17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 TEMMUZ 2008 / SAYI 1165 9 Temiz hava insanlık hakkıdır... Zülal Kalkandelen igara yasakları başladığından beri bir tartışmadır gidiyor. Yasa çıktı çıkmasına, ama hâlâ uygulamaya aykırı davranışlara ve buna göz yumanlara rastlamak mümkün. İlginç olansa, sürekli olarak “Türk insanı bu yasaya zor uyar,” türünden görüşlerin dile getirilmesi. Neden acaba? Türkiye’nin giderek yasalara uymamanın normal karşılandığı bir ülkeye dönüşmesinden mi? Birkaç gün önce, bunu düşündürtecek bir olayın içinde buldum kendimi. Yasaya rağmen, ÜsküdarBeşiktaş deniz motorunda sigara yaktı birisi. Birkaç kişi tarafından uyarılınca da verdiği yanıt aynen şöyle oldu: “Ne yapalım yasa varsa? Devletin en yetkili makamlarında oturanlar anayasa, hak, hukuk tanımıyorsa, ben ne diye uyacağım?” Tabii bu tavırdan sonra tartışma iyice alevlendi. “Dağ başı mı burası?” dedi birisi. Diğeri, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diyenlerin ülkeyi getirdikleri nokta işte bu...” diyerek Özal’ı andı. “Özal’a kadar gitme, sen şimdikine bak!” dedi bir başkası. S Herkesin aynı anda konuşup kimsenin birbirini dinlemediği tartışma beş dakika sürdü. Sigarasını söndüren vatandaş, Beşiktaş’a vardığımızda son sözünü söyledi: “Tamam kardeşim, geldik zaten. Susun artık!” Ve sigarasını içmiş olmanın rahatlığıyla indi motordan... *** Bu olay hakkında aklıma takılan asıl mesele, neden Türkiye’de insanların yasalara uymamakta direndiği... Uygar ve demokratik bir toplumda birlikte yaşayabilmek için herkesin uyması gereken kurallar bütünüdür, hukuk. Nasıl hükümet, Anayasa’nın değiştirilemez nitelikteki 2. maddesi uyarınca laikliğe uygun bir yönetim sergilemek durumundaysa, vatandaşlar da yasalara uymak zorundadır. Yasalar beğenilmeyebilir, eleştirilebilir, ama yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlar. İşin aslı bu kadar basit aslında. Fakat yasaları uygulamakla görevli yargıçların uyarılarını “YMuhtıra” olarak niteleyen bir medya olduğu sürece ne bekliyoruz ki? Yasaları daha demokratik ve daha uygar hale getirmeyi tartışacağımıza, onlara uyup uymamayı konuşuyoruz... Tehlikeli olan ve ilerlemeyi engelleyen de bu zaten. *** Oysa sigara yasağına uymamak yerine, onu düzenleyen yasadaki eksikliklerin nasıl giderilebileceğine odaklansak daha doğru olmaz mı? Yasağın lokanta ve barlarda neden bir yıl sonra uygulanmaya başlayacağını sormuyoruz da, taksilerde içilememesine takılıyoruz? Taksinin içinde ortalama 1520 dakika kalıyorsak, restoranda daha fazla zaman geçiriyoruz. Üstelik orada bir değil, çok sayıda kişi aynı anda içince, mekân tam bir gaz odasına dönüşüyor. Bir yandan da, yasak kapsamına giren alışveriş merkezlerindeki lokantaların sahipleri, yasanın müstakil lokantalarda gelecek yıl uygulamaya girmesinin haksız rekabet yaratmasından şikâyetçi. Meclis Sağlık Komisyonu Başkanı, bu durumda müstakil lokantalar için de yasağın öne alınabileceğini söylemiş. Haksız ticaret varsa elbette önlenmesi gerekir; buna bir itiraz yok. Ama merak ettiğim şu: Sigaranın hem içenin hem de çevresindekilerin sağlığına zararlı olduğu, bütün dünyada bilim insanlarınca kanıtlanmış bir gerçektir. Öyleyse, neden lokanta ve barların bir yıl daha insanları zehirlemeye devam etmesi uygun bulundu? Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı, “Temiz hava da temiz su gibi insanlık hakkıdır. Kimsenin başkasının havasını kirletmeye hakkı yoktur. Başkasını kanser yapmak insan hakkı değildir,” diyor. Kimileri de hâlâ kamuya açık mekânlarda sigara içmeyi savunuyor! G www.zulalkalkandelen.com/[email protected] Güzellik ayrıntıdadır Adnan Binyazar abokov, “Ayrıntıya sarılın, ilahi ayrıntıya...” diyor. Nabokov gibi bir yazar, bir eserde ayrıntıya sarılmayı öne çıkarıyorsa, söyledikleri üzerinde derinliğine düşünmek gerekir. Sanırım bu sözün anlam alanını genişletmek için, “ilahi’ sözcüğünün önüne “o” sıfatını koymak gerekecek. Böylece, sözcük, “yaratıcılık, sonsuzluk, güzellik, mükemmellik” anlamlarını da içerecektir. Sanatçının ayrıntıya varamadığı yapıtlar bu niteliklerden de, sanatsallıktan da uzaktır. Bu bağlamda, ayrıntı, sonsuzluğun göstergesi olan “ilah” kavramıyla da örtüşüyor. Bilinen her şey, bilinmeyeni çoğalttığına göre, ayrıntı, yaratıcıya sonsuzluğun yolunu gösterir. Ayrıntının, Türkçede karşılığı genellikle detail’dır. Detay sözcüğünü, “bir tablonun ya da heykelin yalnızca bir parçasının alınması” biçiminde tanımlarsak, onu anlam daraltmasına uğratmış oluruz. “Bütünü oluşturan parçacıklar” diye algılamak da yetersiz. Kuşkusuz, bu, Nabokov’un öne çıkardığı ayrıntı kavramına daha da uzak düşüyor. Ayrıntı, bütünün parçası değildir, yaklaştıkça özellikleri görülebilen “bütün”ün yapısındaki öğelerdir. Öz Türkçe Sözlük’te, ayrıntıya, “bir şeyin ayrı olmakla birlikte kendisini bütünleyen bir parça(sı)” karşılığı öneriliyor; ki, bu, doğruya en yakın tanım sayılabilir. Çünkü ayrıntı, bütünlüğün içinde anlam kazanan öğelerden oluşur. Kaya parçası, bir kütledir. O kütle yontulup sanatsal bir nesne elde edilirse yontuya dönüşür. Kütle görüntüsel; yontu ise algılamalarla kavranabilen anlamsal bir öğedir. Güzellik ya da gerçek, nesnede değil, ayrıntıdadır. Binbir Gece Masalları’nda dendiği gibi, “Güzellik, onu arayana görünür.” Arayan göz, bakmayı bilmelidir, görünmeyeni görebilmelidir. Sanatsal yaratıcılık böyle bir duyarlığı gerektiriyor. Öğrencilerime, Sokrates’in “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” yargısını da çağrıştıran bir soru yöneltmiştim: “Öğrendikçe bilmediklerimiz artar mı, azalır mı?” Çoğunluk, bilinmeyeni kütlesel bir birim sayarak, öğrendikçe bildiklerimizin azalacağını savunmuştu. Kütleden kopan her parça onu biraz daha küçülteceğine göre, bu yoruma diyecek söz kalmıyordu. Kimya alanında ünlü bir öğrencim ise, öğrendikçe, bilmediklerimizin çoğalacağını ileri sürerek sınıfta tartışmaya yol açmıştı. Birden alevlenen tartışmanın aşamaları bu köşenin ölçülerini aşar. Şu kadarını belirteyim ki, bir nesne, bilinenleriyle değil bilinmeyenleriyle algılanıyorsa onda sanatsallık aranır. İnsan, milyon yıllardan beri var; ilk ortaya çıktığında kim bilir bilinmeyeni ne kadar azdı! Günümüzde ise, her bilinen, onu bilinmezliklere yöneltiyor. Francis Bacon, “Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!” diyor. İnsanın, gökte uçandan deniz dibi yaratıklarına kadar, bilmediği yok sanılıyor. Tarttıkça, ölçüp biçtikçe, birini birinden ayırdıkça, düşünce alanını genişlettikçe.. bildiğine bilinmedikler ekleniyor. Nasıl mı? “O ilahi ayrıntı”ya yönelerek... G [email protected] N Onurlu olmak ya da olmamak Enver Aysever ydınlanma ve aydın üstüne pek çok şey dillendirildi bugüne dek. Kuşkusuz insanlık tarihinin en önemli düşünsel devrimlerinden biridir bu süreç. Kişinin tanrıyla ve tanrı fikriyle olan ilişkisinin yeniden düzenlendiği, bilimsel bilginin oluştuğu ve sonuçta iktidarın gökten yere indiği bir dönemden söz ediyorum. Kuşkusuz her iman eden gibi, aklın baş tacı edildiği bu süreci tek boyutlu kavrayıp, aklı tanrısallaştıranlar, kutsallaştıranlar da oldu. Bu tutum; bugün kimi postmodernler için bulunmaz bir fırsata dönüştü ve saldırgan eleştirilere maruz kaldı aydınlanmacılar. Modernizmin öğretisi ve ekonomipolitiği, yaşamı, olduğu gibi açıklamaya yetmedi. Tersine kapitalizmin gelişmesine, serpilmesine, yeni değerler oluşturulmasına katkı yaptı. Frankfurt Okulu’nun düşünürleri Adorno, Horkheimer, Benjamin olup biteni erken zamanda sezerek; sert ve zihin açıcı eleştiriler yaptılar. Hatta bugünlerde kimilerinin bilip bilmeden sıklıkla kullandığı “Akıl tutulması” deyimi de, o dönemin bir kitap adıdır. Bu düşünürlerin işaret ettiği temel sorun şuydu; tanrıya iman etmeye kötü diyen aydınlanmacılar, giderek aklı tanrısallaştırmaya başlamışlardı. Dolayısıyla akıl dışı olanı, gözlem talihine sahip olmayanı reddediyorlar, yok sayıyorlardı. Oysa insan, karmaşık bir varlık ve bu varlığın ruhsal boyutu, elle tutulmayan, gözle görülmeyenle olan ilişkisi kavranmadığı zaman eksik kalmaktaydı. Hal böyle olunca da, aydınlanma süreci bir tür gericilik gibi sunulmaya başlandı. Bu eleştiriler büyük ölçüde haklıdır. Ancak unutulmaması gereken şudur; aydınlanma dönemi denilen süreç, başlı başına bir ahlak anlayışı geliştirmiştir. Dahası insanlığın tarihinden süzülüp gelen değerler üzerinde, özellikle estetik alanda bir ölçüt ortaya koymuştur. Şimdi kişi dönüp de kendi yapıp etmelerini değerlendirirken, bu ölçütler yaşamı A nasıl biçimlendirmiş bir de ona bakılmalıdır. Diyeceğim; bugün eğer sosyal devletten, evrensel hukuktan, insan haklarından söz edebiliyorsak, tüm bunların nereden beslendiğini de bilmek durumundayız. Kimilerinin küfrettiği “aydın”lar tam da bu sürecin kavramları üzerinden doğmuş ve dünyaya yön vermişlerdir. Hâlâ üç beş iyi romandan, doğru dürüst tiyatro oyunlarından, kimi kurallar içinde dönüşmüş toplumsal yaşamdan söz açabiliyorsak, tüm bu sürecin yaşamımıza doğrudan etkisindendir. Dahası; eğer bugün sosyalizm (Marksizm) diye bir felsefe, ideoloji varsa, bu sürecin yarattığı tartışma ortamına derinden bakmak Orhan Kemal, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet... gerekir. Aydın dediğimiz kişinin, bir okur yazar olduğunu; bilgiyi, bilgeliği ve daha iyi bir dünyayı aradığını unutmamalıyız. Cumhuriyet kuşkusuz bir aydınlanma projesidir. Bu yapının tüm olumluolumsuz yanlarını içinde barındırır. Kimilerinin dediği gibi yanlış kurulmamıştır. Belki eksik, onarılmaya muhtaç olabilir. Hatta sürekli bir değişimle, bir başka toplumsal yapıyı öneren, başka bir paylaşımı, sosyalist bir dünyayı kuracak hale de getirilebilir. Ama tüm bunların olması için; modernist bir açılıma, yani aydınlamaya gereksinim olduğu açıktır. Bugün daha iyi bir cumhuriyet isteyenlerin yapmaktan kaçındığı ilericilikgericilik tartışmasının da, sanılanın aksine tam zamanıdır. Gelelim ana fikre; bizim coğrafyamızda eli kalem tutanlara her zaman değer verilir, hürmet edilir. Osmanlı “Münevveri”nden, Cumhuriyet “Aydını”na süregelen süreç, tam da yukarıda sözünü ettiğim toplumsal, düşünsel döneme denk düşer. Toplum bu kişileri dövse de, sövse de, içeri tıksa da er ya da geç tarihsel değerine uygun bir sıfat verir. Adı üstünde; “Aydın”... Eğer bir toplumun yazarı, çizeri, düşünürü pusulasını şaşırırsa, orada ince bir ayardan söz edilemez. İçinde bulunduğumuz süreç; iktidarların yanı başında bitiveren; özgürlük kavramını, tutsaklık simgeleriyle (türban) savunmaya çalışan bir tür postmodern okur yazarın sesinin çok çıktığı bir dönemdir. Kafa karışıklığı, bir entelektüel için kaçınılmazdır elbet. Yeni ve iyi sorular edinmek için, bu düşünsel karmaşaya gereksinim vardır. Ancak vicdanın pusulası şaşarsa, orada yaşam belirtisi kalmaz. Bugün Frankfurt Kitap Fuarı üzerine yapılan tartışmalar, tam da bu düzlem üzerinde gerçekleşmektedir. Fuarın onur konuğu olan ülkeyi (Türkiye), küreselİslamcı bir hükümet; tarih boyunca yazarı, çizeri tutsak eden; Madımak’ı müze yapmaya cesaret edemeyen; yazarların üzerine saldıran (Latife Tekin olayı); bestecilere sansür uygulayan (Fazıl SayMetin Altıok Oratoryosu) bir anlayış temsil etmektedir. Düzenleme heyeti üyeleri; bu anlayışın yazar, düşünür, sanatçılarını pazarlamak için garnitür olduklarının farkında değil midir? Kötüsü, eğer kafaları hâlâ yerindeyse, devrimcilik diye, bu işbirliğini mi anlamaktadırlar? Yazarlar, aydınlar kimi zaman söyledikleri / söylemedikleriyle tarihe not düşerler. Kimi zaman katıldıkları/katılmadıkları toplantılarla iz bırakırlar. Gün, Aziz Nesin’in, Sabahattin Ali’nin, Nâzım Hikmet’in, Orhan Kemal’in izinde olanlarla, diğerleri arasındaki kavganın günüdür. Gün, onurlu olmak ya da olmamak kararının verildiği gündür. Duyurulur. G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle