17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 Blanca Nieves Garcia Cruz Basandres (Kübalı) 1996’da bir grup Türk işadamı Küba devlet şirketleriyle iş yapmak için Küba’ya gelmişti. Türkçe bilen Kübalı olmadığından beni İstanbul’a altı aylık Türkçe kursuna yolladılar. Kurs bitti, ancak anlaşma sağlanamayınca iş yattı. Eşyalarımı toplarken, şirket yetkilileri elime Boğaziçi Üniversitesi’nin meslek rehberini verdiler, turizm liderliği eğitimine başladım. Kübalıyım dediğimde herkes sempati ve ilgiyle yaklaşıyordu, ben de memleketimi tanıtmak için kalmaya karar verdim, Guantanamera Tur Acentası’nı kurdum. Ülkemi çok özlüyorum, ama ona buradan çok daha fazla yardım edebildiğimi düşünüyorum. Küba çok fakir bir ülke, 50 senedir ABD ambargosu altında. İki yaşımda babam kanserden öldü, annem 20 yaşındaydı, iki yıl akıl hastanesinde kaldı. Bana anneannem ve dedem baktı, sistemimize göre ben bir sosyal vaka olduğumdan devlet her türlü desteği sağladı. Fakirliğimize rağmen üniversite okuyabildim, başka bir ülkede bu mümkün olmazdı. Gelirken çok farklı bir topluma gireceğimi biliyordum, o yüzden mutsuz olmadım. En çok soğuklara alışmakta zorlandım. Karda, insanlar iki kat giyinmişse, ben dört 20 TEMMUZ 2008 / SAYI 1165 Ayumi Takano (Japon) Türkiye’ye ilk kez 1996’da gezmek için geldim. Japonya’da oyunculuk eğitimi almıştım, bir ajansta modellik ve oyunculuk yapıyordum. Türkiye’ye ikinci gelişimde, bir Japon arkadaşım Uzakdoğulu oyuncu aradıklarını söyleyince elemelere katıldım, kazandım. Film çekildi, galasını bekleyim, derken ayıp olmasın diye, röportajlar için Türkçeyi biraz öğrendim. 99’da Sadri Alışık Tiyatrosu’ndan teklif geldi, kabul ettim. Rol arkadaşım yüksek lisans sınavına gireceğini söyledi, değişik geldi, ben de girdim, kazandım, Marmara Üniversitesi RadyoTelevizyon Bölümü’nde eğitime başladım. Sonra Devlet Tiyatroları’ndaki Çayhane oyunu için teklif geldi... Her şey böyle zincirleme gitti, Türkiye’de yaşayacağım diye gelmedim, ama on senedir buradayım. Türkiye, Japonya’da bilinen bir ülke değil, Türkiye de Japonya’yı pek tanımıyor. 2010 Türkiye’de Japon yılı olacak, iki ülkenin ilişkilerini geliştirmek için bir şeyler yapmayı düşünüyoruz. Oyunculuk açısından yabancı olmak bir dezavantaj, belli bir Japon imajı hâkim olduğundan, bazı gerçek dışı imajlar dayatılabiliyor. Ancak tanınmak, popüler olmak için bir avantaj, farklı olmanız dikkat çekiyor. Bu ülkenin iyiliğini de kötülüğünü de yaşadım. Azınlık olduğum için uyum sağlamam gerektiği düşüncesiyle geldiğimden alışmakta güçlük çekmedim. Yaşamım Japonya’dakinden çok da farklı değil, insan her yerde düşüncelerine, hayat anlayışına yakın kişileri bulabiliyor. Ben de ister istemez size uyacak şekilde değiştim. Çok şaşıran biri değilim ama insanların bana çok fazla bakmaları beni şaşırtıyor. Anlıyorum Japon olmam dikkat çekiyor, ama hiç gözünü ayırmadan bir saat izleyenler var, biz de ayıptır birine bakmak. Evlenince Müslüman olacak mısın, Türk erkekleri mi, Japon erkekleri mi, gibi sorulardan da sıkıldım, yabancı olsak da bireyiz, bazen bunu unutuyor, bizi bir maskot haline getiriyorlar. Bunları anlatmak için Kanal 24’te “Türkiye’de Yaşamak” programını yapıyorum. Çıkan 60 yabancı konuğun da Türkiyesi farklıydı, ama ortak olan bir şey var; aynı toprağa basıyoruz, sizin üzerinize düşen yağmur bize de yağıyor. İki de bir sen de artık Türksün diyorlar, hayır ben Japon’um, hiçbir zaman Türk olmayacağım, Japon kalarak Türkiye’yi anlamanın, sevmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Ülkemi özlüyorum, en çok da ailemi, Japonya’da çok yaygın olan mevsimsel törenleri, yemekleri... Burada da geleneklerimi kendimce yaşatıyorum. Senenin ilk çıkan meyvelerini kaybettiğim annemin fotoğrafının önüne koyup, atalarıma sunuyor, ertesi gün yiyorum. Mevsimi hissetmek için evde hep mevsim çiçekleri bulunduruyorum. G Fotoğraflar: Vedat Arık Esra Açıkgöz kat giyiniyorum. İsmimin anlamı kar beyaz ya da Pamuk Prenses, ancak ilk kez karı burada, 27 yaşımda gördüm. Üşütüp grip oldum, doktora para ödemek zorunda kalınca çok şaştım, zamanla grip için doktora gidilmeyeceğini, kendini tedavi etmen gerektiğini öğrendim. Türkiye’de giyim tarzım çok değişti, şort ve mini etek giymeyi özledim. Beş yıl önce ailemi de Türkiye’ye getirdim. İstanbul’da 60’tan fazla Kübalı yaşıyor. İlk gelenlerden olarak onlar için sorumluluk hissediyorum, kendilerine ait bir köşecikleri olsun diye Küba Kültür Merkezi kuracağım. Küba ve Türkiye arasındaki en büyük benzerlik, misafirperverlik. En büyük fark ise, kadının toplumdaki yeri. Burada bekâr, yabancı bir kadının yaşaması zor. Erkek ve kadın arasındaki ilişkilerde bir eşitlik yok, iş dünyasında da kadın olmak çok zor. Bazen Amerikan medyası ile beslenenler, saçma sapan konuşuyorlar. Bazıları da Küba’yı çok yüceltiyorlar. Hiçbir sistem mükemmel değil, ancak bazıları kesinlikle daha adaletli. Mesela, Küba’da kimse açlıktan ölmez... G stanbul’da yaşayan bir yabancı olmak, hem zor hem de kolay. Kolay çünkü, Türkiye misafirperver bir ülke, yabancılar merak konusu, ilgi odağı; zor çünkü burada yaşamayı seçen bir yabancı, oyunu bizim kurallarımızla oynamayı, “Sen artık bir Türk oldun” sohbetlerinin öznesi olmayı kabullenmeli, hatta zaman zaman özne olmaktan çıkarılıp, bir maskota dönüştürüldüğünde gülmeyi becerebilmeli! Yine de tablo bu kadar karanlık değil, aksi halde onlarca ulustan insanın Türkiye’de yaşamasını nasıl açıklayabiliriz? Sözü, İstanbul’da yaşayan yabancılara bırakıyoruz. Bu, biraz kendinden uzaklaşmayı başarıp, anlamayı deneyenler için yüksek bir tepe üzerinden İstanbul’u, sorunlarını, yanlışları ve güzellikleri görmek için bulunmaz bir fırsat. Fransız, Arnavut, Japon, İranlı, Kübalı... Hepsinin yolu İstanbul’da birleşti. Geliş hikâyeleri farklı, kalma nedenleri de, ama hayatlarından memnunlar. Sıcak insanlar, yoğun ilgi... Ama ardı arkası kesilmeyen sorular, sürüklenmek istendikleri aidiyetler, hatta maskot haline getirilmek canlarını sıkıyor. Yeni bir ülke, yeni insanlar, yeni kültür ve dille geçirdikleri yılları anlatırken, ister istemez kıyaslama da yapıyorlar. İşte yabancıların gözünden Türkiye’nin ve Türklerin artıları, eksileri... İ Yağmur yabancıTürk ayırmıyor Gerda Ergül (Arnavut) Arnavutluk’ta 400 metre engelli branşında Balkan Şampiyonluğu olmak üzere, halen kırılamamış rekorlarım var. Türkiye’ye 1990’larda atletizm müsabakaları için birkaç kez geldim. En son 91’deki bir müsabaka sonrası, ülkemde son bulan komünizm rejiminden de cesaret alarak, kalmaya karar verdim, işe başladım. Komünizmin sadece teoride kaldığı, pratikte çok sıkıntılı yıllar yaşadığım ülkemde maalesef birçokları gibi ben de mutlu değildim, gelecek kaygısı yaşıyordum. Amacım Amerika’da yeni bir hayata başlamaktı, geçiş süreci olarak değerlendirdiğim Türkiye, güzel ve özel bir yaşamın başlangıcı oldu. 1993’te yerleşmeye karar verdim, evlendim, yedi yaşında bir oğlum var. Şu anda üç pilates stüdyosunun eğitmenliğini ve işletmesini yapıyorum. Masi Tombak (İranlı) İngiltere’de cilt uzmanlığı eğitimi aldım, okul bitince İspanya’dan ve Türkiye’den iş teklifi geldi, dilini bilmediğim halde Türkiye’yi seçtim. 1982’de geldim, 1.5 yıl kaldım, ancak işle ilgili vaatler yalan çıktı, anneannemin de sağlık problemi vardı, ona bakmak için İran’a döndüm, ancak Şah yönetimindeki İran’da yaşamaya ancak 1.5 yıl dayanabildim ve Türkiye’ye geri döndüm, buradan İtalya’ya gidecektim, ama evlendim ve kaldım. Sizinle çok benzeşiyoruz, aynı değerlere sahibiz. İlk geldiğimde Türkiye’de yabancı bir ürün görmemek beni şaşırtmıştı, kendi yağıyla kavruluyordu. O zamanlar gece bile sokakta rahatsız edenlerin olmamasına da şaşırmıştım. Türkçeyi öğrenmekte çok zorlandım. En büyük zorluğu ise, şirket ikâmet hakkı vaat ettiği halde yerine getirmeyince ülkeye yeniden giriş yapmak zorunda kalınca yaşadım. 19 yaşında bir kızım var, ona da anadilimi, Farsçayı öğrettim. Kızımla sene de bir İran’a gidiyoruz. İran’da kendimi mezarlıkta gibi hissediyorum, çok karanlık, insanlar sinirli ve üzüntülü, oysa çok güneşlidir benim ülkem. Dışarı çıkarken bacağımı kapatayım, başımı örteyim kaygısı taşımak insanı rahatsız ediyor. Kadınlar, gençler baskı altında, her şey erkekler için. Türkiye’yi çok seviyorum, bir şey söylense, fark etmeden savunmaya geçiyorum, laf söyletmiyorum, ama yine de ülkemi çok özlüyorum. İnsanlar İran’ı çok merak ediyorlar, orada mağaza var mı, insanlar nasıl yaşıyor, Humeyni ne yaptı, onun hakkında ne düşünüyorsun, diye soruyorlar. Buraya yanlışlıkla geldim, ama iyi ki gelmişim, çok şanslıyım, tanımadığım bir ülkede, tanımadığım biriyle evlendim ve dünyanın en iyi insanı çıktı. G Richard Laniepce (Fransız) Fransa’da, Boşnak ve Bulgar arkadaşlarla Balkan müziği grubu kurduk. Romanya, Bosna ve Bulgaristan’ı gezdik. Ben iki kere de Türkiye’ye geldim, müzisyenlerle tanıştım. İstanbul Blues Kumpanyası’nın müzisyenlerinden Salih Nazım Peker’le bir proje yapmaya karar verince, Eylül 2001’de altı ay İstanbul’da kalma kararı aldım. Proje olmadı, ama başka müzisyenlerle çalıştım. İki ay daha kalayım, üç ay daha uzatayım, derken yedi yıl oldu. Kesin yerleşmeye ise dört yıl önce Aslı (Doğan) ile tanışınca karar verdim, şimdi evliyiz. Kolektif grubunun müzik yönetmeniyim, saksafon, kaval, gayda çalıyorum. Çoğu yabancı Türkiye’ye sağlam bir şirkette çalışmak için geliyor, ancak çalgıcı olarak geldiğinizde işiniz zor, para kazanıp kazanamayacağınız belli değil, sosyal güvenlik sistemi yok. Fransa’da sosyal devlet anlayışı sayesinde parasız yaşamak mümkün, ancak Türkiye’de bu imkânsız. Bu ülke bir paradokslar ülkesi. Zengin insanlar paralarını göstermeyi çok seviyorlar, Fransa’da öyle değildir. Ayrıca çok fazla fakir var, fakirliği kabul ediyor, zenginlere kızmıyor, saygı gösteriyorlar. İnsanlar öyle sabırlı ki, uzun kuyruklarda bekleseler de kavga etmiyorlar. Bu kuyruklar Paris’te olsa büyük kavgalar çıkar. En çok metroya binerken ya da çıkarken itişmelere alışmakta zorlandım. Bence Türkiye’de yabancı olmak, Fransa’da Türk olmaktan daha kolay, çünkü yabancıları merak ediyorlar, bizden daha samimiler. Ayrıca, Türkiye’de bayrak gibi sembolleri çok önemsiyorlar, sanat eserlerine bakarken bile, bunu biz Türkler yaptık diyorlar, ancak ne anlattığını sorduğunuzda suskun kalıyorlar, bilmiyorlar. Milliyetleriyle bu kadar gururlanırken, tarihlerini bile korumamalarını anlamıyorum. Milliyetçilik de çok ilginç, ülke dışından gelen yabancıları seviyorlar, ancak Türkiye içindeki azınlıkları; solcuları, Kürtleri, Yunanlıları, Ermenileri sevmiyorlar. Böyle, mozaik bir ülkede milliyetçi olmak nasıl mümkün olabilir, onu da anlayamıyorum. Bir şey daha söylemeliyim, restorasyonlarınız şaka gibi, çok kötü, tarihi alanlar çöp dolu, bunlar Fransa’da hayatta olmaz. G Türkiye’de aile özlemi çekmem dışında sorun yaşamadım. Konukseverlik ve yiyecek kültürü bakımından neredeyse aynıyız. Herkesin İngilizce konuşması, insanlarınızın yardımsever ve ilgili olması, eşimle tanışmam bir iletişim ve adaptasyon sorunu yaşamama fırsat vermedi. Sadece Türkçeyi öğrenmekte zorlandım, çok zor bir dil. İngilizce, İtalyanca ve Almanca konuşabiliyorum ama halen tam olarak Türkçe konuşabildiğimi iddia edemem. İlk geldiğimde arkadaşlarım yüksek sesle konuştuğum konusunda beni uyarıyorlardı, bir anlam veremiyordum. Daha sonra, otobüste, trende gözlemlediğimde gerçekten de insanların çok sakin ve sessiz olmaya özen gösterdiklerini gördüm. Benim ülkemde, insanlar bu konuda çok rahattır, her yerde bağırarak konuşmak gayet normal karşılanır. Kadınerkek ilişkilerinde de biz çok rahat ve serbestiz, Türkiye’de ise bu konu halen biraz muamma. Geceleri tek başıma eğlenmeye gitmek istediğimde, arkadaşlarım uyarıyordu, çalıştığım otellerde erkek arkadaşlarımla havuza girmem bile çok garip karşılanıyordu. Bunun sebebini yeni yeni anlayabiliyorum. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle