02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 1 HAZİRAN 2008 / SAYI 1158 Hayvanlar ve insanlar Zülal Kalkandelen “Çektikleri zulme son verecek olsan, yeryüzündeki bütün inekleri ortadan kaldıracak bir düğmeye basar mıydın?” Kendisi de benim gibi vegan olan bir arkadaşım sordu bu soruyu. (Henüz yaygın olarak bilinmediğinden kısaca vegan nedir açıklamak gerekir sanırım. Hiçbir hayvansal gıdayı ve ürünü yemeyen, kullanmayan, giymeyen insanlara vegan deniyor.) Soruya yanıtım üç nedenle “hayır” oldu. 1. Yaşam var olduğu sürece umut vardır. Ufak da olsa, bir gün çektikleri zulmün ortadan kalkması umudunu taşıyorum ve bunun için çalışmayı yeğlerim. 2. Yalnızca ineklerin yok edilmesi sorunu çözmez. Tavuklar, tavşanlar, bıldırcınlar, ördekler vs. ne olacak? Zulmü yok etmek için bütün hayvanlar mı ortadan kaldırılacak? 3. O düğmeye basıp en büyük inek katili olmakla, kendimi de psikolojik olarak öldürürdüm. *** Kendi yanıtım üzerinde zaman zaman düşünüyorum. Hayvanlara yapılan zulmün bitmesi ya da azalması olanaklı mı? Yoksa bu fazla naif bir düşünce mi? Beşiktaş’taki Üsküdar İskelesi’nde etrafa bakınıyorum. Bir simitçiye bir kestaneciye koşup bakışlarıyla adeta yalvaran, açlıktan kıvranan köpekler görüyorum. O sırada sıcaktan bunalıp yerde yatan bir diğerine bir tekme sallıyor birisi! 20’li yaşlarında genç bir erkek, perişan durumdaki bir köpeğe neden vurur? Vurunca mutlu mu olur? Ne zaman hayvanlara yapılan kötü muameleden söz açacak olsam, “Onca sorun arasında bir hayvan haklarımız eksikti!” ya da “Önce insanların gördüğü zulmü sona erdirelim de hayvanlarınkini sonra düşünürüz!” diye tepkiler alıyorum. Ama bu konu hakkında konuşmak, insan hakları için mücadele etmemizi engellemez ki... Hayvanlara yapılan muameleyi düzeltmekle insan hakları arasında bağ olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bir sorun ancak dile getirilip ortaya çıkarılırsa çözülebilir. *** Bu gezegeni paylaştığımız hayvanların da hakları olduğunu kabul etmek, uygar insan olmanın gereğidir. Öyleyse, bir futbol kulübü yöneticilerinin stadyuma kafes içinde aslan getirerek kutlama yapmasına tepki göstermek gerekmez mi? 5199 Sayılı Hayvan Hakları Yasası’na göre, hayvanların eğlence amaçlı kullanılması yasaktır. Zavallı aslanın iğne yapılarak kafese konulması, kükreme efekti eşliğinde, ışıklardan ve haykıran insan seslerinden ürkmüş bir halde stad içinde gezdirilmesi zulüm değil de nedir? Ya Polenezköy’deki Geyik ve Karaca Üretim Çiftliği’nde yaşayan geyiğin alana bırakılan köpekler tarafından öldürülmesini nasıl açıklayacağız? O köpekleri oraya kim getirdi? Çevre sakinleri, bazı belediyelerin geceleri kamyonla getirdikleri köpekleri çevreye bıraktığını söylüyor. Aç kalan köpeklerin geyiklere saldıracağı aşikâr değil mi? “Ne yapalım, köpekler öldürmüş,” denilerek sorumluluktan kaçılabilir mi? *** Son günlerde gazetelere yansıyan bu iki olay da gösteriyor ki, ülkemizde Hayvan Hakları Yasası sürekli ihlal ediliyor ve ciddiyetle uygulanmıyor. Bu durumda, sorumlular hakkında dava açılıp cezaları verilmediği sürece, bu yasanın da diğer bazı yasalar gibi yalnızca adı var olacak. Gerçekten hayvanların birer eşya gibi değerlendirilmekten kurtulacağını düşünmek fazla mı saflık? Her şeyin mükemmel olduğu bir dünyada yaşıyor olsaydık, bana göre, herkes vegan olurdu. Ama yaşadığımız dünya mükemmelliğin çok gerisinde; bin bir çeşit sömürüyle dolu. Tek beklentim, yasaya uyulması ve insanların hayvanlara karşı biraz daha duyarlı davranması... Çok mu şey bekliyorum? G [email protected] Orta malı yüzler... Adnan Binyazar ep aynı nesneleri görmek, insanda alışkanlık körlüğü yaratır. Öyle kişiler, gözünün önündekini görememe bir yana, zamanla duygu kütleşmesine de uğruyorlar. Duyarlık yoksunlarının kanıksadıkları bir durumdur bu. Kişi, kendini sanatla, düşünceyle donatmışsa, görmekle kalmaz, gördüğünün ötesini görüp onu özümser de. Böylece bir yandan beğenisini geliştirirken, öte yandan da kendini değişime uğratır. Değişim, doğanın varoluş yasasıdır. Kurt milyon yıl önce böyle miydi; koyun, keçi, köpek?.. Uzağa gitmeyelim; insan şimdiki gibi iki ayağı üzerinde mi yürüyordu? Öyle idiyse, ellerini yerde sürüyen uzak atamız kimdi; geliştiğimizi sandığımız bir çağda niye dinozorların ardına düşüyoruz?.. Bitki örtüsündeki başkalık, her örtüde farklı insan ve hayvanın yaşaması, iklim katmanları... varoluşun özündeki değişkenliğin sonucudur... Yaratılışındaki değişim itkisinden dolayı, mekânsal biçimlendirmelere, giyime kuşama doyamıyor insan. Değişim arayışından başka bir şey olmayan moda, insandaki bu temel gereksinimden doğmuştur. Ama, sanatsal beğeni ile, modanın ölçütleri bir değildir. Moda, bedenle nesne arasındaki uyumu ölçüp biçme, onları birbirine yakıştırma uğraşıdır. Ne var ki, nice modacı, ölçüp biçeyim derken, her an örtmek istediğini açık bırakma, açtığını kapatma yanılgısına düşebilir. H Bir küvette elli kişi Enver Aysever B eyaz yakalı çalışanların ülkenin ve dünyanın yazgısındaki yeri ve konumu tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli bir hale geldi. Küresel tüketim için bu sınıfın (!) ekonomisine gereksinim var. Garipler; okumasalar da kitap, gazete, dergi almak zorundalar; çoğu zaman sıkılsalar da tiyatroya, operaya gitmek zorundalar; bol bol taksitli alışveriş yapıp, sisteme soluk aldırmak zorundalar... Pabuçlar, koltuk takımları, beyaz eşya, uzun vadeli ev kredileri, özel okullar, güneş gözlükleri, kozmetik ürünler, cep telefonları, yeni bilgisayarlar, kuyumcu ürünleri, gösterişli lokantalar, yurtdışı seyahatleri... hepsini tüketmek, her yere yetişmek zorundalar... Bir beyaz yakalı için her yeni yıl, yeni bir tatil planlama sürecidir. Daha takvimdeki rakam değişir değişmez, başlayacak olan dönemin tatil günleri hesaplanmaya başlanır. Nereden kaç gün çalınır da, nereye eklenirse, üç gün kaçamak yapılır diye inceden inceye kurgular yapılır... Sürülen yaşamın dışına bir günlüğüne bile çıkabilmek büyük bir özgürleşme, zafer sayılır. Anlayacağınız; herkesin aynı zamanda, hatta çoğu zaman aynı yöne doğru hareket ettiği bayram tatilleri, bu insanlar için bir başka anlam taşır... Çoğunlukla bu tatillerin kendinden öte, düşünü kurmanın şehveti beyaz yakalıları esrikleştirir... Yılın neredeyse tamamını boş geçiren otellerin bu büyük taarruz karşısındaki beceriksiz ve pahalı hizmetlerinden dolayı büyük öfkeye kapılacaklardır. Havaalanlarında çektikleri kuyruk çilesi de cabası. Bütün bunlara karşın tatil tasarılarından vazgeçmezler... Bu beyaz yakalı tatil saldırısına ilk kez Prag seyahatinde tanık olmuştum. Çek Cumhuriyeti tacirleri, ülkemizin dini ve milli bayramlarını iyice hesap ederek, bu dekoratif kenti halkımızın hizmetine açmışlardı. Sekizinci sınıf, boktan bir otele tutsak olmayı bir yana koyun; iğrenç çorbaları, etleri ve bilumum yiyecek içecek ürünlerini, dünyanın en pahalı tüketen turistleri olmayı başarmıştık elbirliğiyle... Kafka’nın çalışma evinde ve müzesinde dondurma yiyip, sanki sirk hayvanı görmüş gibi davranan pek çok memleketlimize rastladık. Komünizmden kalan takıları, madalyaları iyi bir aksesuar olarak algılayıp; ardındaki acıları, tarihsel, toplumsal süreçleri irdelemeden birbirlerine gösteren dostlara ne demeli peki? Hoş, alan ve satanın bu durumdan mutlu olması, bu ahlaksız uzlaşı ayrı bir yazı konusu ya, neyse… Geçen 19 Mayıs’ta Kaz Dağları (İda Dağı) seyahati de bu türdendi. Hiçbir olumsuzluktan ders almayan, arsız bir anlayışla düşmüştük ailecek yollara. Son yılların popüler dağ tatillerinden birini gerçekleştirecektik dostlarımızla. Mis gibi kekik kokusu ve zeytin ağaçlarının arasında otele vardığımızda bir kurgusal köy olan Yeşilyurt’un ayırdına varmamıştım henüz. Ancak kısa sürede özensiz konaklama koşulları, şaşkın bakan garsonlar, komiler, yardımcı çocuklar ve otelin sahibinin yapışkan muamelesi beni kendime getirdi... Bize vaat edilen koşullar görüntüde sunulmaktaydı. Ama tüm bu olup, biten sahici miydi acaba? Köy meydanına indiğimizde halkla ilişkiler işini başarıyla götüren bir ahaliyle karşılaştık. Neredeyse tüm köyle “Hoş geldiniz”, “Hoş bulduk” söyleşisini yaşadık. Arabamızı park ederken yanımızda biten dişleri dökük ninenin, az sonra bize kekik, nane türü bir şey satacağını tahmin etmemi beklemezsiniz sanırım! Beyaz yakalı sözde konukların rahat etmesi için hamaklar kurulmuş, şaraplar özel şişelere yerleştirilmiş ve çoktan yitmiş olan köy ortamı yeniden anımsansın diye kahvenin önüne bastonlu bir iki yaşlı iliştirilmiş, ortalığa da bir iki hayvan bırakılmıştı... Tatilcilerin tamamı bu üç günlük eziyeti yaşamak için köye geldiğinde küçücük meydanda otopark sorunu baş göstermeye başlamış, akşam iş çıkışı yaşanan İstanbul trafiği, bu güzel beldeyi günün erken saatlerinde esir almayı başarmıştı... Sabah kahvaltısında İstanbul cemaati olarak toplanıyor; özel yetiştirilmiş keçilerden(!) üretilen peyniri, ağaçlardan henüz toplanmış zeytini yiyor ve Allahımıza şükrediyorduk... Memleketteki herkesi tanıdığını savlayan ve aslında siyasetten her gün davet aldığını bize sezdiren otel sahibimiz ellerini ovuşturarak, biz oradan ayrılır ayrılmaz sayacağı paracıkların hayalini kuruyordu... Günün büyük kısmını bir arada köy kahvesinde oturarak geçiren biz tatilciler, giderek alanın daraldığını, soluk alamaz hale geldiğimizi fark ediyor; işin tuhafı etrafta köylü adına kimsenin kalmadığını bildiğimiz halde ses etmiyorduk... birbirimize bakıyorduk... Yüzlerimiz ayna görevi görüyordu... Anlayacağınız biz, köy meydanında bir küvete sıkıştırılmış elli kişiydik... Kirden, pisten arınmak için oradaydık... G www.enveraysever.com Miro’nun çalışması. Sanatta yanılgı yoktur. O yüzden, ne yapılsa, sanat, modayla kaynaştırılamıyor. Çünkü sanatsallığı nesneye egemen kılmayı ancak sanatçı başarıyor. Sanat yaratısal bir üretimdir, moda yakıştırmacılıktır. Sanatta kalıcılık güdülür, moda gelip geçicidir. Bir ara Gauguin, Picasso, Dufy, Miro, Kandinski desenli gömleklerin, bluzların ortalarda görünmesiyle kaybolmasının nedeni bu olmalıdır... TV ekranlarına bakıldığında, modanın yalnızca giyim kuşama özgü olmadığı, kültürel başıboşluk içindeki toplumlarda belli yüzlerin de moda öğesi olarak kullanıldığı görülecektir. Onun için ekranlar; moda romancılarla, şairlerle, oyuncularla, şarkıcılarla, dizicilerle, yorumcularla, her konuya dili dönen sohbetçilerle dolup taşıyor... Duyarlığı gelişmiş kişi, gerçek insanı aradığı ölçüde, nesneye dönüştürülüp alışkanlık yaratan orta malı kimi yüzlerden uzak durmayı da bilir. Sözde eğitme görevleri de olan kurumların, toplumu her alanda belli yüzlerle karşılaştırması kültürel yozlaşmanın bir göstergesidir. Düşünün ki, alışkın insan her an kayıtsız şartsız şartlanmaya hazırdır; şartlanmışlar ise, kendi oynamayan, başkasınca istenildiği biçimde oynatılan birer kukladır. Duyarlığı besleyen sanattır, düşüncedir. Kuşkusuz, ortalarda dolaşan “yüzlü” yüzsüzlere kapılmamayı, yüzün sahtesini gerçeğinden ayırmayı ancak sanatla, düşünceyle beslenmiş kişiler başarıyor. Kadın ya da erkek, duyarlıktan yoksun nice kişi yüz aldanmasına kapılıyor da yaşamı boyunca başını beladan kurtaramıyor! TV ekranları bir yana, yazar, şair, ressam, müzisyen, oyuncu; kim olursa olsun, yalnızca belli sanatçılara bağlanmak, kişide duyarlık kabuklaşmasına yol açar. Sürekli orta malı yüzler görmeye katlananların duyarlığından ise, söz bile edilemez. G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle