02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

3 AĞUSTOS 2008 / SAYI 1167 9 Akla ihanet... Zülal Kalkandelen genç vali Jindal, bir yandan da, Cumhuriyetçi John McCain’in kasım ayındaki başkanlık seçimini kazanması için elinden geleni yapıyor... *** Amerika’da evrim teorisine karşı yürütülen kampanya, elbette Lousiana ile sınırlı değil; bütün ülkede devam ediyor. Örneğin, Kentucky’deki Yaratılış Müzesi’nde insanlarla dinozorların aynı dönemde yaşadığını gösteren heykeller yer alıyor. Oysa bilimsel çalışmalara göre, insanoğlunun ilk atası sayılabilecek hominidlerin izi 7 milyon yıl önceye kadar uzanıyor. Dinozorlar ise 65 milyon yıl önce yok oldu! Öyleyse nasıl oluyor da, dinozorlarla insanlar aynı dönemde var oluyor? Biz bu soruyu soruyoruz ama ne çare... Anlaşılan milyonlarca dolar harcanarak yürütülen dini kampanyalar amacına eriyor. Çünkü yapılan araştırmalar, bu ülkede halkın yarıya yakın bir kesiminin bu saçmalıklara inandığını gösteriyor... *** Kanımca, dincilerin dayattığı görüşlerin ikiyüzlülüğünü sergilemenin en etkili yolu, onlara kendi temel referanslarını hatırlatmak. Bu yaklaşımı izlersek, Amerika’daki dinci sağa, neden “insan hayatının kutsallığı” gerekçesiyle kürtaja karşı çıkarken diğer yandan savaşı desteklediklerini; neden başka ülkelerin suçsuz sivil halklarının üzerine bombalar yağdırılmasına karşı gelmediklerini sormamız gerek. Aynı bizdeki dincilere de, neden Kuran’da açıkça yasaklandığı halde faizi savunduklarını, ama dinen zorunluluk bulunmayan türbanı ölüm kalım meselesi haline getirdiklerini sormamız gerektiği gibi... Bunu yapmazsak akla ihanet etmiş oluruz... G www.zulalkalkandelen.com/[email protected] A merika garip bir ülke... Bir bakıyorsunuz, en ileri teknoloji, en gelişmiş bilimsel araştırmalar oradan çıkıyor. Ama bir de bakıyorsunuz, çağın gerisindeki anlayışlar yine orada hortlamış. Aslında ülkenin siyasal açıdan ikiye bölünmüşlüğünün bir göstergesi bu... Louisiana’da son günlerde yaşanan bir gelişme de, bunu açıkça ortaya koyuyor. Olay şu: Louisiana Eyalet Meclisi’ne yeni bir Bilim Eğitim Yasası teklifi verildi. Yapılan gizli oylama sonucunda teklif, 3 ret oyuna karşılık 94 kabul oyuyla yasalaştı. Yasaya göre, eyalet içinde görev yapan öğretmenlerin derslerde Darwin’in evrim teorisine alternatif olarak bilim dışı teorileri de öğretmelerine izin veriliyor. Bunların başında da ID (Intelligent DesignAkıllı Tasarım) adı verilen ünlü teori geliyor. Kentucky’deki Yaratılış Müzesi’nden... Bilindiği gibi, evrim teorisine göre canlılar doğal seçilimin ve mutasyonun ürünüdür. Oysa profesörleri, eyaletteki eğitimcilerin oluşturduğu birlik buna karşı ortaya atılan ID teorisi, hayatın, olağanüstü ve devlet ile kilise işlerinin birbirinden ayrılması bir gücün varlığı olmadan açıklanmak için fazla karışık gerektiğini savunanlar... olduğunu ve bu nedenle kökeninde “tasarlayıcı bir Ne garip değil mi? Sanki ülkemizi çağrıştırıyor... akıl” bulunduğunu iddia ediyor. Söz konusu yasa en büyük desteğini ise, Louisiana Bugün Amerika’da, nasıl Demokratlar ile Valisi Piyush “Bobby” Jindal’dan alıyor. Hint kökenli Cumhuriyetçiler arasında kıyasıya bir çekişme varsa, bu konuda da taban tabana zıt iki görüşü savunanlar şiddetli bir tartışmanın içinde. Söz konusu yasanın taraflarına bakınca durum daha iyi anlaşılıyor. Evrim teorisi, küresel ısınma ve hücre klonlama gibi konuların bilimselliğini tartışmaya açan yasanın destekleyicileri arasında, dini liderler, kilise görevlileri, okula gönderilmeyip evde eğitim verilen gençler var... Karşıtları da, Louisiana Devlet Üniversitesi Söz süprüntüleri Adnan Binyazar ankada sıra bekliyordum. Oralarda bile, öylesine sesli konuşuluyor ki, istersen kulak misafiri olma; onlar senin kulağına misafir oluyorlar... Birbirinden alımlı iki kadındılar. Göz çevrelerinden ayak tırnaklarına boyalıydılar. Sözlerinden yazıya bulaştığı izlenimi uyandıranı, yanındakine son romanını anlatıyordu: “Roman olur da aşk olmaz mı; tabii var! Ama öyle romantik falan değil; haşin sevişme sahnelerini harika yazdığımı söylüyorlar, ben bedenin isteklerini yazıyorum, benimki beden aşkı... Biraz da sefalet acındırmaları, duygu manyaklarının tepesini attıracak bir iki laf da kattın mı, oldu sana roman!..” Anlatının nasıl bir roman bataklığına saplandığı bundan güzel anlatılamaz! Ortalıkta yazar diye dolaşanların çoğu, romanı öyle algılıyor, öyle de yazıyorlar: Duyguya yer yok... Hep bedenin orta merkezinde dolaşacaksın... Sapık ilişkileri sergilerken sözcüklerin en kabasını seçeceksin... Şiddet, yine şiddet, daha da şiddet!.. Sanki Halit Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu... bu topraklarda yetişmemiş; Türkiye de edebiyatta dünyanın en çorak ülkesi... B Taşınmak bir yazgı mı? Enver Aysever Memur ailesi çocuğu olarak yersiz yurtsuz yaşamaya alışkınım. Bir yerde kök salmak için yeterince zamanım olmadı hiç. Şimdi kolilere kitapları doldururken aklıma düşen soru bu; ‘Taşınmak bir yazgı mı?’ Melih Cevdet’in bir denemesinde rastlamıştım; çalışma masasının kalabalığından söz edip, koca evde yazmaya yer bulamayışından dertleniyordu. Yazmak için gerçekten bir düzene gereksinim var mı emin değilim artık. Bazı insanların ruhları göçebeliğe alışıktır. Yazı adamı için kitaplarını severek, okşayarak kutulara koymanın kederli bir tarafı vardır. Bir yandan unuttuğun dostlarla, yeniden buluşmak demektir bu, bir yandansa okudukların yaşlılığın bir imgesine döner. Her sayfa, bir adım gibi, kişinin geçmişini anımsatır. Yüzleşmek istemeyen için ürkütücüdür. Bende öyle olmadı. Bu yüzleşmeyi sevdim. Bu anımsamayı... Doğan Hızlan kitaplarla dolu odasına girip, uzun uzun kaldığını anlatır. Raflardan kimilerini çıkarıp, söyleşirmiş. Özellikle ölmüş dostların ardından kitaplarına baktığından, özleminden söz ediyor Hızlan. Hiçbir eser, yapıt, elbet kitap bırakmadan aramızdan ayrılanlar için, aklımıza düşerse eğer ‘Allah rahmet eylesin’ deyip geçiyoruz; peki ama, yaşamımızı kurmamızı sağlayan; yüzlerini bildiğimiz ya da bilmediğimiz o yazarlara ne demeli? Taşınmanın ilginç yanı, kaybettiğinizi sandığınız kimi kitaplarla yeniden buluşmaktır. Artık denetimi çoktan elinizden kaçmış olan dev kütüphanede bırakın aradığınızı, çoğu zaman yeni kitaplarınızı bile bulmanız olanaksızdır. Ali Sirmen anlatmıştı; kitapları aramak yerine, ikincisini edinmeye başlamış. Kütüphane aklını kaçırmak için tasarlanmış sanki... Gerekli olduğu zaman hiçbir kitabı bulmanın olanağı yok... Neyse ki, bu taşınma bana yeniden onlarla merhabalaşma olanağı verdi. İzini kaybettiklerimle buluştum... Koca bir evin, kutulara sığdırılmış hali içler acısıdır. Taşınma sabahı erkenden işgal güçleri gibi evinize sorgusuz dalan bir kalabalık görürsünüz. Bu altı yedi kişilik tim, her gün yaptığı işin bir benzerini yinelemektedir. Oysa siz, onlardan mahreminize biraz daha saygılı olmasını beklersiniz. Ortalığa dökülüp, saçılan yaşamınıza, ayaklar altında ezilen kimliğinize kimse aldırış etmez. Bir yurt edinememiş olmanın acılı tarihidir bu aslında. Her taşınma bir tutunma çabasının tükenişi, yaşamınızın çırılçıplak ortalığa serilmesi demektir. Hele ki yatak odanıza kirli ayaklarıyla girdiğinde o adamlar, içinizden bir şey kayıp gider... Uyku hali bir başkadır. Kişinin kendini bunca savunmasız, denetimsiz bıraktığı bir mekana koca ayaklı adamların girmesi dayanılmazdır... “Tebdili Mekânda Hayır Vardır” derler. Doğru olabilir. Yaşadığı yerle, kişi arasında hoşgörüsüz, içtenlikten yoksun bir ilişki gelişmişse, oradan huzurlu, mutlu bir yaşam çıkması olanaklı değildir. Ama tersi söz konusuysa eğer; yani, kişi sadece kiracı olduğu için, o çok sevdiği evinden kovuluyorsa? Hayır bunun neresinde? Kiracılar daima tedirgindir. Haksız yere bir yerde bulunmuş duygusu egemendir onlarda. Bir tür ırktır kiracılar. Her an yanlış yapma ürküntüsü içinde, ev sahibinin insafına bağlı bir yaşamın tutsaklarıdırlar. Kimseye gönül rahatlığıyla veremezler adreslerini… Hiçbir zaman ‘bu ev benim’ diyemezler. Bir el, uzaktan üzerine dikilmiş bir göz hep tedirgin eder onları. Bilirler ki; bir gün gelecek; yine bohçalara, hurçlara, kutulara dolduracaklardır yaşamlarını... İşgal timi olarak eve dalan taşımacılar, bir an önce işi bitirmek isterler. Yaptıkları insanlık dışı iş için aldıkları üç kuruş paranın acısını siz de paylaşırsınız. Buzdolabı altında boncuk boncuk terleyerek, merdivenleri aşmaya çalışan adamı görünce yüreğiniz dağlanır. Ayakkabısı parçalanmış, pantolonu zorla tutturulmuş bir diğeri dev bir kanepeyi sırtlanmıştır bir başına... Artık çizdikleri duvar içinde bir şey demek gelmez içinizden, kırdıkları avize için de! Öğle yemeğinde kıtlıktan çıkmışcasına saldırdıkları ekmek, lahmacun ne varsa, aslında bir insanlık dramının son perdesidir. Açlığa direnmek için dökülen alın terini görünce dilsizleşir kişi! Yine de kitap kutularına daha özenli olmalarını beklersiniz. Olmaz! Savrulan kitaplar, bir sürgünde olmanın acısını hissettirir. Yersizliğin, yurtsuzluğun, köksüzlüğün ve kiracı olmanın bedeli budur... Boşalan eve son kez bakmak ister insan. Anılara, kederli, sevinçli günlere... Ev sahibinin bilemeyeceği bir sırrı saklar o ev. Elveda derken söz verilir karşılıklı. Birbirini unutmamak için... Son kez çekilir kapı... Son bir kez... Yeni ev... Bir umuttur elbet. Yeni bir serüven. Ama kiracı için, kafası bozulursa terk edebileceği bir sevgilidir! Özgürlüğün ta kendisi. G www.enveraysever.com Beğenisi ayağa düşmüş olanlar, yazarlığın, her sözcüğe bir can bağışlamak olduğunu bilemezler! Örneği kadından vermem bir rastlantı. Yazarın cinsiyeti yoktur. Kadın olsun, erkek olsun, yazısal gücü varsa; edebiyat, hakkını vereni yüceltir, boş laf üreteni batırır. Terslik şurada ki; batan çok da, battığını fark eden yok! Sanat, zeminine çürük tahta döşenmiş sahnede dans etmeye elvermez. Sanatçının bir ayağı geçmişin birikimlerinde ise, öbür ayağı gelecek tasarımlarındadır. Yazar, günübirlik değerlerin tuzağına düşüp boşluğa kılıç salladı mı, boşluk önce onu yutar. Yazmak, zambak çiçeği gibi açılıp saçılmaya da gelmez. Shakespeare, zambak yaprağının çimenden tez çürüdüğünü söylemiştir. Elli yıl öncesinin, aşkı yapaylaştırdıkça okurunu çoğaltan romancılarını anımsayalım; Kerime Nadir’den, Muazzez Tahsin Berkant’tan, Oğuz Özdeş’ten... bugüne ne kaldı? Son yıllarda onlarınkine benzer romanlar yazılması, sanatsallıktan kopuşun çan sesleridir. Her gün biraz daha kirlenen bir dünyada yaşıyoruz. Bizi rahatlığa erdireceğini sandığımız küreselleşme, kötülüklerini her alanda bizim tarafa aktarmanın bir yolunu buluyor. Çevre kirliliği, kimyasallara bulanan yiyecekler, cildi virüs gibi kemiren temizlik maddeleri... nerdeyse yeryüzünde canlı varlığın sonunu getirecek... Doğa kir pas içinde çürümeye terk edilirse, din kitaplarının “üstün yaratık” saydığı insana neler olmaz!... Doğanın tükenişi insanın da tükenişidir: Sanatta yozlaşma, insanın yaratma gücünü söndürür, duyarlığını köreltir. Öyle olunca, süslemeli dizeler şiir, çala kalem yazılmış söz süprüntüleri roman sayılır. Bu değerler karmaşasında, duyarlığı kemikleşmiş okurda beğeni yaratmak nerdeyse olanaksızdır. Sanatsal incelik onlarda bir değer olmaktan çıkmıştır çünkü. Kir pas içinde yaşanmaz hale gelmiş böyle bir dünyada, artık soluk alabilecek yer bulabilirsen bul! G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle