Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 7 EYLÜL 2008 / SAYI 1172 Şairin cehennemi bitti... Haklı. Kulakları başına göre büyük. Bilekleri ince, elinin parmakları çok uzun. Gitmelere koyulan güneşin altında daha bir uzun görünüyor. Doğru. Giyinişi, özenli. Yazmıştı, bu çocukluğundan bu yana süregiden bir durumdu. “Baştan beri başıma bela olmuştur” dediği gövdesinin ele vermediği zamanlardan başladı anlatmaya: “1918’de doğmuşum, Manisa’da...” Kim? İlhan Berk. İlkokul müdürü, okul dergisinin çıkarılmasını Berk’e yükleyince, söz, dize, beyit, yani şiire dair ne varsa gövdesinde boy vermiş. Okulu üçüncü sınıfta bırakmış. Neden? Yoksulluktan. Çıkmaz sokaktaki ev, karısını bırakıp giden, bayramlarda çıkılan alışverişlerde elinden tutulup tutulmadığı bile anımsanmayan bir baba, beş kardeş, kardeşlere ve anneye bakan büyük ağabey, savaşın yangınına deli bedenini koyveren abla Huriye. Çıraklık yılları: Dondurmacı, ciğerci, kunduracı... Çıraklığın en uzun durağı Diş Tabibi Hüsnü Erman, gidilmemiş köy ilkokulundan alınan diploma... Ortaokul; sabah dişçi muayenehanesinin temizliği, sonra ders. Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış’ta yayımlanan ilk şiirler, ilk kitap. “Güneşi Yakanların Selamı”... Yaşı on yedi. Ki bu kitap, onlarcasının arasında sadece bir isim olarak kalacak yazarına. Yoksulluğun süngerini sıksalar bunlar dökülecek işte, bir de söze dayanamayan kapalılık... Neden? Berk: Sanıyorum babasızlık olayıydı. İstenilen ama kazanılıp da fıtık yüzünden gidilemeyen deniz subaylığı. Balıkesir Öğretmen Okulu, özellikle Karadeniz’de ilkokul öğretmenliği, Gazi Eğitim Enstitüsü, bu kez Fransızca öğretmenliği, evlilik, bir oğul... Şiir için tek çocuk. Şiir için başka nelere “dur” denildi? Berk: Bütün hayatımda ne yaptımsa, her şeyi çok uzakta olan, ne idüğü belli olmayan şiir adındaki bir şey için yaptığımı sanıyorum. Eğer burası şiir yazmama engel olan bir odaysa o odayı genişletmeye çalıştım. Şiir benim bütün yaşamımı altüst etti. Tam bir cehennem yaşadım. Gördüğüm her şeyi, yazmak istiyorum. Bu anlaşılır bir şey değil. Bundan kurtulamıyorum... Kurtulmak mı istiyorsunuz? Berk: Hayır. Ama yalnız yazmak için de yaşanmaz ki... Dünyanın her yerine gidilse de Berk’in hemen geri dönme isteğinin nedeni buydu işte. Yazının yaşamını elinden alması, elinden başka bir şey gelmemesi. Şairin kendinden sıkılması... Berk: Dünyanın her yerinde sıkılıyorum. En keyifli ülkelerde, kongrelerde bir kenara çekilirim ya da kalkmak isterim ve kalkarım. Dünyayı görmek isteğime kavuştum. Ama bir haftayı zorlukla geçiriyorum. Hemen de dönmek istiyorum. Başka ülkelerde, kentlerde yazamamak değil bu. Günlük, ülkeyle, kentle yazının arabulucusu. Unutmamalı, bir yazarın “bir kentte sevdiğin kadın varsa o kenttir” dediğini, Berk’in de buna inandığını. Bu yüzden çok az şaire ve kadına ilgi duyması, sevdiği birkaç kişiyle olması, sonra şiire koşması... Nerede sıkılmaz şair? Berk: Resim yaparken, ancak o zaman mutlu oluyorum. Benim tek güzel şeyim. Ressamlığı kondurmuyor ellerine. Resimleri iyiyse, bir ressam kılığı taşımadığı için iyi. Bir raslantı olarak masanın üzerindeki kâğıttan çıkıyor resim. Ve hep nü... Ve hiçbir nü, bozulmaktan kurtulamıyor. Çünkü, şiir gibi resim de bozularak, yıkılarak yapılıyor. Resimle uğraşmanın belki de tek duygusu var: Keyif... Şiirin, yani cehennemin keyfi yok mu? Berk: Cehennem yazmaktan gelmiyor, her şeyi yazmak istemekten geliyor. Tabii, bir şiiri bitirince de keyifleniyorum ama bir yılın içinde olsa olsa iki ya da üç şiir yazılabilir. Cehennemde bir başka kapı, düzyazı. Berk’in düzyazılarının öznesi cansız şeyler toplumu. Nesnelerin kendisini neden çektiğini bilmese de bir bardağa bardak olarak bakamıyor. “Ben, her varlık canlıdır diyen bir şaman gibi yaklaşıyorum masaya, masanın üzerindeki kâğıda, kaleme, tabağa” diyor... Bu ilişkiyi yazıyor... Bundan kurtulamıyor. Berk: Çoğun onlar beni sürüklüyor. Yakamı bırakmayan onlar... Siz de izin veriyorsunuz... Berk: Evet. Bana göre dünya yazılmak için var! Cehennem bu işte! Yine de cehennemi sadece şiire yıkmamalı, şaire de. Eğer bir ressam da gördüğü her şeyi resmetmeye kalkarsa şair gibi cehenneme düşer. Ama eğer seçerse, eğer görmezse: Cennete hoş geldiniz... Her şeyi yazmak istiyor İlhan Berk ama eli ancak milyarda Şair artık yok. İLHAN BERK de gitti, kendi geleneğini de beraberinde götürdü. 19 Ekim 1997’de Cumhuriyet Dergi’de yayımlanan röportajda, “Dünya yazılmak için var” diyordu “Cehennem bu işte!” Yine o tarihte, ölümün olduğuna inanmadığını söylüyordu, elma, portakal ya da radyo gibi bir sözcüktü o kadar… “Aslında büyülü bir sözcük olduğunu biliyorum” diye eklemişti “Ama ben ona henüz bakamıyorum…” Geçen ayın sonlarında “ölüm” ona baktı ve şair gitti… Berat Günçıkan Fotoğraf: Erzade Ertem birine ulaşıyor. Yığınla “şey” dışarda kalıyor. İçine girilen “şey”, Şiir ya da düzyazı, bazen de başarısızlığa çarpıyor. 0 zaman yakılıyor... Yazılmak istenilen şiir, daha önce yazılan şiirden ayrı olmalı. Her şiirin bir macerası var ve diğer şiirlerin macerasıyla birleşerek yürüyor. Berk’in parçalanma dediği işte bu. Hayatta olup da şiirin içine girmeyenler de var. Sokulmayanlar, kapalı kalınan konular... Neler? Berk: Mesela aile hayatı diye bir şey... Bir de şiire dahil olmayanlar var Berk için. Yazarak yararlı olmayı anlamıyor, kendine yakıştıramıyor. Önemli olan yazmak. Bir sahtelik buluyor yararlı olmakta, çünkü yararcılık yapay bir şey... Ama bir insana yardım başka: Tarlasını çapalamaya “hayır” demiyor. “İyi” sözcüğünü de anlamıyor. “İyi”de aşağılayıcı bir yön buluyor, tiksiniyor. Hem yazmak, ona göre: Kötülük çiçekleri yetiştirmek. Şiir suçluluk duygusu uyandırmalı. Şairlere düşen bu. Şiirin doğası istiyor bunu. Şiirle felsefenin ilişkisi... Berk: Tiksinirim bundan. Şiirde felsefe yapmanın hiç anlamı yoktur ve yanlış bir şeydir. Yine de eğer başlarda yapabilseydi felsefe okumanın, felsefeden mezun olmanın kendisine çok yararlı olacağını düşünüyor. Gençlik yılları için “Kapalı bir çağdı ve atgözlükleriyle bakılıyordu dünyaya.” diyor. O zamanlarda da felsefe okumuş ama yalnız özdekcileri. Ruhcu diye Berkley’i eline almamış. Uzunca süre ruh sözcüğünü sokmamış şiirine, sonra şiirin en büyük kaynağının mistisizm olduğunu öğrenmiş. Bu yüzden şimdi rahatlıkla söylüyor: “En iyi kitabım ‘Dün Dağlarda Dolaştım, Evde Yoktum’. Şiir beni oraya getirmiş, nasıl getirmiş bilmiyorum ama ben şimdi oradayım...” Eğer bugün Berk’ten “bilge tavrı var” diye söz ediliyorsa, bunda Husserl’ın katkısı büyük. Onunla her şeye yeniden bakmayı ama bu kez ayraç açarak bakmayı öğrenmiş. Bugün kendisinden bir konu üzerinde yazması istendiğinde mesela duvar konuyu yani duvarıkoca bir ayracın içine alıp öyle düşünüyor. Sanki “duvar” sözcüğü daha önce bilinmiyormuş gibi. Ya şairin “dil” hastalığına düşmesi... Berk: Ben dile bakmayı Wittgenstein’den öğrendim. O bana dilin ne olduğunu öğretti. Dünyamızı sınırlandıranın sözcükler olduğunu anladım. Dil benim için hastalık oldu artık. Size çok garip gelebilir, dilin uyku halini merak ediyorum. Uyurken dil ne yapıyor acaba? Dili bir nesne olarak ele alıp onunla uğraşmalı... Berk’in başlangıç noktası şiir... O sağlam, saf hale dönmek yani “şiiri sıfırlamak” istiyor. Berk: Bu, sözün şiirden atılması demektir. Bir şiir düzyazı yatağına giriyorsa, orada söz atılmamıştır. Sözün atıldığı yerde bir aşılanma (ima, telkin), sezdirme, hissettirme, depreştirme vardır, bir duyarlılık söz konusudur. Duyarlılık, bir yaprağın yere düşmesindeki ses gibi bir şeydir. İyi şiirden bir şey kalmaz hatırda, sadece anıştırma, sezdirme yaşanır. Diyelim birine bir şiir okudum, ne demek istiyor diye sorduğu zaman tekrar okurum, işte bunu demek istiyor derim. Sözse şiirde bir beladır. Birçok şiir kılığındaki şiir sadece sözden ibarettir. Özellikle de hikâye. Onun tamamen atılması gerekir, çünkü şiire karşı bir şeydir... Ahmet Haşim’i bir yana bırakırsak Türk şiiri boğazına değin sözle doludur. Bu da yetmemiş: Şairin imgelerle konuştuğu da unutulmuştur. Hele düşüncelerin yerinin düzyazı olduğu hiç bilinmemiştir. Şair için şiir nedir? Berk: Ben onu öğrenemedim, onu bilmek çok zor. Her şair, şiiri başka türlü tanımlayabilir. Ele gelen bir şey değildir şiir, bu ele gelmemesi de aslında korkunçtur. Bu sıkıntı saçar, dehşet saçar. Bu sıkıntıyı toplumla paylaşır mı şair? Berk: Bu ele gelmeyen, yani şiir, şairin yaşadığı toplumun aklına hiç düşmez. Gariptir, şiirin sevildiği söylenir ama şiir bilinmez, insan akşam üzeri denize bakarken keyif duyar ya, şair sözcüğü o zaman gelir dilinin ucuna, bir sakız, çiçek gibi. Ama şairin varlığı kabul edilmez. Neden? Berk: Şiirin varlığı çoğunlukla kuşkuludur. Çoğunluğun usunu Troya’dan gençler geçti Zeynep Altay engiz Bektaş’ın 199091’den beri Edremit Güre’de açtığı “Mimarlık Yaz Okulu” bu yıl da gençlere kapılarını araladı. Köy Enstitüleri, Balıkçı ve Azra Erhat geleneği ve halkbiliminden beslenen yaz okulunda Türkiye’den Mimar Sinan (4), İstanbul Teknik (2), Yıldız Teknik (2), Balıkesir Teknik (1), A.B.D Clemson (1) ve Almanya Kiel Fachhochschule (1) üniversiteleri öğrenci ve mezunlarından oluşan 11 katılımcı bir araya geldi. Genç mimarlar günboyu çeşitli çalışma ve gezilerle mesleki eğitimlerini güçlendirdiler. Genç mimarlar sabahın ilk saatlerine çevre gezileriyle başladılar. Bu yolla halkı, yerel mimarisi, doğal dokusuyla projelerini oluşturacakları bölgeyi gözlemleyip, analiz edebildiler. “İmece”, “paylaşma” hayatlarının her saatinde vardı. Grup C çalışmasını duymuşlardı ama burada yaşama şansları oldu. Proje masalarına oturduklarında “Asıl ürün bizim yetişmemiz çizdiğimiz proje yan ürün” olduğunun bilincindeydiler. Yaz okulunun en önemli gezileri Güre Belediyesi’nin de desteğiyle Assos ve Troya’ ya yapıldı. Gezilerde gruba rehberliği Cengiz Bektaş’ın yanı sıra Assos kazı başkanı Nurettin Arslan ve Troya kazı başkanı Manfred Korfmann’ın yıllarca yardımcılığını yapan Rüstem Aslan üstlendi. Genç mimarlara kazı mutfağına girme şansı verildi, kazı yapmanın inceliği, aşamalarını, sorunlarını, restorasyonu, günümüzde arkeolojinin ne denli ince dallara ayrıldığı ve bir o kadar da bilimlerarası kolektiflikle ilerleyebildiği anlatıldı. Kazı alanlarında mimarlığa düşen görevler ve mimarlığın yapı tarihinden ne denli beslenebileceği gösterildi. Rüstem Aslan’ın altını çizdiği, “Yayına dönüşmeyen kazı tahribat yapmanın ötesine geçemez” tespiti genç mimarların belleğine yerleşti. Rüstem Aslan, Troya kazılarına büyük emeği geçen hocası Manfred Korfmann’ın iki rüyası olduğunu anlattı. Bunlardan biri Troya bölgesinin “milli park” ilan edilmesiydi ki, Bozkurt Güvenç ve Halet Çambel’in de çabalarıyla bu gerçekleşmişti. İkincisi buradan dünyanın 45 müzesine götürülmüş eserleri toplayacak Troya Müzesi’ydi. “Sadece biz değil bütün arkeoloji ve sanat dünyasının beklediği bu müze için atılması gereken ilk adım Korfmann’ın ısrarla önerdiği gibi ‘Uluslararası proje yarışması’dır” dedi. Aslan “Ama ne yazık ki, Türkiye’de bir yarışma açılıp yedi mimar seçilmesi, yurtdışından da yedi mimar çağrılıp bunlar arasında yeni bir yarışma açılması gibi anlaşılmaz bir sonuca gidilmeye kalkışıldı. Biz kazı ekibi olarak buna karşıyız. Bir anlamda Türk mimarlarına inançsızlık demek olacak bu duruma Türkiye Mimarlar Odası, Mimarlar Odası Çanakkale Şubesi de karşı çıktı”… Mimarlık Yaz Okulu’nun genç öğrencileri okullarına ve ülkelerine dönerken bir tarihin sorumluluğunu da üstlenmiş oldular… G kurcalamaz, kaplamaz. Yaşamına girmez; girmesine de izin vermez; işlerinin elinden tutmaz çünkü. Bu yüzden de onanmaz. Dışındadır onun. Şu bir gerçek: Şiir amaç gütmez, bir şey öğretmez. Bunu için de güven vermez. Öte yandan, çoğunluğun şiire uzak durması anlaşılmaz da değildir. Bir işe yaramaz çünkü Şiir. Anlaşılıveren bir şey de değildir. Bu da çoğunluğa karışmasına ket vurur. Karışsa bile çok kısadır bu, bir şimşek çakmasından öteye geçmez. Hemen eski yerine konur: Yokluğa. Bu konuda şiirin elinden gelen bir şey de yoktur. Hiçbir şiir dünyada okuyucu için yazılmamıştır çünkü. Şairin umudu yoktur. Kısacası... Berk: Şairin gövdesi bugünkü toplumda mutlu değil... Toplum şairi onaylamıyorsa derine inemediği, kolayına kaçtığı içindir. Şimdiki topluma bakmalı, yüzeyselliğe, bireyin sürünün içine sokulmasına... Öznesiz, nesnesiz kalabalıklar vardı içine düştüğümüz. İşçi sınıfı bile öznesini, nesnesini kaybetmişti. Çünkü toplum buna itibar ediyor, bundan başkasını görmüyordu. Şairin elinden gelen... Berk: Böyle toplumlarda kişinin tavrı kendisidir, birey olabilmektir. Şairin yapabileceğiyse kendini kapatmak... Berk, kapatarak korumaya çalışıyor kendini. Seçilmiş bir yalnızlık, toplumdan kaçmak değil bu. Anlamı üzerinde, bireyin kendisini koruması yani sağır topluma “birey” kalarak başkaldırması. Adorno’nun, “Böyle toplumlarda birey katı bir yalnızlığı yeğlemek zorunda” görüşüne koşulsuz katılması... Mallarme yalnızlığına çekilmiş, böyle yaşamıştı, sonunda Fransızların gösterebileği şair olarak kaldı. Şair onaylanmayı mı bekliyor? Berk: Yapmak istediğini bölüşmek istiyorsun elbet. Daha önce de söyledim: Ben hiç onay beklemeden, yazdıklarımın toplumun büyük kesimi tarafından onaylanıp onaylanmayacağını düşünmeden yazdım. Asıl yazmak istediğim neyse onu yazdım. Heves etmedim tanınmaya. Benim okurum bin kişidir, o bana yeter, ben o bin kişiyle mutluyum. Ya gelenek, şair geleneğin izini sürer mi? Hayır. Gelenek, her şairin kendisiydi, İlhan Berk gelenekti. Birçok şair, çevresindekilerin şiirini sevmesiyle görünecek kadarı “budala”ydı. Çünkü onların istediği şiiri yazmıştı, onunla ahbaplık kurmuştu ve bu şairin ölümüydü... Şairin şiirinin sevilmesini istemesi bu kadar mı şiire yabancı? Berk: Elbette bir şairin toplumda bir yeri olmalı ama o toplumun da bir yeri olmalı. Toplum bir şairi görmeli. Şiir biraz da gelişmiş toplumların sorunudur. Doğrusu, lüks bir sanattır. Halk anlamaz diye bir şey söylemek istemiyorum ama bizim halkımız şiire bakmamıştır... Ya şair ve kadınlar? Berk: Şiirime girmişlerdir. Her varlığa, nesneye nasıl bakıyorsam kadına da öyle bakmışımdır. Bir varlık olarak almış, onunla içli dışlı yaşamaya çalışmışımdır. Ve kadın benim şiirimde kalın bir çizgidir. Oturup da aşk üzerine şiir yazayım diyemem. Hep deneyimlerimin, yaşamlarımın kıyılarına sokulmak, oradan hareket etmek isterim. Ölüm... Yazıya uzak mı hâlâ? Berk: Hiç bilmiyorum. Ölümün olduğuna da inanmıyorum. Elma, portakal, radyo gibi herhangi bir sözcük. Büyüsü yok bende. Aslında büyülü bir sözcük olduğunu biliyorum ama ben ona henüz bakamıyorum. Yani bende hiçbir ağırlığı yok... Gelecek... Berk: Şiirin geleceği yoktur: Dünü, bugünü vardır. Şiire ille de bir gelecek düşünüyorsak bugünün dışında bir gelecek kuramayız ona. Şiirin geleceği bugünün, şimdinin sonsuzluğundadır. İyi bir şiirde bu her zaman görülür... G ETKİNLİK C M Y B C MY B