde yan yana düşmüş... Öğrencilerinden biri onu sevme nedenini, bitirme tezinde tam ters görüşler sunmasına rağmen “Bu senin görüşün, tek bir satırına bile dokunmam” demesini anımsıyor, acıyla… Çocuk, arkadaş, eş, sevgili, hoca, dost, okur... Herkesin bir başka Türkel Minibaş’ı var. 26 Ekim’de yayımlanan röportajda hepsi olarak konuştu, yani bütün haliyle. Yazılamayanlar oldu elbette, yazılmamasını istedikleri, gülüştüklerimiz ya da küfrettiklerimiz… Cep telefonumda röportaj yayımlandıktan sonra yazdığı hisleri kaldı, ölümüne inat. Alacaklı ayrıldı, hayatını yazmamı istemişti, kitap yapmamı… O tarihle onun ölümü arasına benim bir yakınımın ölümü girdi, kaldı… Ona olan borcumun bir kısmını, röportajın özetini yayımlayarak ödüyorum: Cesur mu, deli mi? Belki de yakılmayı umursamayan bir cadı! Eğer cadıysa da bir sınıfı var, hayatı sınıflar üzerinden okuyor. Dik başlı. Neşeli bir asi. Bildiğini yazıyor, bildiğini okuyor. Tek kafa karıştıran yanı ismi, onu yazılarından tanıyanlar erkek sanıyor. Gerçek ortaya çıkınca düşüncenin ve yazının erkeğin tekelinden çıkma hali kadınları için için sevindiriyor, ihtimal erkekleri kıskandırıyor. Oysa onun erkeklerle bir rekabeti yok, sadece varoluşunu yaşıyor… Şimdilerde, en çok ekonomik krizden nasıl ve ne kadar etkileneceğini hesaplayarak korkanların ona ihtiyacı var. O iyimser… Belli ki bu iyimserlikte kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardan yana tuttuğu safın cesareti var... Haydi, adını söyleyelim artık, Türkel Minibaş… Profesör. İktisatçı. Köşe yazarı. Bu röportajda, ekonomiye, politikaya ilişkin düşünceleri de var, ama en çok bir cadı olmanın hikâyesi anlatılacak… İyi de nereden başlamalı? Fatih Şehir Tiyatrosu’nun sahnesi. Çocuk Tiyatrosu için seçimler yapılıyor. Herkes gibi o da şiir okuyacak. Sahne bu, sular gibi bildiği Ziya Gökalp’in “Kızıl Elma”sını unutuveriyor. Susuyor. Gözleri kulise, kulisin karanlığına takılıyor. Bir kulise, bir ön sırada kendisini izleyen yaşlılara bakıyor. O an anlıyor ki, eğer şimdi o karanlığa dalarsa bir daha çıkamayacak. “Ben” diyor “Size bir türkü söyleyebilir miyim?” Yaşlı bir ses “Söylesin” komutunu veriyor, çocuk “Arpa buğday geç olur”la ront yapmaya başlıyor. Cesareti sahnede kalmasını sağlıyor, iki yıl başrol oynuyor. Yaşlı sesin sahibi ise Muhsin Ertuğrul. Başrollerinden birinde sahne arkadaşları konservatuvar öğrencileri Müjdat Gezen ve Savaş Dinçel. Yetişkinler onları, çocuklar ise Türkel’i izlemeye geliyor. Hiç eksilmeyecek tiyatro tutkusu, üniversitede tiyatro kulübünde yer alacak, Müjdat Gezen’in okulunda hocalık yapacak… Nasıl yaşadıysa öyle öldü, dik başlı, neşeli ve iyimser… Yasını şimdi safında durdukları tutuyor; yoksullar, işsizler, işçiler ve kadınlar… Prof. Dr. Türkel Minibaş artık yok. Okurlarını ve öğrencilerini tam ekonomik krizin ortasında, düşünceleri ve yazdıklarıyla baş başa bıraktı… Berat Günçıkan Çocuk, arkadaş, eş, sevgili, hoca, dost, okur... Çünkü ailesi tiyatrocu olmasına izin vermeyip onu Cibali Kız Ortaokulu’na verecek. Türkel’e biçim veren ailesinin kırık, kırgın kadınları ve onların acılarını temize çekmeyi yüklenen erkekleri. Zayıf ve uzun boylu olduğu için ablalarının aksine, bir zengine değil, “İki çıplak bir hamama yakışır” denilerek bir memura verilen, acısını kız doğuran gelinine eziyet çektirerek yatıştırmaya çalışan babaannesi Emine olmasa Türkel uzun saçlı, elbise giydirilen, bebeklerle oynayan bir kız çocuğu olarak büyüyecek. Ama olmuyor çünkü babası saçlarını hep kısa kestiriyor, hep pantolon giyiyor ve bir kitap kurdu olarak bir kitap dükkânı açmayı hayal ediyor. “Bu hayali, çok kitap gördüm, çok kitap okudum diye bilinçli olarak kurduğumu hiç sanmıyorum” diyor Türkel “dibinde o gün için erkeklere ait olan işleri yapma isteği vardı”... Anneanneye gelince, tipik, bildik kadınlardan, lise mezunu, ud çalıyor, ama terliğine kadar her şeyi kocası alıyor… Minibaş’ın annesi Nurten Hanım’la babası İhsan Bey Edirne’de tanışıyor. O gün lise öğrencileri kampı ziyaret ediyor. Soğuktan titreyen bir göçmen çocuğa sırtındaki yeni kazağını çıkarıp veren Nurten, İhsan Bey’in gözünden kaçmıyor. Türkel’e göre aşk sanılan bu ilgi evlilikle sonuçlanıyor. Nurten’in çeyizinin demirbaşı kitaplar, ama ille de Auguste Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm”i. Kitap, hiç de alışık olunmayan bir ilişki yaşanacağının ipuçlarını veriyor. Türkel 1953’te, Fatih’te doğuyor. Kendi tanımıyla İstanbul’da kütüphaneli bir evde doğup büyüyen ayrıcalıklı çocuklardan. Bir ayrıcalığı da erkek kardeşiyle eşit tutulması ve kendi kararlarını verebilme hakkı. Bir çocuk için ağır bir yük bu, çünkü karar vermek sorumluluğu da üstlenmek demek. Babaannesinin kırık öyküsünü annesi tamir ediyor, her konuda eşiyle tartışarak, eşitlik hakkını kullanarak, kızını yönlendirerek. Türkel ondan “İnandığın şeyi sonuna kadar savunacaksın”ı öğreniyor. Bu yüzden 1920 yaşına geldiğinde “erkek kız” yetiştirme hissine, bir ordunun içine salarım, hiçbir şey olmaz” diyen babasına “Sapık mıyım ben” diye soruyor “Ne eksiğim var?” Bu cümleyle kadınlık rüştünü ispat ediyor, artık kırmızı oje sürüp, mini etek giyebilir… 27 Mayıs günü, ilkokul birinci sınıf öğrencisiyken elinde bayrak, “Olur mu böyle olur mu” diye dolaşıyor sokaklarda. Fatih semt kütüphanesinde soluklanıyor, durmadan okuyor. 12 Mart’a üniversite birinci sınıfta, Galatasaray İşletme’de yakalanıyor. Deniz Gezmiş’lerin asıldığını haber veren gazeteleri almaya ne o ne arkadaşları cesaret edebiliyor, aralarında en “normal” görünümlü birini göndermeleri bir utanç olarak belleğine kazınıyor. Birkaç yıl sonra bir kez daha sokağı kullanıyor, bu kez devlet üniversitelerinde özel üniversite statüsünün uygulanmasına karşı çıkıyor, hocalarından teksir değil kitap istiyor, boykotlara katılıyor. Üniversite bitip de bursla Amerika’ya gittiğinde de politikadan uzak durmuyor… Kendisine iki gelecek biçiyor, biri profesör olmak, diğeri Cumhuriyet’te köşe yazarlığı yapmak... İkisini de gerçekleştiriyor. Profesörlüğü isteme nedeni kariyer değil, sözünü dinletebilme arzusu. Öğrencilerinin gözünde o iyi ders anlatan, pratikle teoriyi birleştirme becerisine ve öngörüye sahip bir hoca. En önemlisi de bakımlı. O kendisi için süslenen kadınlardan, gece yarısı kalkıyor, makyajını yapıyor, ya bir kitap alıyor eline ya bir film izliyor. Hastalığına rağmen bu bakımlı halini koruyor ve neşeden vazgeçmiyor. Bu bakımlı hali okurlarını da şaşırtıyor, isminden ve yazılarının “sert”liğinden bir erkek beyninin ürünü düşünceleri okuduklarına inananlar, bir yerlerde kendisiyle ya da fotoğrafıyla karşılaştıklarında “Aaa kadınmış” sözü dökülüyor ağızlarından “hem de gülüyorlar”. Yazımıza “Cesur mu, deli mi” diye sorarak başlamıştık. Yanıtı deliliği akıl hastalığından ayrı tutarak Türkel Minibaş veriyor: “Her deli cesur olmaz, deliler korkak da olabilirler. Delilikte yaratıcılık, öteyi görebilmek vardır, ama cesur bir deli bunların hepsini bir araya getirerek analiz yapandır… ” G DERGİDEN şitlik… Özgürlük kadar korkutucu, baş döndürücü ve talepkâr… Hele de söz konusu olan kadınerkek eşitliğiyse… Geçen hafta TBMM Anayasa Komisyonu’nda “KadınErkek Eşitliği Komisyonu”nun kurulması sırasında yaşanan tartışmada işte bu korku bir kez daha su yüzüne çıktı. Dahası muhafazakâr politikaların ve politikacıların kadını konumlandırdıkları yerden bir milim bile kıpırdamadıkları gözler önüne serildi. Söz alan milletvekilleri, erkek şiddetiyle kezlerce çürütülmüş “Cennet annelerin ayağı altındadır” sözüne de yaslandı, eşitliğin sağlanmasının öbür dünyaya olan inancı sarsacağından duyduğu kuşkuyu da dillendirdi. Bakıldığında tartışma konusu sadece tek bir cümleden ibaret: Komisyonun adı “Kadın Erkek Eşitliği” mi olsun, yoksa “Kadın Hakları İzleme” ya da “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği” mi? Milletvekilleri arasında komisyonun adından “erkek”i çıkarmak isteyenler de çıktı, üstelik de bir kadın. Oysa tartışılan eşitliğin kapsayıcılığı ile fırsatın sınırlayıcılığı arasındaki farktı. Bu yüzden de bir başka milletvekili “Fırsat eşitliği demek, bize yakışır” deyiverdi. Aralarında eşitliğin ileride kadınların başına bela olacağını savunanlar da oldu. Kadınları birkaç günlüğüne diken üzerinde tutan, feministleri milletvekillerine komisyonun adının eşitlik olması için faks yağmuruna tutturan “fırsat eşitliği” talebinin altında kadınların erkeklerle eşitliğinden duyulan korku yatıyor elbette. Fırsat eşitliği, bireyin yani kadının talepleriyle, koşullarıyla, kültürüyle ölçülebilir bir durum. Fırsattan yararlanır ya da yararlanmazsınız… Dahası kapitalist sistemin eşitliği değil rekabeti körüklediği, sıkıntıları “sosyal devlet” politikalarıyla, fonlarla gidermeye çalıştığı yapısı içinde tanınacak fırsatın sınırları da deneyimlerle sabit. İşsizlikte, yoksullukta, yoksunlukta fırsat eşitliği! Fırsat eşitliğinde bu kadar direnmenin bir anlamı da dinle, kültürle, töreyle kadın üzerine atılmış ağa dokunulmaması. Eşitliğin hedeflediği tam da bu ama… Kadın üzerindeki her türlü baskıyı kaldırmak onu eşit bir birey kılmak… Politikada, ekonomide, eğitimde, çalışma hayatında, kültürde, sanatta, gündelik hayatın kullanımında tam bir eşitlik ise erkek iktidarını yerle bir edecek çünkü… Barışın, özgürlüğün dili eşitlikte güçlenecek, şiddet bu eşitlikte durdurulabilecek… İşte bu nedenle bu tartışma kadınlar için bir “fırsat”. Eşitlik istiyorsanız, siz de AKP’li milletvekillerine, Anayasa Komisyonu üyelerine faks çekebilirsiniz… Komisyon Başkanı Burhan Kuzu: (0312) 420 53 38 Başkanvekili Güldal Akşit: (0312) 420 69 66 İyi haftalar... Berat Günçıkan (bguncikan@yahoo.com) E Cumhuriyet DERGİ* İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase İlknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Koordinatör: Neşe Yazıcı / Hakan Çankaya Reklam Müdürü: Dilşad Özkaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri/Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul * Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet.com.tr C M Y B C MY B