17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 7 EYLÜL 2008 / SAYI 1172 Pis sularda yüzmek... Zülal Kalkandelen “Amerika’da Demokratlar, ulusal kongrelerini güle oynaya gerçekleştirip tüm dünyanın dikkatini çekerken, Cumhuriyetçiler’inkine Gustav kasırgasının gölgesi düştü. Düşmeseydi onlarınki de bir şenliğe dönücecekti.” Her iki partinin de 2004 ulusal kongresini gazeteci olarak izleme olanağı bulmuştum. Oradaki gözlemlerime dayanarak diyebilirim ki, bu toplantılar çok iyi organize edilen Oscar törenlerine benziyor. Amerika’da yapılan her büyük organizasyon gibi, bunlar da şatafatlı. Dünyanın her yerinden çok sayıda gazetecinin takip ettiği bu kongreler, aynı zamanda büyük bir reklam platformu olarak da görülüyor. Bu nedenle, medya mensuplarına son teknolojiyle donatılmış ofislerde çalışma ortamı yaratılıyor. Hatta bu yıl Demokratlar’ın kongresine akredite olmak için 15 bin gazeteci başvurunca, kongrenin yapıldığı Pepsi Center’ın yanına geçici bir medya merkezi inşa ettiler. Sadece bunun için harcanan para 15 milyon dolar... Tek bir partinin kongresi için bu yıl yapılan masraffederal hükümetin güvenlik için verdiği 50 milyon da eklenince 125 milyon doları buluyor. Dile kolay; o kadar para nasıl toplanır? İşte Amerikan siyasi sisteminin en zayıf noktalarından “soft money” (yumuşak para), bu aşamada iyice önem kazanıyor. Doğrudan bir adaya ya da kampanyasına değil ama seçimlerle ilgili çalışmalar yürüten organizasyonlara ve komitelere yapılan bağışlar bu şekilde adlandırılıyor. Adaylara yapılan bağışların miktarı yasayla sınırlandırılmışken, bu tür bağışlarda bir sınır ve denetim yok. Bu durumda, lobicilerden gelecek milyonlarca dolara ihtiyaç duyan adaylar, seçim sürecinde bu gruplarla çıkar ilişkisi içine giriyor. Siyasi parti kongreleri de “soft money” denilen bağışları kullanma yolunu açarak, başkan adayları üzerinde etkili olmak isteyen büyük şirketler için bulunmaz bir fırsat sunuyor. Bu yıl her iki partinin de aldığı bu tür bağışlara baktığımızda, en başta enerji ve telekomünikasyon sektöründe faaliyet gösteren holdingleri, bankaları ve hukuk firmalarını görüyoruz. Kimisi tek bir partiye bağış yaparken, kimisi de işini sağlama alıp ikisine birden yapmış... Georgetown Üniversitesi’ne bağlı CFI’nın (Kampanya Finans Enstitüsü) verdiği bilgiye göre, kongrelere bağışta bulunan 146 adet şirket, 2005’ten bu yana lobi faaliyetleri için 1 milyar doların üzerinde para harcamış. Aynı şirketlerin doğrudan iki partinin kongresi için yaptığı bağışın tahmini miktarı ise, toplam 112 milyon dolar. Fakat şu ana kadar bu paranın yaklaşık 1/4’inin kaynağı belirlenebilmiş. Çünkü şirketlerden 31’i yaptığı bağışla ilgili bilgileri açıklarken, 115’i susuyor... Neden? Bağışta bulundukları parti, ilerde yapacağı bir yasayla onlara çıkar sağlamak için çırpındığında, gündeme gelebilecek suçlamaları önlemek için! Sonuç olarak, Amerikan siyaseti, bu sistem yüzünden dev sermaye gruplarının güdümü altındadır. Barack Obama, daha seçim kampanyasının başında lobicilerden bağış kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Bununla birlikte, büyük yatırım fonlarının başındaki bazı yöneticilerin onun için de yardım topladığı görüldü. Obama 2007’de yaptığı bir konuşmada, “Ben tertemiz olduğumu tartışmıyorum. Çünkü ben de aynı pis suların içinde yüzüyorum. Ama o suların pis olduğunu biliyorum ve onu temizlemek istiyorum,” diyerek Washington siyasetine karşı çıkmıştı. Bakalım Obama başkan seçilirse kovboy diplomasisine son verip Amerikan dış siyasetini daha barışçıl kılabilecek mi? Bunu yapabilmek için, önce lobilerin baskısından kurtulması gerekiyor. Aksi takdirde, o da sisteme teslim olup o pis sularda yüzmeye devam edecektir... G www.zulalkalkandelen.com/[email protected] Bir sünnet şenliği... Adnan Binyazar “Mahallede ne kadar çocuk varsa , sünnetin yapılacağı eve doluyoruz. Kendi çocuklarını sünnet ettirirken öbür çocukların sünnetini de ‘Allah rızası için’ o ev yaptırıyor. Sünnetçi gelmişken yoksul çocukları da sünnet ettirmek büyük sevap sayılıyor. Nasıl olduğunu anlamaya fırsat bulamadan, öğretmen Bahattin Yandımata, elimi bacaklarımın arasından birbirine geçirip sünnetçinin karşısına oturuyor. Bağırıp çağırmaya kalmadan, ağzıma kocaman bir lokum tıkıyorlar. Lokum soluk aldırtmıyor ki bağırayım! Lokumu yutup soluk aldığımda her şey bitmişti. Maşallah! Maşallah!’ sedaları arasında, erkekliğe adımımı atarken, çocuklarla her fırsatta şakalaşan Mehemmet Dayı, ‘Hadi, ulan eşek sıpası, kalemin ucunu açtırdın!’ diyerek başımı okşuyor.” * Sünnet, erkek çocuklarda, penisin baş kısmını saran derinin yaklaşık dörtte üçünün kesilip penis başının ortaya çıkarılması işlemidir. Sünnetin günümüzden 12 bin yıl öncesine kadar uzandığı söyleniyor. Bu işlemin çağımızda nasıl tantanalı törenlerle yapıldığını görmek için yolunuzu Bursa’ya düşürmeniz gerekecek... Oğlu Tahsin’i üç gün üç gece süren şenliklerle sünnet ettiren İsmail Dengiz, Bursa’da konut, arsa, arazi, bahçe, tarla alımı satımı işleriyle uğraşıyor. Arazileri peşin parayla alıp, imara açıldıktan sonra sanayi kuruluşlarına satıyor. Sözü, saati 2 bin 596 Avro’ya helikopter kiralayıp, yılda 8 bin 500 YTL kazanç bildirerek, devlete ancak 1325 YTL vergi veren İmam Hatip Lisesi mezunu baba Dengiz’e bırakalım: “Sünnet töreninin uzun yıllar konuşulması için stadyum ve helikopter kiraladım. Benim de siyasi bir görüşüm var. Ben de milletvekilliğine adayım, parayı da ondan harcıyorum.” Sünnet uzun yıllar konuşulurken halk yoksulluk içinde kıvranıyormuş; kimin umurunda! Bu görkemli düğün parasının nereden geldiği sorulunca da, itibarlı bir kişi olduğunu, düğünü eşle dostla yaptıklarını söylüyor Bay Dengiz! Öyle coşkulu ki, oğlunu evlendirirken de F16 kiralayacağı müjdesini vermeyi de unutmuyor... * Türkiye yüzyıllardır böyle dengesiz yaşıyor. Bir yanda hastalıklı, işsiz analar babalar, sünnet kabuğu kör usturalarla kesilen kâğıt mendil satıcısı çocuklar... Ne eğitim, ne yaşamak, ne umut... Öbür yanda helikopterden binbir işveyle inen sarılı, pembeli giysiler içinde tesettürlü analar ablalar, markalarla donatılmış harcama çılgını babalar, penislerinin kabuğu doktorlarca acısız kesilen ak kostümlü sünnet çocukları, altınlar, dolarlar, Avrolar... Onuruna helikopter kaldırılan sünnet adayı Tahsin’in gözü yerde; eğilmiş, şarkıcının başına atılan paraları topluyor. Kimseye kuruş koklatmayan eş dost, ne uğruna bir insana para yağdırır! Bir baba, nasıl olur da milletvekilliğine aday olacağım diye ortalığa para saçar! Meclis, yolsuzluk dosyalarıyla dolu. Bursa, bu sünnet şenliğiyle bir yolsuzluk ustasını daha bağrından çıkarıp meclise mi gönderecek?.. Vergi Dairesi sözde inceleme başlatmış... Kimi inceleyecek, 8 bin 500 YTL kazanç gösterip yılda 1325 YTL vergi ödeyeni mi? Dişli, dişsiz; toprak kayıyor Türkiye’nin ayaklarının altından... G [email protected] Barack Obama. Entelektüel namusun yitimi! Enver Aysever L eylâ Erbil’den söz edeceğim size. Uzun süre hastalıklarla boğuştu. Türk yazın yaşamının verimli, özgün yazarına, bedeni ihanet edercesine her gün sorun çıkarıyordu. Ancak bir yazar, çağının tanıklığını yaparken, sorumluluk almaktan kaçınamazdı elbet. Duyarlı, muhalif duruşu, gelecek sene 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak zorunluluğu duyanlara öncülük etme görevini benimsemesine neden oldu. İşçi sınıfının yanında durmak, ses vermek, 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak ve meydanın adını 1 Mayıs yapabilmek için, pek çok yazar örgütünün katıldığı topluluğun başkanı oldu. Başkanlığı üstlenmesi güven ve sevinç yarattı. Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı’nın böyle bir örgütü taşıyamadığı, siyasal iktidarla kol kola girdiği bir süreçte Erbil güven veriyor elbet. TYS Başkanı Enver Ercan’ın, ne Latife Tekin olayında siyasi bir duruşu oldu, ne de Nâzım Hikmet Oratoryosu’nun Frankfurt’a götürülmemesi sürecinde etkili tek bir sözü! Aynı şekilde Pen Yazarlar Derneği’nin düşük profilli başkanı Tarık Günersel de bütün toplumsal sorunlara seyirci kaldı. Yazar olduklarını unutmuşlardı sanki! 1 Mayıs Düzenleme Komitesi, düzenli olarak toplantılar yaptı. Çeşitli yazarlar burada fikirler söylediler ve tartışmalar yapıldı. Leylâ Erbil, coğrafyamızda değişen siyasi yapıya dikkat çekmek istedi. Karşıdevrim sürecine eğilmek istedi, Cumhuriyeti koruma vurgusundan söz açtı. Ancak yeni küresel süreç, bu yıl Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan Ayşegül Devecioğlu’nun, Leyla Erbil’e yazdığı bir mektupla, entelektüel dünyadaki boyutunu çıplaklıkla ortaya koydu. “...1 Mayıs komitesinin başkanı olmanıza çok sevindim... Ama siz kendinizi pek güzel temsil eden, sizden başka bir şey olmayan dilinizle, kendi kininizi, kibrinizi, düşmanlığınızı ne de güzel yansıtıyorsunuz. Bense bu satırları yazarken bile sağlığınıza zarar verir miyim diye kaygılanıyorum. Aramızdaki farklar elbet bu kadar değil. Sözgelimi, Atatürk deyince aklıma “Neden sosyalizm de durmadın” diye sitem etmek gelmez benim, diğer birçok şeyin yanı sıra, Mustafa Suphi gelir, yüzlerce komünist gelir... Bence bunları öğrenin. ... Sosyalizm de, ne tepeden inme kurulacak bir şey, ne de Atatürk gibi bir diktatöre bırakılacak. Bilmem öğrenebilir misiniz, öğrenebilirseniz hiç durmayın... Bölücülük diye bir başlık koymaya çalıştınız, bildirinize. Bu, egemenlerin dilini yeniden üretmektir. Birlik kavramı görecelidir. Bok yedirilerek kurulan Milli Birlik’ten, bölücülük yeğdir; öğrenin... ... Ulusalcılık dediğiniz şey, faşistlikten başka bir şey değildir. öğrenin bunu... Ergenekon konusunda sessizliğinizle, eli kanlı çetelerin açığa Leylâ Erbil. çıkmamasına destek oluyorsunuz. Öğrenin... ...Türbanlı yazarları yazardan saymıyorsunuz. Firdevsi’den başlayarak bütün bir İslam edebiyatını da yok saymak anlamına gelir bu, bence bir zahmet öğrenin. Bunları bilmemek maalesef ayıp bile değil bu ülkede, yine de öğrenin. Öğreneceğiniz öyle çok şey var ki. Benden (Bizlerden) öğreneceğiniz çok şey var. ... Lütfen benim yaşadığım her neyse bunlara, benim tarihime o kötülük dolu dilinizi uzatmayın. En azından bu konuda haddinizi bilin, bilmiyorsanız öğrenin. “Vur abalıya” demeye alışmışsınız. Yıllarca Kürtlere bunu yaptınız. Bizim kuşağımız öyle şeyleri feda ederek, sizin hayal bile edemeyeceğiniz öyle şeyleri çiğnedi ki, “devletlü” yazarlardan korkacak değiliz. Şimdiye kadar öğrenemediyseniz, bundan sonra öğrenin.” Mustafa Kemal mi, Mustafa Suphi mi sorusu kötü, yersiz ve bilimsel olmaktan uzaktır. Elbette hepimiz Mustafa Suphi’lerin Karadeniz’in soğuk sularına gömülüşüne isyan ediyoruz. Hayatta kalsalardı, tarih başka akabilirdi! Ama bu neden Mustafa Kemal nefretine dönüyor? Bu kışkırtıcı kavga; sığ bir neoliberal, İslamcı taktiği değil mi? Ulusalcı diye kendini niteleyen pek çok kişi, son dönem giderek milliyetçi/faşist çizgide ki kimilerinin aralarına sızmaya çalışmalarından rahatsızlar. Peki, Leylâ Erbil ve pek çok insanımız için yurtsever, desek, Ayşegül Hanım anlar ve tatmin olurlar mı? Kürt yurttaşlarla bir arada yaşama iradesinin önemini kavramak, küresel sömürü için mikromilliyetçilik yapanlara karşı durmaktır. Bunun, 12 Eylül faşistlerinin zalim uygulamalarını onaylamakla ne ilgisi vardır, Ayşegül Hanım, acaba bunu yanıtlayabilir mi? Son söz; tarihimizde kaç tane İslamcı, türbanlı büyük yazar vardır? Piyasadaki uyduruk, sığ, yazınsal nitelikten uzak metinlere, Ayşegül Hanım acaba roman, öykü, şiir diyebilir mi? AKP istedi ve onları Frankfurt’a götürüyor diye, kör olup, yılışıklık yapmak ayıp değil mi? Postmodern ölçüsüzlük çağının ezberleriyle, bir yazara saldırmak utanmazlıktır! Öğrenin. G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle