17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 YEMEK 7 EYLÜL 2008 / SAYI 1172 Aylin Öney Tan Murat Sayın Aytmatov’la farklı dünyalarda Ataol Behramoğlu rada anımsayamadıklarım olsa da Cengiz Aytmatov’la üç karşılaşmamız bende iz bırakmıştır. Bunlardan ilki 1975 yılında İstanbul’dadır. Bu sanıyorum Aytmatov’un da Türkiye’ye ilk ziyaretiydi. 1975 bizim yakın tarihimiz bakımından önemli bir yıldır. Ecevit rüzgârının estiği bir dönemdi. 12 Mart geride kalmıştı. Ülkenin geleceğine ilişkin umutlar yeniden canlanmıştı. Benim kişisel yaşamımda da önemli bir dönemdi. 4 yıl süren, önce gönüllü, sonra zorunluya dönüşen ilk yurtdışı sürgününden dönmüş, “Militan” dergisini çıkarmaya başlamıştım... Yazarlar Sendikası kurulmuş, Yaşar Kemal’in, daha sonra Aziz Nesin’in başkanlığında sesini ve etkisini duyurmaya başlamıştı... 12 Mart 1970 süreçlerinde kesintiye uğrayan toplumcu edebiyatın yeni bir yükselişe geçtiği, her kuşaktan toplumcu yazarların ortak eylemlerde bir araya geldikleri coşku dolu bir dönemdi... Aytmatov, Türkiye’ye tam bu sırada geldi... Gazeteciler Cemiyeti salonundaki konuşmasında çevirmeni bendim... Neler söylediğini şimdi anımsamam mümkün değil. Fakat bunlar “Militan”ın Ocak 1975 tarihli ilk sayısında yayınladığımız “AsyaAfrika Yazarları V. Kurultay Söylevi”nde söylediklerinden farklı şeyler değildi. Eylül 1973 tarihli bu söylevinde Aytmatov özetle, edebiyatın sömürgecilikle ve onun “tüm manevi biçimleriyle” savaşması gerektiğinden, yaşadığımız çağda “ahlaksal gelişimle bilim ve makineleşme gelişimi arasındaki orantısızlık nedeniyle” bugün bu edebiyatın başlıca görevinin “insanın kendine ve hayata olan inancını pekiştirmek” olduğundan, edebiyatın ancak “gerçekçi bir temel üstünde hayatı olanca çok biçimliliği, karışıklığı ve renkliliğiyle” anlatabileceğinden söz etmektedir... Bunlar dün olduğu gibi bu gün de her gerçekçi, toplumcu yazarın savunduğu ortak görüşlerdir... Fakat kendi aramızdaki konuşmalarımızda Aytmatov daha çok “ulusal” sorunla ilgiliydi ve bu konuda sıkıntılı olduğu hissediliyordu... Bu ise bizde, hiç değilse kimilerimizde, Türkiye’nin betimlediğim ortamında, az çok bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Özellikle Bekir Yıldız’ın ciddi bir hayal kırıklığı yaşadığını bugünmüş gibi anımsıyorum. Asıl neden hiç kuşkusuz, Aytmatov’un bizim ancak uzaktan gördüğümüz farklı bir dünyanın içinden, o dünyanın sorunlarıyla dolu olarak gelmiş olmasıydı... Bu kişisel sohbetlerde onun Türkiye Türkçesi konuşma çabasını, başardığında duyduğu çocuksu sevinci unutamam... Anımsadığım ikinci karşılaşmamız yine İstanbul’da, 2000’li yılların başlarındadır. Bu kez çevresi bizim “sağcı”larımızla kuşatılmıştı. Türkiye’ye de zaten o çevrelerin konuğu olarak gelmişti. Taksim’deki bir otelin lobisinde onunla uzun bir söyleşi yaptım. (Bu söyleşinin nerede yayınlandığını ne yazık ki anımsayamıyorum, dosyalarımda da bulamadım). Aytmatov anımsadığımca bu kez “küreselleşme” olgusuyla ilgiliydi. Bir başka deyişle, Türkiye’nin sorunları, bizim ülkemizdeki siyasalideolojik farklılıklar vb. yine pek fazla umurunda değil gibiydi. Çok doğal olarak dünyanın bu yeni döneminde de yine, ilgi odağında yeni sorunlarıyla kendi ülkesi bulunmaktaydı. Aytmatov’la son karşılaşmamız, ikinci karşılaşmamızdan bir iki yıl sonra Bişkek’tedir... Başlıca sorunu ve çabası, yeniden yapılanma döneminden geçmekte olan ülkesinin bunu başarıyla gerçekleştirmesiydi ve çevresindekiler arasında şimdi Türkiye’den işadamları da bulunmaktaydı... Her üç karşılaşmada da Aytmatov’la insanlığın ve edebiyatın genel sorunları dışında, Türkiye özelinde pek fazla derinleşme olanağı bulamadığımızı anımsıyorum. Bunun başlıca nedeni belki de, yukarıda özetlediğim konuşmasındaki temel değerlerde buluşmamıza karşın, özeldeki ilgi alanlarımızın, kendi ülkelerimizin kendine özgü ve her dönemde az çok birbirinden farklı sorunlarında odaklanmış olmamızdı... G [email protected] Gelin gibi... T aşların arasından kanatlarını açmış bir peri gibi çıkmıştı. Yaygın çalı gibi bitkisinin yaprakları arasında güneşe uzanmak istiyormuşçasına bembeyaz dimdik duruyordu. Gördüğüm en hoş çiçeklerden biriydi. Yüzlerce yıldır tarihin bekçiliğini yapan tapınağın temel taşları arasında kendine emin bir yuva bulmuştu. Neredeyse 30 yıl önce mimar olarak çalıştığım Çanakkale, Apollon Smintheus kazısında elimde metre ortalığa saçılmış kolon parçalarını ölçerken gördüğüm çiçeğin en sevdiğim lezzetlerden birinden doğduğunu henüz bilmiyordum. İtinayla kâğıtlar arasına yerleştirip ağırlıklar altında kuruttuğum güzel çiçeğin meğerse salamurasını makarnalara kaşık kaşık kattığım kapari tomurcuğunun açmış hali olduğunu neden sonra idrak ettim. Bilseydim bütün yaz çiçeklerin açmasını bekleyeceğime asıl tomurcukları toplardım. Şimdiki aklımla en iyi çiçeğin yiyebildiğim çiçek olduğuna inanıyorum. Kapari birçok bitki için olumsuz olan koşullarda bile yetişebiliyor. Taşlık, kıraç, kuru, güneşli yerleri özellikle seviyor. Deniz seviyesinden iki bin metre rakıma kadar aşırı nemli ve yağışlı olmayan her yerde yetişebiliyor. Kökleri çok derinlere gidebildiğinden ve araziye yayılarak toprağı şemsiye gibi koruduğundan erozyonla mücadelede inanılmaz sonuçlar verebiliyor. Ege kıyılarından Güneydoğu’ya kadar Karadeniz dışında birçok bölgemizde kendi kendine yetişiyor ve yöre halkı için ciddi gelir kaynağı oluyor. Kaparinin bu özelliğini keşfetmemi ise başka bir kazı alanına borçluyum. Pamukkale Hierapolis ören yerinin tepesindeki kaçak Ören Mahallesi’nin taşınması söz konusuydu. Halkın geçiminin turizmden olduğu düşünülürken en önemli gelir kaynağının kapari toplayıcılığı olduğu ortaya çıktı. Pamukkale ve Denizli civarında köylünün topladığı kapari aracılar vasıtasıyla Fransa’ya satılıyor ve önemli bir gelir getiriyordu. Kaparinin Anadolu toprağından yabancı sofralara yolculuğu zeytinyağında olduğu gibi… Bizden toptan alınan kapariler salamuraya yatırılıyor veya tuzlanıyor, şık şişelerde dünya piyasasına sunuluyor. Başta İspanya olmak üzere pek çok lezzet severin sofrasını Anadolu kaparisi süslüyor. Pek çok ülkeye de İspanyol, Fransız, İtalyan etiketleri altında satılıyor. Kapari bitkisi her türlü olumsuz koşulda yetişiyor yetişmesine ama tohumdan bitkiye dönüşmesi hiç de kolay olmuyor. Minik bir tomurcukken toplanan sofralık kaparilerin çiçek olmayı becerebilenleri bir süre sonra meyveye dönüşüyor. Kapari karpuzu denilen bu meyve aslında minik bir salatalığı andırıyor ama içi karpuz gibi kırmızı oluyor. Yerel olarak it hıyarı, karga kavunu, yılan kabağı gibi isimlerle anılan bu meyve de toplanmazsa eğer bir süre sonra tohuma kaçıp patlıyor. İşte bu tohumlar karıncaların sevinci oluyor. Kışlık yuvalarına asker disipliniyle kapari tohumu taşıyıp duran karıncalar kaparinin yeniden üreyebilmesinin tek umudu. Kapari tohumu eğer yaşken toprakta çimlenme imkânı bulamazsa kuruyup sertleşiyor ve kendi kendine çimlenemeyecek kadar sert bir doku ile çevreleniyor. Bu sert doku ancak karıncanın ağzındaki asit ile eriyebiliyor. Böylece karıncanın yuvasına götürürken etrafa döküp saçtığı tohumlar çimlenip kök salma şansını yakalayabiliyor. Karıncanın doğanın döngüsüne yaptığı bu karınca kararınca katkının etkileri büyük. Kapari toprağı koruyor, geçim kapısı oluyor, yemeklere lezzet katıyor, dahası hastalara şifa oluyor. Lösemi, gut, MS hastalıklarına olan olumlu katkıları bilimsel araştırmalara konu oluyor. Son iddialara göre kapari kırmızı etin kolesterol yapan etkilerini yok ettiği gibi aynı zamanda afrodizyakmış. Son yıllarda kaparinin kaderini karıncaya bırakmamak için bir grup kadın tarafından girişimler başlatıldı. Laboratuvarda tohum çimlendiriliyor ve fide üretiliyor. Özellikle kırsal bölgelerde kadınlara gelir getirici alan yaratmayı ve kadın emeğini desteklemeyi amaçlayan Zeytindalı Kadın, Çevre, Kültür ve İşletme Kooperatifi, “Tohumla Başlayan İlk Adım” adı altında bir proje başlattı. Kapari fidesi üreterek tarıma uygun olmayan bölgelerde yaygınlaştırmayı, kaparinin getirileri konusunda halkı bilinçlendirmeyi ve kırsaldaki kadınlara kaynak oluşturmayı hedefleyen proje bir taşla iki kuş vuruyor. Kapari üretmek ya da projeye katkıda bulunmak isteyen gönüllüler [email protected] adresi veya 0312 212 24 65 telefonundan iletişime geçebilirler. G [email protected] A Rifat Mutlu ([email protected]) Kaparili sarmısaklı makarna Kapari bazı tarifler için mutlak bir malzeme. Fransız, İspanyol ve İtalyan yemeklerinde bol bol kullanılıyor, İskandinav açık sandviçlerini süslüyor, balık yemeklerinde özellikle aranıyor. Rémoulade, ravigote, tartare, tapenade gibi tarifler kaparisiz olmuyor. Sarımsak ve zeytinyağıyla ise tadı adeta ağızda patlıyor. Adam başına: 100 gr. makarna, 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı, 1 diş sarmısak, 1 çorba kaşığı kapari, 23 dal taze mercanköşk, tuz, kırık karabiber. Makarnayı bol tuzlu suda haşlayın. Makarnaların dirice kalacak şekilde haşlanmasına yakın zeytinyağını tavada ısıtın. Ezilmiş sarmısak ve kaparileri yağda alt üst edecek kadar çevirin. Makarnayı haşlama suyu içinden bir makarna maşası veya kevgir yardımıyla alarak doğrudan tavaya koyun. Böylece haşlama suyunun da bir miktarı tavada sosun içine katılacaktır. Taze veya bulamazsanız kuru mercanköşkü katarak hemen servis yapın. Mercanköşk bulamazsanız taze fesleğen, reyhan veya kekik kullanabilirsiniz. Dikkat, kapari tuzludur, makarnanın tuzunu ve biberini herkes sofrada kendi ayarlasın. MİZAH MAĞARA ADAMI / Tayyar Özkan (www.tayyarozkan.com) C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle