Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 Hep rakamlar konuşuyor, 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin davada 230 bin kişi 7 EYLÜL 2008 / SAYI 1172 Çevreci geldi, çevreciii! Selçuk Erez smet Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasından bu yana tam dört yıl geçmişti. Kuzguncuk’ta oturuyorduk. O yıl kar birden bastırmıştı. Tipinin kaldırımları yolla bir ettiği bir gece sokağımızı bir ses çınlattı: Çevreci geldi, bohçacı geldi. Ablam sevindi:. Anne, on gündür bekliyordun bak çevreci gelmiş! Çevreler var, yağlıklar var, havlular var.. Gelmez, gelmez de böyle havayı bekler mübarek! Çevrecinin sesi giderek yaklaştı: Boncuk oyası var, yazmalar var! İrice bir gölge, kar fırtınasından yavaş yavaş sıyrıldı, geldi, karşı kaldırımdaki evin eğik saçağının altında durdu: Ablam sevindi, koşup pencereyi açtı, seslendi: Çevreci, çevreci! Dur inip kapıyı açacağım! Çevreci, tipiye bakmadan, arada sırada ağırlaşıp saçaklardan düşen buz çivilerine aldırmadan bağırıp duruyordu: Hanım, örtülerim çeyizlik... Kaçırmayasın! Bunları o güzel kızın için getirdim! Ablam bu sözleri duyunca tazıya döndü, merdivenleri ikişer üçer atlayıp ilk kattaki sahanlığa indi. Biraz sonra elini uzatacak, kapıyı açacak, çevreci kadını eve buyur edecek... Annem aniden, ”Dur,” dedi, ”Dur, dur! Bu çevreciye ne olmuş öyle?” yargılandı, 517 kişiye idam cezası verildi, 50’si idam edildi, 30 bin kişi “sakıncalı” diye işten atıldı, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti, 171 kişinin işkenceden öldüğü belirlendi, 937 film sakıncalı diye yasaklandı… Rakamlar insanların üzerini örterken, 12 Eylül’le ve onun faşizmiyle bir türlü yüzleşilemedi. Üzerine yeni şiddetler eklendi ve çocuklar bu şiddetle büyüdü… Peki 12 Eylül darbesi çocukluklarının ortasına düşen, tankları bir oyuncak gibi görenlere ne oldu? Bugünün beş yetişkini kendi 12 Eylül’lerini anlatıyor… Yazı ve fotoğraflar: Yıldız Çelik GÜRDAL KARAGÖZ Aranjör, 22 Mart 1968, İstanbul O zamanlar İstanbulFındıkzade’de yaşıyorduk. Evimizin karşısında Adana, üç sokak arkasında Trabzon Talebe Yurdu vardı. Hiç unutmam, ihtilal öncesi bir gün evimizin balkonundan bakarken bize sağsol çatışması olduğunu söyledikleri bir olaya şahit oldum. O yıl konservatuvara başlamıştım ve 12 yaşında idim, bir adam geldi ve diğer adamın üzerine ateş edip sanırım, silahındaki bütün kurşunlarını boşalttı. Kanlar içinde yerde uzanan bu adamı üç dört kişi taşıyarak götürdü. Kanlar, hâlâ gözlerimin önünde… Bir de Adana Talebe Yurduna çaydanlık içinde sokulan bombanın patlama sesleri kulaklarımdan çınlar her zaman. Bütün bu olaylara tanık olmama rağmen, 12 Eylül sabahı ailem, “İhtilal oldu sokağa çıkma yasağı var” dediğinde hiçbir şey anlamadım. İhtilal ne demekti, bilmiyordum. Pencereden Vatan Caddesi’ne baktığımda, bomboş olduğunu gördüm, bu benim için bulunmaz bir nimetti, annem karşı koysa da hızla kendimi sokağa attım. Arkadaşlarımla cadde boyunca koşarken bir sürü tankla karşılaştık, korkuyla durduk, savaş çıktığını düşündük. Bizi gören askerler kovalamaya başlayınca, bu kez evlerimize doğru koşturduk. O zaman anladım ki, çok ciddi bir şeyler oluyor. G İ 12 Eylül sabahı çocuktular... FAHRİ KARA İşadamı, 1971, Kilis İhtilal olduğunda dokuz yaşındaydım ve şimdi olduğu gibi Kilis’te yaşıyordum. O sabah çiftliğimizden Yavuzlu’ya, evimize gidiyorduk. Traktörü şoförümüz kullanıyordu, ben de yanında oturuyordum. Yavuzlu’nun girişine geldiğimizde iki asker bizi durdurdu, evimize gittiğimizi söyledik, ama askerler “İhtilal oldu, köye giremezsiniz, geri geldiğiniz yere dönün” dediler. Şoför geri dönmemek için ısrar edince tüfeğin dipçiği ile ona vurdular. Biz de çiftliğe geri döndük. İhtilalin ne demek olduğunu bilmiyordum. Asker şoföre vurmuştu, ama ben gene de ihtilalin iyi bir şey olduğunu düşünerek, sevinç çığlıkları atarak babama müjde verdim. Sonrasında öyle olmadığını anladım. İhtilalden iki gün sonra köyümüze askerler geldi, babamı amcamı, büyük ağabeyimi alıp götürdüler. Kimse onların neden götürüldüğünü bilmiyordu. Üç ay sonra bir gece yarısı babam köye döndü. Giderken 120 kiloydu, şimdi 80 kiloya inmişti. Yüzünde uzun süre duran o hüzünlü, kaygılı bakışlarını unutamam. G SELDA HACIZADE İngilizce öğretmeni, 26 Kasım 1968, İzmir O yıllarda, İstanbulAtaköy’de yaşıyorduk, ama ihtilal olduğu gün İzmir Alsancak’ta Babadan Otel’de tatildeydik, annem, babam, kız kardeşim ve ben… Bir gece öncesi İzmir Fuarı’ndaki gazinolardan birinde Bülent Ersoy’u assolist olarak izlemiş, otele gece yarısı 01.00 gibi dönmüştük. Sabah da İstanbul’a yola çıkacaktık. İhtilali, sabah kahvaltıya indiğimizde otel görevlilerinden öğrendik. İhtilal ne demek, bilmiyordum. Annem ve babam, kardeşimle bana güvenliğimiz için etrafta çok fazla asker olduğunu, onlar izin vermeden dışarı çıkamayacağımızı söylediler. Üniversite olaylarını biliyordum, bir yakınımızın kızı Atatürk Eğitim Fakültesi’nde kürsünün altına koyulan bombanın patlaması sonucu belden aşağısını kaybetmişti. Bu tür kötü olayların olduğu, kahvelerin tarandığı bir dönemdi. Bu olayları anımsayıp askerlerin bizi neden koruyacağı bağlantısını kendi kendime kurmuştum. Otelimiz cadde üzerinde tam iki caddenin kesiştiği köşedeydi. Beklemeye koyulduk, ne zaman yola çıkabilecektik, belirsizdi. Bütün gün lobide pencere kenarına oturup dışarıyı izledim. Hiç araba ve insan yoktu, çok sayıda asker dolaşıyor, arada bir tank geçiyordu. Aklım çocukça şeylerdeydi, kardeşimle oyun oynamaya çalışıyor, arada televizyondaki görüntüye bakıyorduk, arkasında Türk bayrağı olan bir kürsüde Kenan Evren konuşuyordu. Bizim izleyebileceğimiz bir şey yoktu. Ertesi sabah yola çıktık. Askerler iki kez arabamızı durdurdu. Babam onlara bir kâğıt gösterip konuştu. Artık sıkılmıştım, bir an önce İstanbul’daki arkadaşlarıma ve evimize kavuşmak istiyordum. G GAYE KARAGÖZ İşletmeci, 11 Eylül 1971, İstanbul 1980’de ihtilal olduğunda dokuz yaşındaydım. İstanbulKurtuluş’ta yaşıyorduk. O sabah uykudan kalktığımda çok mutluydum aslında, bir gün önce doğum günümdü ve çok iyi geçmişti. Ama annemle babamın endişeli ve telaşlı konuşmalarından ben de tedirgin oldum, nedenini sordum, ihtilal oldu dediler. Çocuk yaşımda bunun ne demek olduğunu anlamıştım, çünkü çocuk aklımla da olsa aile içindeki paylaşımlarımızdan ihtilal öncesi olaylarla ilgili fikrim vardı. Babam tekstil piyasasında ve vardiyalı olarak çalışıyordu. Gece çalıştığı zamanlarda anarşistlerle, duvarlara yazılar yazanlarla karşılaştığını, çatışma sesleri duyduğunu, bu kargaşa zamanlarında kaçışanlar olduğunu anneme anlatırdı, çok tedirgin ve üzgündü. Annem o zamanlar beni yağ, kardeşimi tüp kuyruğuna gönderir, kendisi de çocuklara satmadıkları için Et ve Balık Kurumu’nda et kuyruğuna giderdi. Sıkıntılı günlerdi. Bu dinlediklerim ve yaşadıklarımdan terörün varlığını, bunun günlük yaşamı kötü etkileyip huzur bozduğunu anlıyordum. İhtilal olduğu gün sokağa çıkma yasağı vardı, sokağı çok sevdiğim için bu yasaktan memnun olmamıştım. Annemler ise o gün TV’de yapılan açıklamaları izlemiş; bundan sonra ne olacak, huzura kavuşup günlük yaşam normale dönecek mi gibi sorularına cevap alabilmek için heyecanla beklemişlerdi. Önceki tedirginlikleri geçmiş, ihtilali sevinçle karşılamışlardı, Evren Paşa’ya kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Ailem askeri, orduyu koruyucu güç olarak görür, severlerdi. G erezs@superonline.com C M Y B C MY B Ne olmuş? Sesine dikkat et bak bu bildiğimiz çevreci değil! Az bekleyelim yeniden bağırsın; siz de dinleyin... Evde kim varsa yani annem, ben, anneannem ve kedimiz Tekir nefesimizi tuttuk, kulak kesildik, bekledik... Dakikalar saat gibi geçti... Sonunda çevreci dayanamadı: Hanım dondum.. alman şart değil... Aç şu kapıyı da az ısınayım; sen de getirdiklerime bakarsın! Sesi şimdi hepimize tuhaf geldi. Annem, “Bu o değil; sakın içeri almayalım...” dedi, “Geçenlerde Beykoz’da çevreciyim diye girmiş, evi soymuş!” Ablam yukarı geldi, pencereden seslendi: Bugün almayacağız, başka gün inşallah! Paran yoksa al, haftaya öde! Annem satıcının diretmesine sinirlendi: Sen bizim bildiğimiz çevreci değilsin ki... Kendine çevreci süsü veren köpürdü: Bal gibi de çevreciyim... Hem de çevrecinin daniskasıyım! Anneannem yerinden fırladı, elektrikleri kapattı, “Susun!” dedi, ”cevap vermeyin. Bu edepsizin teki. Sonra her gün musallat olur. Uyuduğumuzu sansın da uzaklaşsın uğursuz!” G ERKAN ARIKAN İşletmeci, 12 Eylül 1974, Diyarbakır O yıllarda doğduğum yer olan Diyarbakır’da yaşıyorduk. Benim doğduğum güne rastlayan ihtilal günü kelime olarak anlamını bilmediğim, ama ortam olarak hatırımda kalan zamanlar. Askerlerin sert bakışlarından ve silahlarından çok korkuyordum, öyle çoktular ki... En çok etkilendiğim de askerlerin ve polislerin köşeli olan ve çocuk gözümle çorba tasına benzettiğim miğferleriydi. Ağabeyim bana, “Savaşa gidince içinde çorba pişirirler” dedi. Bir gün ağabeyimle çarşı karakolunun içine girdik, ağabeyim polislerden birinin sandalye üzerinde duran miğferini başına geçirip bana gösteriyordu ki, polis gördü, miğferi bırakıp kaçtık. Sokağa her çıkıp oyun oynamak istediğimizde sürekli anne babam uzağa gitmeyin, gözümüzün önünde oynayın, derdi ama ben her cuma günü, askeri yürüyüşle beraber okunan İstiklal Marşı’nı kaçırmazdım. Her zaman izlemeye gider, kıpırdamaktan da çok korkardım. Bir gün simitçinin biri İstiklal Marşı okunurken kıpırdamıştı, 56 asker onu alıp götürdüler. Törende kıpırdayan görürsem içimden “eyvah hapı yuttu” diye geçirirdim. G