Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
17 AĞUSTOS 2008 / SAYI 1169 Ülkemde savaş var... Berat Günçıkan T uhaf bir eşitlenme var Kadıköy sahilindeki çay bahçesinde, zayıflar, şişmanlar, kadınlar, erkekler, çarşaflılar, türbanlılar, açık saçıklar, kadın avcısı erkekler, sevgililer, onca kovalamaya rağmen bahçeye sızıp ellerindeki güllerle sevgililere yanaşan Çingeneler, kitap okuyanlar, ders çalışanlar, ellerinde röntgen dosyalarıyla hastaneden dönerken soluklananlar, çiklet çiğneyenler, telefonla mesaj yazmaktan yorulan elini dinlendirenler, dilenenler, çöpten iş görecek bir şeyler çıkarmaya çalışanlar, herkese hanımefendi ya da beyefendi diye seslenen garsonlar… İlk bakışta, Nana ve Keti de bu eşitliğin içinde. Fizikleri yabancılıklarını ele vermiyor, hele Keti, Doğu’nun herhangi bir kentinden, herhangi bir kadın sanki. Ama bakışlar yüzlerine odaklanınca, gözlerinden okunan iki kat korku bu eşitliği bozuyor. Onlar bir polise yakalanmaktan korkuyor, bir de ülkelerinde başlayan, sonunu kestiremedikleri savaştan. Nana da Keti de, Gürcistan’ın, henüz savaşın vurmadığı Batum kentinden. Bu yüzden Bella ve Nina’ya göre şimdilik daha sakinler. Bella Gori’de yaşayan teyzesinin şimdi yanında, İstanbul’da olmasına mı sevinsin, öldüklerini düşündüğü teyze çocuklarının yasını mı tutsun, Batum’da erkek kardeşinin yanına yerleştirdiği 26 yaşındaki oğlunun askere alınma ihtimaline mi üzülsün bilemiyor. Ağlıyor durmaksızın, kırık Türkçesiyle anlaşılması zor cümleler kuruyor, telefonda. “Biz” diyor, “Hiç sevmedik zaten bu başbakanı. Bir kardeşim onun yüzünden ülkeyi terk edip Fransa’ya gitti. Biz ne yapacağız şimdi, gitsem mi gitmesem mi, bilmiyorum”… Gorili tanıdıkları da var Bella’nın, onlar da sadece ağlayabiliyor. Onlar da gidip gitmemekte kararsız, nereden, nasıl haber alacaklarını bilmemenin kıstırılmışlığı içinde kavruluyorlar… Bütün ailesi Gori’de ondan gelecek ayda üç yüz dolara bakan Nina konuşamıyor bile. Ahizeden duyulan tek ses, hıçkırıkları, bir de “korkuyorum” kelimesi... Nana Batum’da ilkokul ve dans öğretmenliği yapmış, iki yıl kadar. Dört yıldır da Türkiye’de çalışıyor. İlk işinde yakalanmış. Üç ay kadar yaşlı bir kadının bakıcılığını yaptıktan sonra, bir izin gününde, polisler çevirmiş, kimlik sormuş, kaçak çalıştığı saptanınca da sınır dışı edilmiş. Parası olmadığı için önce on beş gün kadar Aksaray’da kaçak işçilerin tutulduğu misafirhanede bekletilmiş. Bu bekletme uygulamanın bir parçası, yakalanan işçi eğer parası varsa, hemen sınır dışı ediliyor, yoksa o misafirhanedeyken ülkesiyle yazışılıyor, ülkesi sessiz kalırsa, en fazla bir ay misafirhanede tutulduktan sonra, sınıra götürülüp bırakılıyor… Bir kez yaşadığı bu yakalanma, misafirhane koşullarından yakınmasa bile Nana’yı ürkütmüş… Sürekli çevresini gözlüyor, birkaç kelime bilmeyen Keti’yi Gürcüce konuşmaması için uyarıyor… Nana’nın Batum’da dayılarıyla birlikte yaşayan iki kızı var, biri on üç, diğeri on bir yaşında. Üç ayda bir vize yenilemek için ülkesine döndüğünde görebiliyor onları… Para kazanmanın çıkışını ise eski yöntemde, valiz ticaretinde bulmuş. Çorap, gömlek, yükte de pahada da hafif eşyaları Batum’a götürüyor, beş liraya aldığı malı uyarına gelirse, on on beş liraya satıyor… Götürdüğü malın ilk müşterileri de çocukları, ikisi de kot ve ayakkabıya meraklı, bu yüzden Nana’ya kalan ürün başına taş çatlasın bir ya da iki lira. Nana’yı İstanbul’a getiren koşullar bildik. Maaşı için, “söylemeye bile utanıyorum” diyor. Utanarak da söylüyor, 45 YTL. Bu parayla ne yaşaması mümkün, ne bir gelecek kurması. Kızlarını üniversitede okutmakta kararlı, Gürcistan’da eğitimin hâlâ iyi olduğunu, bu yüzden orada okutacağını söylüyor. Nana’nın bakmakla yükümlü olduğu sadece çocukları değil, o annesinden, babasından, işsiz 22 ve 33 yaşlarındaki iki kardeşinden de sorumlu. Otuzunda bütün bir ailenin geçimini sırtlanmak, yüzüne vurmuş… Bu yüzden bugüne kadar bir köşeye beş kuruş da atamadığını söylerken buruk, gülümsüyor… Eşinden beş ay kadar önce boşanmış, yaşı henüz otuz. Eğer, Batum’daki bir bankadan aldığı kredinin borcunu tamamlayabilirse ancak önünü görebilecek ve geleceğe ilişkin bir şeyler düşünebilecek. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya, Rusya’nın da Gürcistan’a savaş açması, Türkiye’yi petrol yüzünden endişelendiriyor ama Türkiye’de geçmişleri ve gelecekleri bu savaşa bağlı olanlar da var. İstanbul’da izinsiz çalışan Gürcü Bella, Nina, Nana ve Keti korku içindeler. Ne gidebiliyor, ne yakınlarından haber alabiliyorlar… İŞ ARIYORUM… Daha konuşmanın başında, telefonu çalıyor Nana’nın… “Abi” dediği birine oturduğumuz yeri tarif ediyor. Buluşacaklar ve iş konuşacaklar. Gündüz, mesai saatleri içinde çalışabileceği bir iş olmalı bu ve kendine bir ev tutabilmeli. Yeni işvereniyle buluşmak için tek kelime Türkçe bilmeyen Keti ile bizi baş başa bırakıyor, bir de bir paket Viceroy’u. Keti sırtı denize dönük oturuyor, onun için ne denizin bir çekiciliği, ne yolcu alıp boşaltan vapurların, ne de martıların bir cazibesi var. Nana’nın dönüşü geciktikçe yüzündeki endişe ifadesi daha da büyüyor, sigara üstüne sigara içiyor. Bir buçuk saat sonra dönüyor Nana. İş, bir ofisin temizliği ve çay servisi. Henüz tam bir anlaşmaya varılmamış. Görüştüğü de aracıymış ve esas patronla görüşüp ona haber verecekmiş. Sıra Nana’nın, Keti’nin tercümanlığına geliyor. Keti diş doktoru. Batum’da bir hastanede kısa bir süre yaşamış. 28 yaşında, bekâr. Tıpkı Nana gibi onun da üzerinde annesi, babası ve beş kardeşi dahil bütün bir ailenin sorumluluğu var. İstanbul’a geleli üç ay olmuş, henüz iş bulamamış. Türkçe bilmeyen birinin iş bulması zor olduğu gibi ücreti de düşük. O en fazla 400 dolara iş bulabilir, dil bilen biri ise, bin dolara kadar iş arayabilir. Üstelik iş bulmak düne göre daha zor, çünkü polis eleman sağlayan şirketleri daha sıkı kontrol ediyor artık, kaçak işçi çalıştıranları cezalandırıyor, sokakta yakaladıklarına da göz açtırmıyor… Nana’nın telefonu bir kez daha çalıyor, yine abi diye konuştuğu biri arıyor, ona çay bahçesini tarif ediyor. Gelen bir polis. Hangi birimde çalıştığını söylemiyor, güneş gözlüğünü çıkarmıyor, sadece dinliyor… Konu kadın ticaretine, yabancı kadınların yaşadıklarına gelince, Nana başına bu tür olaylar gelmediğini söylüyor. Hiç duymamış, tanık olmamış, ama eğer bu olaylar yaşanıyorsa, bunun sorumlusunun “kurbanlar” olduğunda ısrar ediyor. Polis de giriyor söze, kadınların kandırılmadığını, gelirken Türkiye’de fahişelik yapacaklarını bildiklerini, ancak bütün kazançlarına el konulmaktan bıktıklarında şikâyetçi olduklarını söylüyor. Polise göre kadın ticaretinin bir mafyası yok, polisin bu tür olaylarda suç ortaklığı da. Kaçak işçilere göz yumma gibi durumları da olmuyor, ama ancak olay çıkarırlarsa peşlerine düşülüyor ya da rutin kontrollerde polise denk gelirse! Sıra fotoğraf çekmeye geldiğinde Nana, polise soruyor, o söylüyor bir zararının olmayacağını, çektirebileceğini… Ayrılırken “Bizim” diyor Nana “Kimseye düşmanlığımız yok, Ne Osetlere ne Abhazlara. Savaşı hep başkaları çıkarıyor, huzurumuzu kaçırıyor. Bizim yaşamaktan başka bir derdimiz yok ki”… Çay bahçesinden gelip geçenlerin de yaşamaktan başka bir derdi yok, ama savaş kapıya dayanınca, bir de “kaçak” yaşamak varsa, yaşamak daha “ağır” bir iş oluyor... G Ne oralı ne buralı, ben Abhazyalı Nazlı Babaloğlu G ürcistan Güney Osetya’ya girdi. İki binden fazla kişi öldü. Bu zorba ve mantıksız saldırıya Rus ordusu sert tepki verdi, Ruslar Tiflis’e kadar girdi, fırsat bu fırsat “Arka bahçemizi temizleyelim” dedi… Kafkaslar bir anda kan gölüne döndü ve televizyonlarda Pekin’deki havai fişeklerle Kuzey Osetya’daki uçaksavar ateşleri birbirine karıştı. Hevesli yeni başbakan Putin Kuzey Osetya’da, emekliliğine alışan, “topal ördek” Bush Pekin’de… Ve sahneye bir başka küçük devlet daha girdi; seferberlik ilan eden, Gürcistan’dan artık her anlamda kopmak isteyen, “fırsat bu fırsat” diyen Abhazya. Peki, bu Abhazya nerededir, önemi nedir? Abhazya denildiğinde akla yıllar önce İBDAC sloganlarıyla, allahuekber çığlıklarıyla Abhazya’nın, Çeçenistan’ın özgürlüğü için savaşa giden bir grup aşırı dinci ve sakallı fedai geliyor. Hatta biraz daha zorlarsak gemi kaçıran yetmedi, Swissotel’i basan, sonunda yakalanan ama ortadan kaybolan(!) birtakım insanlar geliyor, biraz uzak bakıyoruz Abhazya’ya. Bazılarımız içinse ninelerimizden dedelerimizden dinlediğimiz, dağlarından sular akan, palmiyelerle süslü, ormanlarla kaplı ilk vatan Abhazya, sürüldükleri, atıldıkları, gemilerle terk etmek zorunda kaldıkları güzel yurtları… Bir gün mutlaka geri dönülecek olan! Bu hayal şimdi Abhazya’yla vücut buluyor, Türkiye Çerkesleri için. Abhazı, Şapsığsı, Kabartayı, Ibıhı. Gençler çalışmaya gidiyor, emekliler yaşlılıklarını gecirmeye... Güneşe akın var! Hayal edin… bir “paska”da oturuyorsunuz, önünüzde alabildiğine Karadeniz… Akşamüstü olmuş, önünüzdeki masanın üstünde de abısta ve ev yapımı şarap… Hafif bir rüzgâr ensenizi okşuyor ve arkalardan da bir yerden abhaz şarkıları duyuluyor, Maksim Gorki’ye “Bütün Avrupa’yı, Amerika’yı dolaştım, birçok halkın sarkılarını dinledim, ancak böylesine coşkulu ve insanı saran şarkılar hiç duymadım” dedirttiren şarkılar… Paska dediğimiz yer aslında bir nevi çardak, “kendin pişir kendin ye” lokantası diye tabir edebileceğimiz salaş bir mekân türü. Fakat öyle Bolu ya da Ankara yolundakiler gibi yanında Mc Donald’s yok, kola servisi yok, bir nevi kapitalizme bakir bir müessese. Bunun nedeni halkın CocaCola içmemeyi seçmesi değil tabii ki, dış yatırımın yeterli hatta neredeyse hiç olmaması. Sebebi ise tanınmamak. Yine de çok önemli gelir kaynakları var Abhazya’nın; başta turizm, çiçekçilik ve taş kömürü. Karadeniz kıyısında olmasına rağmen yaz turizmi en önemli gelir kaynağı. Fakat Soçi gibi Rusya’nın turizm merkezlerinden daha farklı bir iklim var Abhazya’da. Ülkeyi saran Kafkas Dağları kuzeyden gelen soğuk hava dalgasının Abhazya’yı etkilemesine izin vermiyor, soğuk hava Abhazya’yı pas geçerek Karadeniz’i ve Türkiye’nin kuzeyini etkiliyor. Dolayısıyla ülkede yarı tropikal bir iklim oluşuyor ki bu da o enlemde asla yetişmeyecek muz gibi bitkilerin yetişmesini sağlıyor! Çiçekçilik de çok önemli, bilhassa gösterişli ve renkli çiçekler yetiştirilip Rusya’ya satılıyor. Yüzde 76’sı dağlarlardan oluşan ülkede nüfus da (260,000) kıyı kentlerinde yoğunlaşmış. Bilhassa başkent Sohum, Pitsunda ve Gagra gibi deniz kenarında ve batı sınırına yakın kentler çok revaçta. Deniz şahane, plaj, yemekler şahane ama servis kötü, temizlik yok… Bunun sebebi de hizmet sektöründe “gelişmeye” ihtiyaç olmaması. Zaten var olan ve her zaman baki kalacak olan bir turist kitlesi var Abhazya’nın, ne azalıyor ne çoğalıyor, ne de çeşitleniyor. Her sene aynı zamanda, aynı yerden (Rus ve Ukrayna), aynı gelir grubundan turistler dolduruyor otelleri. İlk ilkokul ögretmenimden duymuştum; sıcak ülke insanları hem daha esmer, hem daha sıcakkanlı hem de daha enerjisiz ve çalışmamaya meyilli olurmuş; soğuk ülkelerde yaşayan insanlar ise daha çalışkan, dinç ve beyaz tenli… Bu yüzden bizim insanımız sıcakkanlıymış, her şeyi “Yukarıdan bekler, kendisi işe el atmazmış”. Enlemine bakarsak Abhaz halkının çalışkan, soğuk, dinç ve beyaz tenli olmasını beklenir ama orada kaldığım süre bana bunun doğru olmadığını gosterdi. İlk önce, beklediğimin tersine insanlar sıcakkanlı ve konuşkan. Misafirperverlikleri ve disiplinsizlikleri Türkiye’yi hatırlatıyor. İnsanlar çalısmamak için bahane arıyor. Ülkenin en önemli gelir kaynaklarından olan Korçal’daki taş kömürü madenine gittim. Madende kalorisi çok yüksek kaliteli kömür çıkarılıyor. Büyük bir oluşum, dolayısıyla da çok işçi çalışıyor. Korçal Gürcistan sınırına yakın, 9293 yıllarında savaştan harabeye dönmüş fakir bir dağ şehri. Dolayısıyla tek geçim kaynağı bu maden. İstoçnik adı verilen bölgede (500 m. yükseklikte) fabrika var, kömür burada işleniyor: Dağın tepesinde Karier’de, 10001500 m. yükseklikten de kömür çıkarılıyor, türlü yollarla fabrikaya indiriliyor, işlemden geçiriliyor. Fakat bakmayın iki cümleye indirgediğime, ne sorunlar Bölgenin en önemli geçim kaynağı, turizm. Abhazya, bakir doğasını koruyabilmiş. Savaşların ortasında, tedirgin yaşarken, bir savaş rüzgârı daha esti üzerimizde. Abhazya da bu savaşa dahil oldu ve baş kaldırdı. Bakir, doğal kaynakları zengin ülkenin yönetimi bu başı kolay kolay indirmeyeceğini açıkladı… Peki, Abhazya neresi, Abhazlar kimler, nasıl yaşarlar? C M Y B ne kavgalar çıkıyor kömür aşağıya indirilene kadar, sabah uyanmayan mekanikler, gece uyuyakalan işçiler.... Bir bakıma haklılar tabii, hayat çok zor, işleri ve sorumlulukları da. Karier’de tanıştığım formenlerden biri “Abhazları ayakkabılarından tanırsın, her zaman temizdir, nerede olursa olsun Abhaz kendini kirletmez… Biraz daha kirli ayakkabıları olanlar Türkiye’den gelen Abhazlardır, biraz çamurlanmışsa Ermeni, yok eğer kir, pas, çamur içindeyse işte o Türktür!” demişti. Beni şaşırtan bir konu da konuştukları dil oldu. Abhazca ve Rusça birbirinden çok farklı. Gitmeden önce Rusça bilen birinin, Türk birinin Azericeyi anlaması gibi, Abhazcayı da anlayabileceğini düşünmüştüm, fakat iki dil birbirinden o kadar farklı ki. Çoğu Abhaz Rusça biliyor olsa da Ruslar Abhazca öğrenme konusunda çok sıkıntı çekiyorlar. Nedenini sorduğumda “Ağzına sıcak haşlanmış patates koy, sonra da konuşmaya çalış. İşte Abhazca!” diye yanıtladılar. Abhazca zor öğrenilen bir dil. Alfabede 62 harf, “k” sesi için dokuz farklı harf var. Bölgede yaşayan Ibıh halkının dilini ise kimse konuşamıyor, çünkü çok zor ve öğrenilmesi neredeyse imkânsızmış. Bu güzellikleri gördükten sonra tamamen asimile olmuş biri olarak gittiğim Abhazya’dan babam Abhaz, annem Şapsığ demeye başlayarak, biraz milliyetçi duygularla döndüm, kimse için de farklı olacağını zannetmiyorum. Anne tarafımda Çerkeslik pek konuşulmaz, tabudur, Çerkes Ethem’e dayanan köklerimizden dolayı. Anneannem bile gençliğinde Çerkes Tevfik Bey’in torunu olduğu için yıllar boyu gözaltında tutulmuş, zor yıllar yaşamışlar. Yani polis komünistlikten Nâzım Hikmet’in ailesinin peşindeyken benim ailemi de karşıdevrim(!) şüphesiyle izliyormuş! Abhazya… İnanılmaz güzelliklere, zenginliklere, sıcak bir halka sahip, cok eski bir Kafkas ülkesi. G C MY B