22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 Hollywood bezgini Verhoeven Antalya’da Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, 45. Antalya Film Festivali’nin konuğu. Festival kapsamında 4. Uluslararası Avrasya Film Yarışması’nın seçici kurul başkanlığını üstelenen Verhoeven, Robocop, Temel İçgüdü, Şov Kızları ve Kara Kitap’ın yönetmeni… Filmlerinde, kapitalizmi, ikiyüzlülüğü ve bağnazlığı eleştiriyor… ESMA REDZEPOVA Esma Redzepova, çingenelerin o alışkın Şarkılarım ve çocuklarım... Berat Günçıkan şarkı söylemeye başladığında nerede olursa olsun, kaç metrekare ederse etsin sahne küçülüyor. Sesi kulağa değdiğinde, kulak sahibine kendinden başka kaçacak yer kalmıyor. Dünyanın bütün kederi ve neşesi Esma Redzepova’nın şarkılarıyla değiyor tenine, etine… Soluğunu yeniden bıraksa da artık fayda etmiyor, ses bedenine yapışıp kalıyor. 40 yıldır binlerce konser veren, onlarca albüm yayımlayan Balkan ve Çingene müziğinin güçlü sesi Redzepova bize de yabancı değil. Haziranda Kardeş Türküler’in 15. yıl konserlerine katıldı, geçen haftanın başında da Aya İrini’de bir konser verdi… Aklını ve müziğini etnik ayrımcılığa, hoşgörüsüzlüğe ve çocukların yaşadığı şiddete karşı kullanan Redzepova sorularımızı yanıtladı… olduğumuz yüzünün, müziğin uluslararası temsilcisi. “İtibar”dan yana şanslı bir Çingene. Bu şansını Yugoslavya’da, etnik O ayrımcılığın yaşanmadığı bir ülkede doğmuş olmasına bağlıyor. 47 çocuğu, 117 torunu ve şarkıları onu dünyaya karşı dik ve umutlu tutuyor… Temel İçgüdü. Kara Kitap (üstte). Şov Kızları (sağda). Aslı Selçuk ntalya Film Festivali’nin bu yıl da uluslararası konukları var. Onlardan biri de Hollandalı ünlü yönetmen Paul Verhoeven. Sanatçı, 1019 Ekim tarihlerinde yapılacak 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali bünyesindeki 4. Uluslararası Avrasya Film Yarışması’nın seçici kurul başkanlığını üstleniyor. Filmlerindeki cesur çıplaklık ve cinselliğe karşın eski Hollandalı ustaları gibi Verhoeven de ikiyüzlülüğü, kapitalizmi, bağnazlığı çağdaş bir açık sözlülükle eleştirdi. Onun sineması şiddet, cinsellik, alaycılık, keskin bir mizah içeren gerçekçi bir anlatıma dayalıdır. Matematik ve fizik eğitiminin ardından sinemaya yönelen Verhoeven (70), Hollanda Deniz Kuvvetleri ve televizyonu için belgeseller çekti. Business Is Business’ten (1971) sonra yaptığı bir yontucuyla mirasyedi bir kadının mutsuz evliliğini, çılgın aşklarını konu alan, burjuvaziyi eleştirdiği kışkırtıcı, erotik taşlama Turkish Delight (Türk Lokumu/1973) onun ulusal, uluslararası boyutta ünlenmesini sağladı. Film, dünyaya salt Verhoeven’i değil gelişmekte olan Flaman film endüstrisini de duyurdu. Soldier of Orange (1977) 2. Dünya A Savaşı’nda altı üniversite öğrencisinin yaşamlarının nasıl geriye dönüşsüz boyutlarda değiştiğini yansıtan bir dramdı. İçlerinden biri Nazilere karşı direnişçilere katılıp milli kahramana dönüşen bir soyluydu. Spetters’da (1980) Hollandalı gençlerin cinsel uyanışlarını, eşcinselliği erotizm ve şiddet yüklü bir anlatımla yansıttı. The Fourth Man (1983) kocalarını öldürmesinden kuşku duyulan zengin bir dulun eşcinsel, alkolik ünlü bir yazarla evlenmesini betimleyen bir kara komedigerilimdi. Verhoeven, Hollanda devleti, medyası ve sinema endüstrisince çökertici ve sapkın yapıtların yönetmeni olma gerekçesiyle suçlandı. Buna karşın Hollywood onunla yakından ilgilendi. 1985’te ABD’ye yerleşen yönetmen burada ilk İngilizce filmini çekti: Flesh and Blood (Et ve Kan/1985). Bu çok görsel, aşırı şiddet içeren Ortaçağ Serüveninde, vebanın pençesindeki 16. yüzyıl Avrupa’sında paralı askerlerin ortalığı kırıp geçirmesini, din adamlarının, kilisenin ikiyüzlülüğünü yetkin bir anlatımla yansıttı. İçerdiği şiddet, yansıttığı doğrudan cinsellikten ötürü filmin ABD’deki gişe getirisi yetersizdi, ama Amerikalı yapımcılar yine de Verhoeven’ i istiyorlardı. Yönetmen ülkesinde geliştirdiği yaratıcı sinemasının getirdiği yeteneğini Hollywood’un dev bütçeli ticari yapımlarıyla birleştirmeyi başardı. Aksiyon, ezicilik, acımasızlık içeren bilimkurgu gerilim filmleri Robocop’la (1987) Total Recall (Geleceğe Çağrı/1990) bu kez gişe rekorları kırdı. Bu çalışmalarında Verhoeven megakentlerin çürüyüşünü, politik baskıyı, kimlik arayışını betimledi. Yarı robotyarı insan bir polisin büyük kenti kötülerden arındırması, İsa’nın Çilesi’nin antikapitalist bir metaforu gibiydi. Bu gerilim yüklü yapımlar görüntüsel olarak da çizgi romanları çağrıştırıyorlardı. Bir polis dedektifiyle baştan çıkarıcı, biseksüel polisiye romanları yazarının öyküsünü önceki filmlerinden edindiği grafik seks, iyi hesaplanmış kışkırtıcılık, ilgiyi sürekli uyanık tutan dozla gerçekleştirdiği erotik gerilim Basic Instinct (Temel İçgüdü/1992) Verhoeven’ı doruğa çıkardı. Film, lezbiyenlere yaklaşımıyla eşcinselleri, vurucu gözüpek cinselliğiyle tutucuları, karışık senaryosuyla da sinema eleştirmenlerini karşısına aldı. Showgirls’de (Şov Kızları/1995) gösteri dünyasının tüm ışıltısına, görkemine karşın sahnenin gerisinde dönen dolapları, yüze gülücüleri, erk savaşımlarını gerçekçi bir dille aktardı. Starship Troopers (Yıldız Gemisi Askerleri/1997) ve Hollow Man’le (Görünmeyen Tehlike/2000) yeniden bilimkurgu, fantastik türüne döndü. 1950’lerin çizgi romanlarını anımsatan bir teknikle çektiği “Yıldız Gemisi Askerleri” insan soyunu altetmeye çalışan dev böceklerle savaşan 24. yüzyıldaki yerkürenin amansız bir portresiydi. Filmin akışı içinde Amerikan faşizminin beliren ayak seslerini eleştiriyor, ordunun uzaylı istilacılara nasıl Nazi ideolojisiyle karşı durduğunu anlatıyordu. Bol görsel efektli “Görünmeyen Tehlike” yi bitirdikten sonra Verhoeven kendisiyle hesaplaşmaya girdi, ardından yönetmenlik yazgısını eline almaya karar verdi: “Hollywood beni özel efektleriyle şişirdi. Bu tür filmleri biraz daha sürdürseydim ruhumu yitirecektim” dedi. 11 Eylül’ den sonra Hollywood’un bunalıma girdiğini salt eğlenceye yönelik fantastik yapımlara yöneldiğini, günümüz Amerika’sında ifade özgürlüğünün geçmişe göre iyice sınırlandığını, faşizmin gittikçe yükseldiğini düşünen yönetmen, Bush’un söylemlerindeki güdümlemeleri, yalanları Hitler’in isterik dalaveralarına benzetiyor. Bu varoluşçu sorgulamasının ardından yirmi yıldır aklında olan “Black Book”a (Kara Kitap/2006) yönelen Verhoeven filmde, İkinci Dünya Savaşı’nda gözü önünde tüm ailesi katledilen Yahudi Rachel Stein’ın yaşam savaşını, soykırımı, ihaneti, ikili oyunları anlattı. Etik belirsizliği, entellektüel alayı ustalıkla işledi. Yirmi yıl sonra vatanına dönerek özgürlük içinde çektiği savaşı, aşkı, gerilimi, dramı içeren “Kara Kitap”ta sarsıcı, düşündürücü, çağdaş bir vizyon sundu. G Konserinizde bize neşe ve hüznü bir arada yaşattınız. Diğer bir deyişle, yüzümüzdeki maskeleri düşürdünüz. Birbirinden bu kadar farklı yerlerden insanların kalbine dokunmak size ne katıyor? Öncelikle, konserde iyi vakit geçirdiğiniz ve eve iyi bir izlenimle döndüğünüz için çok mutlu oldum. Sanırım müziğin sınırları yok ve insanlar bunu kendi uluslarına ait müzik olarak görebiliyor. Bu beni hem mutlu ediyor hem de gururlandırıyor. Çünkü insanlara aynı zamanda hem mutluluk hem de keder verdiğimi biliyorum. Çingeneleri müzik görünür kılıyor, ancak müzikle kabul ediliyor ve hayatın diğer alanlarından dışlanıyorlar. Bu ikiyüzlülük sizi ne kadar rahatsız ediyor? Sizce müzik eninde sonunda bu ikiyüzlülüğü kıracak mı? Birçok ülkede Çingenelerin sadece müzikle eşanlamlı olduğunu biliyorum, ama bunun iyi ve kaliteli müzik olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu tabii ki beni fazlasıyla rahatsız ediyor, çünkü diğer ülkelerdeki insanların Çingenelerin müzik dışında bir sürü özelliği bulunduğunu ve aslında çok iyi ve gururlu insanlar olduğunu bilmesi gerekiyor. Ancak bana kalırsa, insanların, Çingenelerin yalnızca iyi müzisyenler olmadığını anlayacağı ve bu ikiyüzlülüğün kırılacağı gün yaklaşıyor. Siz, sesiniz ve müziğinizle kabul edilmeden önce kimliğiniz hakkında derinlemesine düşündünüz mü? Ne gibi sonuçlara vardınız? Ben şanslıydım, çünkü 2. Dünya Savaşı’ndan sonra her ulusun kabul gördüğü Yugoslavya’da doğmuştum ve ünlü değilken ya da sonrasında kimliğimi gizlemek zorunda kalmadım. O yüzden hep eski Yugoslavya’da ve şimdi Makedonya’da yaşayan Çingenelerin şanslı olduğunu söylerim. Çünkü kimliğimizin kabul gördüğü ve saygı gösterildiği bir ulusta yaşıyoruz. Ben de şişman bir kadınım ama doğa beni güzel bir sesle ödüllendirmedi. Sizi sahnede izlerken, müziğin tüm bedeninizden yayıldığını, kelimelerin tüm vücudunuzda dolaştığını gördüm. Şarkı söylerken aklınız nerelere gidiyor? Sahnedeyken tamamıyla şarkıya ve seyirciye aidim. Şarkıları dolduruyorum ve izleyicilerin de benimle birlikte doldurması beni mutlu ediyor. İki kültür ve iki din içinde (Babası Sırp Yahudisi, annesi Müslüman Türk) büyümüşsünüz. Bunun kişiliğinizin gelişimine ve şimdiki varlığına katkısı nedir? Sanırım beni bir kozmopolit, herkesi sevebilen, her dine ve kimliğe saygı duyan bir insan haline getirdi. Hindistan’a gitmek sizi nasıl etkiledi, orada ne buldunuz, size ne kattı? Tabii ki ilk gittiğimde çok mutluydum, çünkü Çingenelerin geldiği yeri ve köklerimi görmüştüm. Ayrıca kendi müziğimin, Hindistan’da Pendzap’ta icra edilen müziğe çok yakın olduğuna şahit oldum. Dillerimiz de aynı şekilde birbirine çok yakın. Müzik sadece fakirlerin arkadaşıdır diyorsunuz. Sizce fakirler, bu arkadaşlarına ne kadar sadık? Sizce müzik fakir insanları hangisine yöneltiyor, kaderciliğe mi, sabra mı, isyana mı? Evet müzik, fakirlerin arkadaşıdır. Çünkü müzik yapmak ve şarkı söylemek için para ödenmesi gerekmez. Ve bence müzik, fakirlerin hayatının, bir dakikalığına da olsa, daha mutlu kılan bir parçasıdır. Konsere gittiğiniz ülkelerde Çingene bölgelerini ziyaret ediyor musunuz? Nelere tanık oluyorsunuz? Şimdilerde yıkılmakla tehdit edilen, hatta yıkılmasına başlanan Sulukule’den çıkan ve Türkiye’deki Çingenelerin sesi olan Kibariye hakkında bilginiz var mı? Evet, konsere gittiğim yerlerde Çingene bölgelerini ziyaret etmeye çalışıyorum. Maalesef birçok Avrupa Birliği üyesi ülkede Çingeneler çok kötü şartlarda yaşamlarını sürdürüyor. Bu ülkelerdeki hükümetler ise Çingenelere yalnızca kendilerini ifade etme hakkı tanıyor, onlara gerçek bir yaşam sunmuyor. Kibariye ve Sulukule hakkında ise; bence Kibariye’nin çok iyi bir sesi var ve izleyici onu kabul ediyor. Umarım başarılı ve uzun bir kariyeri olur. Diğer ülkelerin kadın Çingene sanatçılarıyla birlikte müzik yapma niyetiniz var mı? 1999’da Network Meiden tarafından çıkarılan ve kadın Çingene müzisyenlerin yer aldığı CD’de benim de müziğim vardı. 47 çocuğu evlat edinmişsiniz. Bu zorlu, yorucu bir tercih değil mi? Çocuklarım, oğullarım benim her şeyim. Anne olmak, Tanrı’dan gelen bir hediye. Kendi çocuklarıma sahip olmasam bile, Tanrı bana bu hediyeyi verdi ve onlara kendi çocuklarım gibi bakma şansı tanıdı. Çok, çok büyük bir ailem, 47 çocuğum ve 117 torunum var. G “TATİL KUTABI” 12 EYLÜL’DE SİNEMALARDA... Can Atilla’nın yeni albümünün adı “Mevlana’dan Çağrı dans müziği”... Tatil kitaplarında yazılmayanlar... Deniz Yavaşoğulları atil Kitabı, Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, ailenin on yaşındaki oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatıyor. Filmin olay örgüsü, Ali’nin sert mizaçlı babası Mustafa ile ailenin diğer üyeleri arasında yaşanan gerilimler üzerine kurulu. Hikâye ise şöyle: Ali’nin, İstanbul’da askeri lisede okuyan abisi Veysel, askeriyedeki kariyerini yarıda bırakarak üniversite sınavına girmeye karar verir, babası ise buna şiddetle karşı çıkar. Ancak olan Ali’ye olur, çünkü baba Mustafa yaşanan bu gerilimin ardından çekingen ve içine kapalı bir çocuk olan Ali’yi de yaz tatilinde çalışıp kendisi gibi ticaret öğrenmeye zorlar. Ali’nin annesi Güler ise olaylara farklı bir boyuttan bakmaktadır, kocasının hayatında başka bir kadın olduğunu düşünür ve ona göre ailedekilere bu kadar sert davranmasının altında da bu sebep yatar. Kocası ailesinden soğumuştur. Baba Mustafa‘nın kardeşi Hasan’la da arasında gerginlik vardır. Ancak tüm bu gerginlikler, Mustafa’nın beyin kanaması geçirip komaya girmesiyle geri plana itilir. Başta, aileyi bir arada tutmak için Mustafa’nın yerini almak zorunda kalan Hasan olmak üzere, filmdeki karakterler belirgin bir şekilde değişmeye başlar... Filmin başrolünde tiyatro ve sinema oyuncusu Taner Birsel yer alıyor. Birsel, filmde Harun karakterini canlandırıyor. Güler rolünü Adana Seyhan Şehir Tiyatrosu eski oyuncularından Ayten Tökün, Veysel rolünü ise Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan yeni mezun olan Harun Özüağ canlandırıyor. Baba rolünü, Silifkeli toprak sahibi Osman İnan, Ali rolünü de Silifke Göksü İlköğretim Okulu 4. sınıf öğrencisi Tayfun Günay oynuyor. Ayrıca filmde, Rıza filmiyle tanınan Rıza Akın da konuk oyuncu olarak rol alıyor. Tatil kitabı 12 Eylül’de vizyona girecek. Yönetmen Seyfi Teoman’la filmi konuştuk... Filmin adı neden “Tatil Kitabı”? Tatil kitabı filmde geçen bir obje. Bu kitaplar her yaz Tatil Kitabı, Seyfi Teoman’ın ilk uzun metraj çalışması... Film, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ve Slovakya’da düzenlenen 16. Art Film Festivali’nde “En İyi Film” seçildi, 54. Taormina Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü, Montreal’de ise Bronz Zenith Ödülü aldı.. esinlenerek çektiğimiz ek sahneler oldu; kale ve filmin sonundaki okul sahnesi gibi... Hikâye dramatik, ama bu dramatiklik anlatıma yansımıyor... Evet, aslında çok ağdalı bir şekilde işlenebilecek bir hikayeydi; içinde ölüm var, hastalık var, aldatma var... Bu konular kontrolü kaybedebileceğiniz, çok coşabileceğiniz konular. Onun için mümkün olduğu kadar dikkatli ve mesafeli olmaya çalıştım. Elimden geldiğince anlamın özünü sunmak istedim. Duygusal tuzaklara düşmemek için uğraştım. Bu, biraz da tavır olarak takındığım bir şey; hikâyeleri soğukkanlı bir şekilde anlatmayı tercih ediyorum. Bir de film daha çok on yaşındaki Ali’nin gözünden sunuluyor, çocuklar da hayata biraz bu şekilde dışarıdan bakar, gerçek duygularını pek yansıtmazlar. Bununla alakası var mı? Evet, o şekilde bakanlar var, ama ben filmi çekerken tüm karakterlere aynı gözle bakmayı amaçladım. Anlatımda çocukla beraber olsak da ona bir yetişkinin gözünden bakmaya çalıştım. Çünkü, çocuğun gözünden bakınca işin içine hayal giriyor, çocuksuluk giriyor ve bu durum bir yerden sonra çocuğun şirinliğini sömürme noktasına geliyor. Oyuncu seçimini nasıl yaptınız? Okulların açık olduğu dönemde Silifke’ye gidip, o yaş grubundan bine yakın çocukla görüştük. Çocuğu, yani Tayfun Günay’ı onlar arasından seçtik. Taner Birsel zaten senaryoyu yazarken de aklımdaydı. Baba rolündeki oyuncu amatör, onu da oradan bulduk. Diğer oyuncular da yöre tiyatrolarından... Oyuncuları yönlendirirken nelere dikkat ettiniz? Amatör ve profesyonel oyunculara yaklaşımım farklı oldu. Yönetmen olarak bir ton tutturmak gibi bir derdiniz oluyor, ama söylediğiniz şeyi çocuk da amatör oyuncular da profesyoneller de farklı algılıyor. Bu nedenle de ayrı bir dil geliştirmek gerekiyor. Ben de sonuçta yeni yeni yapıyorum bu işi, o yüzden biraz el yordamıyla, biraz da oyuncuların yardımıyla tamamladık. Filmde hiç müzik kullanmamışsınız... Filmi tasarlarken kafamda öyle bir şey yoktu. Filmi çektikten sonra, kurgu masasındayken de filmin müziğe ihtiyacı olmadığını düşündüm. Müzik koymak fazlalık olur gibi geldi... Filmin kurgusu bitince izlediğinizde ne hissettiniz? Kurgu sırasında defalarca gördüğüm için, bitirince “şimdi de bütün olarak bir izleyeyim” demedim. Ancak seyirciyle birlikte ilk izleyişim çok heyecanlı bir deneyimdi. Bu, Berlin Film Festivali’nde oldu. Orada bine yakın seyirci vardı, onların tepkilerine de yakından şahit oldum, hep olumlu tepkiler verdiler ve tabii bu da çok heyecan vericiydi. Bu kadar ödül almayı bekliyor muydunuz? Hayır, beklemiyorduk. Tabii ki beklentilerimiz vardı ama tüm bunlar beklentilerimizin çok üstünde oldu. Berlin Film Festivali’nde gösterileceğini öğrenince “tamam” demiştim, “bu film yapacağını yaptı”. Ancak ardından birçok ödül daha geldi. Tabii bu benim gibi yeni başlayan bir yönetmen için çok güven verici bir şey... G Zamana direnmek için aşk... Ali Deniz Uslu T çocuklara verilir, en azından benim zamanımda verilirdi. Bu film de yazın, tatilde geçiyor. Tabii kaba bir metafor olarak da düşünebiliriz; bu, çocuğa yazın bir şeyler öğrensin diye verilen bir kitap, ama çocuk onu kaybediyor. Yazın yaşadığı olaylarsa, ona çok daha zorlu, çok daha büyük bir deneyim yaşatıyor. Film Silifke’de geçiyor, Silifke’yle bir alakanız var mı? Bana senaryoda da yardım eden, çok yakın bir arkadaşım Silifkeli. Ben Kayseriliyim, çocukken yaz tatillerinde Mersin tarafına giderdik. Dolayısıyla biliyorum o bölgeleri. Bir de hikâye taşrada geçsin istiyordum, ama İslami tutuculuğun yaşanmadığı bir yer olmalıydı. Ayrıca turizmin de bulaşmadığı bir yer olsun istedim. Silifke bunun için uygundu, üstelik doğası da çok güzel... Çekimler sırasında, Silifke’deki hayatı gözlemleyince senaryoda değiştirdiğiniz yerler oldu mu? Tabii, birçok yerini değiştirdik, eklemeler yaptık. Yöreye uygun olması açısından değiştirilen sahneler oldu, mekânlardan C Seyfi Teoman. Fotoğraf: Vedat Arık an Atilla yeni albümünde Mevlâna’nın 1207 yılında Afganistan’da başlayan hayat hikâyesini yalnızlık ve arayış dolu sevgisinin ilahî aşka dönüşmesini müziğine taşıyor. 15 parçadan oluşan albümde Mevlâna’nın hayatını değiştiren olaylar, kişiler, rüyalar, Mevlevi ney taksimleri, etnik ritüel dans ritmleri ve senfonik bir müzikle hayat buluyor. Geçen yıl Mevlana yılıydı. Siz de Mevlâna anısına “800. Yıl Oratoryosu”nu yazıp, Mevlâna Celaleddini Rumi” belgeselinin müziklerini bestelemiştiniz. Mevlâna konulu ilk Türk balesi “Çağrı” için bestelediğiniz müzikleri de yeni albümünüzde biraraya getirdiniz. Nedir sizi Mevlana’ya çeken? Bu eserleri yazarken yaptığım okumalar beni ona yaklaştırdı. Ucu bucağı olmayan, derya deniz, her cümlesi okuyanı başka alemlere taşıyan bu pınardan beslendikçe müziğime onu taşıma hevesim de arttı. Mevlana dinlerin üstünde bir kardeşlik ve barış çağrısı yapıyor, ideolojiyi geride bırakıyor ve birleşmeye çağırıyor. Aslında bu dünya barışı için çok önemli bir mesaj. Ben cümlelerle inanılmaz manalar yaratan bu insanı daha yakından tanımak istedim. Onun dönüşüm sürecini adım adım okudum, yalnızlığını dini bilgisiyle birleştirip tanrı ile bütünleşmesini ve çok olağanüstü anlatımlarına hayran kaldım. Bu albümü Mevlana’nın 800. doğum yılından bir yıl sonra çıkardınız. Bu bir gecikme mi yoksa tepki mi? Evet, bu ciddi bir de tepki. İnsanların belirli tarihler belirleyerek, kutlama adı altında ticaret yapmalarının karşısındayım. Biz asılları değil “miş” gibileri yapmaya çalıştığımız müddetçe de istediğimize ulaşamayacağız. Zaten Mevlana Oratoryosu’nu da yalnızca 800. yılda çalınsın diye yapmadım. Mevlana’nın zamanı yok, onu belli günlere yaymak ona saygısızlık etmek anlamına geliyor. Yeni albümünüzde çıkış noktanız “Şemsi Tebrizi” olmuş. Onda sizi bu kadar etkileyen nedir? Mevlana’daki uyanış, ruhundaki patlama Şemsi Tebrizi ile tanışması ile gerçekleşiyor. Benim de Mevlana’ya dair tüm eserlerimin çekirdeğinde bu yatıyor. Şemsi Tebrizi’nin onu nasıl bir başkalaşıma götürdüğünü hissetmeyi gerçekten çok isterdim, bunu anlamak için de çok çalıştım. Bu tanrısal dostluk sanki bir şeylerin “kırılma noktası” gibiydi. Sanki bardak zaten hep taşmayı beklemiş gibi... Dans müziğini ve Mevlana’nın tavrını biraraya getirmek riskli gelmedi mi? Evet, ama ben müziğimi ve işlediğim kahramanı incitecek, zedeleyecek her şeyden özenle kaçıyorum. Yani işime saygımı ve hassasiyetimi en derinde hissediyorum. Böyle olunca da bu kaygılar büyümüyor. Semih Sergen’in “Gönüller Işığı Mevlana” isimli eserini bestelemiştim. “800. Yıl Oratoryosu”nun öyküsü ve librettosu da gazeteci yazar Şefik Kahramankaplan’a aitti. Fantastik bir dans gösterisiydi, dram, trajedi ve yalnızlığı dansla anlatmanın peşinde Can Atilla. düşmüştük. Şemsi Tebrizi’nin şeytanla ve melekle dans etmesi, bu görüntüyü bale de yakalamak usta bir kartografın bedeniyle yapıldığında çok etkileyici oldu. Sanki orada müzikle dans savaşıyordu, ama güçlerini de birbirlerinden alıyorlardı. Yani ikisi de galipti… Sizi genelde elektronik ve new age müziğin temsilcisi olarak tanımlıyorlar. Ben buna katılmıyorum, hatta sizin çok daha akustik duyulduğunuzu düşünüyorum. Benim müziğim bestece müziği, yani “new age” değil. Müziğim bu zaman ait, ama ilerisi için de belirleyici. Zaten müziğim duyulduğunda tanınıyorsa, Can Atilla’nın müziği deniyorsa bu bana yetiyor. Osmanlı üçlemesi “Cariyeler ve Geceler”, “1453Sultanlar Aşkına” ve “Aşkı Hürrem” albümlerinde olduğu gibi “Mevlâna’dan Çağrı dans müziği” da bir tema albüm. Farklı tarihi hikâyeleri müzikle anlatmak sizi heyecanlandırıyor olmalı… Goethe şöyle diyordu bir “bir şeyi sevmeden anlayamazsınız”. Bu çok doğru bir tanım, bir şeyi sevmek onunla ilgilenmek demek değildir, onu kabullenmek demektir. Mesela Rembrandt bir tablo için dört yıl çalışıyordu. Beethoven da bir bestesi için iki yıl demleniyordu. Yani zamanın ötesine geçip, zamana direnç gösteren, ondan etkilenmeyen sanat yapmak için çok emek ve aşk gerekli. Albümde iki parçaya elektronik dokunuşlar yapmışsınız. Bizim ruhani olarak duyduğumuz, mistik enstrümanlarla kapıldığımız müziklere onları yamamak zor olmadı mı? “Şeytanla Dans” parçasının girişindeki bölümün soyut ve ürkünç olması bakımından bilindik seslerin dışında bir şeyler gerekliydi. Ben de duymak istediğim sesleri de elektronik müzikle karşıladım. “Işıkla Gelen” parçasında ise tanrısal nuru temsil eden bir sahnede ses ve renkleri örtüştürmek için elektronik tınılardan destek aldım. 1992 yılında hazırladığınız ilk albümünüz “Bilinçaltı”, Hollanda, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Amerika, Norveç, Kanada’da yayımlanmıştı. Yurtdışında toplam 11 albümünüz var, ama burada yeterli ilgili görmüyor gibisiniz. Bu bir kırgınlık yaratıyor mu? Son yirmi yıldır Türkiye’de çok içe dönük üretimler yapıldı, ama bu pencereden dışarı bakmamız gerekiyor. Türkiye’de çıkar, siyaset ve ticari ilişkiler sanatın değerini belirliyor. Benim müzikteki derdim biraz evrensele yanaşabilmek. Elbette bu iş riskli, ama yalnızca yurtdışında yaşayan, gurbettekilere albüm yapmakla dünya müziğine hizmet etmek farklı şeyler. Peki, şimdi sırada ne var? Şimdi de Atatürk albümü üzerine çalışıyorum, onun iç dünyasını hüznünü anlatırken ona farklı pencereden bakmak istiyorum. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle