02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 25 MAYIS 2008 / SAYI 1157 Dört perdelik bir oyun Zülal Kalkandelen 1. Perde: Vatikan Katoliklerin 545. Papası 2005’te göreve başlar. Yeni Papa, geçmişte Nazi Gençlik Örgütü’nde çalışan, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü kanıtlayan Galileo’nun yargılanmasını adil bulan tartışmalı bir kişiliktir. Eylül 2006’da yaptığı, İslam dünyasını hedef alan Regensburg konuşmasıyla büyük tepki çeker. Ayrıca o dönemde, Türkiye’nin AB üyeliğine karşıdır. Kasım 2006’da Türkiye’yi ziyaret eder. Gelmeden önce kendisine Vatikan’ın resmi tarihçisi tarafından Türkiye ile ilgili bir rapor sunulur. Raporda, kendisini laik bir cumhuriyet olarak tanımlasa da, Türkiye’nin gerçek anlamda bir laiklikten yoksun olduğu belirtilir. Bu, tam da Papa’nın amacına uygun bir durumdur. Çünkü onun derdi, Avrupa’da güçlenen laikliktir. Türkiye’ye gelerek yapmak istediği, imana vurgu yapan ortak dini söylemi öne çıkarıp, “Relativizme Karşı Kutsal İttifak”ı kurmaktır. Nisan 2008’de Amerika’yı ziyaret eder. Amerikalı rahiplere, laiklikle mücadele etmelerini öğütler. 2. Perde: Avrupa Birliği Laik ve demokratik hukuk devletlerinden oluşur Avrupa Birliği. Bu, üyeliğe kabul için de kriterdir. Fakat konu, aday ülkelerden Türkiye’ye gelince durum değişir. Halkının çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede, iktidarda dini referans alan bir parti vardır. Diğer yanda ise, laikliğe sahip çıkan geniş kitleler, meydanlara inip mitingler yapmaktadır. Fakat AB yetkililerine göre, Türkiye’de “demokratik laiklik” yoktur. 3. Perde: Amerika İslamcı terorizmle mücadele eden Amerikan İmparatorluğu, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye “ılımlı İslam ülkesi” rolünü biçmiştir. Çünkü hesaba göre, Türkiye gibi ülkelerde Amerika’ya bağlı ılımlı İslam modeli yerleşirse, radikal İslama karşı mücadele kolaylaşacaktır. O nedenle, bu projesini yürüten AKP’ye açıkça destek verir. 4. Perde: Türkiye Bu uluslararası konjonktür, Türkiye’de gerici karşıdevrim için paha biçilmez bir fırsat sunar. 2002’de iktidara gelen AKP, laikliğe aykırı uygulamaları ve söylemleriyle tepki toplar. Ülke, büyük bir gerilim içine girer. Sonunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, anayasadan kaynaklanan yetkilerini kullanarak iktidar partisine kapatma davası açar. *** Dört ayrı sahnede eşzamanlı olarak bir oyun oynanıyor. Olan biteni daha iyi anlamak için, bazı sorular sorabiliriz. Çünkü bazen sorular, yanıtlardan daha çok şey anlatır... Vatikan, katı Avrupa laikliğine karşı, laik olmadığına inandığı Türkiye’de kutsal ittifak ararken; AB, Türkiye’nin sözde “katı laikliğini” hedef alıyor. İlginç değil mi? Papa, “Devlet, dini özel alana hapsedilecek bireysel bir duygu olarak ele alamaz,” diyor. Diğer yandan da, “herkesin özgür bir şekilde inanmasına olanak tanıdığını” söylediği Amerikan tarzı laikliği öneriyor. Devlet, dini kamusal alana taşırsa, tarafsızlığını koruyabilir mi? AB Komisyonu Başkanı, “Esas olan tüm dinlerin özgürlüğü, ama aynı zamanda bir din sahibi olmama özgürlüğü de olmalı,” diyor. Laiklik Türkiye’de anayasal bir ilke olarak korunmazsa, bu nasıl mümkün olacak? AB’ye girmek için, demokratik bir hukuk devleti olma şartı vardır. Anayasasındaki değişmez ilkeleri çiğneyen bir parti, demokratik bir hukuk devletinde var olabilir mi? ABD, Türkiye’de ılımlı İslamı desteklerken, halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede laiklik zayıflatılırsa, rejimin aşırı İslama kayacağını bilmiyor mu? Aynen yargı bağımsızlığı gibi, özü itibariyle demokrasinin önkoşullarından olan laikliğin demokratikliğinin tartışılmasında bir tuhaflık yok mu? G [email protected] Suda balıklar... Adnan Binyazar 1956 yılında Dicle Köy Enstitüsü’nü bitirip Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına giderken, başkent, Doğu Ekspresi’nin penceresinden ışıktan bir top gibi görünmüştü bana. Yıllarca özlemini çektiğim tiyatrolar, operalar, konser salonları, kütüphaneler, sergiler, temiz caddeler, o caddelerde hoş kokulu kadınlar... düşlerimin evreni saydığım bu ışık topunun içindeydi. Duyguların Anakarası adlı kitabımda (s. 149153) anlattığım gibi, sınavı kazandıktan sonra, ben de bu kültür evreninde yörüngeme girmiştim. O coşkuyla Ankara’ya gelişimin ilk hafta sonu akşamı operaya gittim. Bunda Diyarbakır Orduevi’nde izlediğim, baştan sona müzikli “Kırmızı Pabuçlar” filminin de etkisi olmuştu. Operayı ilk görüyordum. Salonundan sahnesine, perdesinden tavan işlemelerine, fuayesinden merdivenlerine... gördüğüm her yer büyülemişti beni. İnsanı güzelliğin ağlattığı anlar olur. O akşam, çok kişinin, düz konuşmaların müzikle söylendiğini görüp güldüğü La Traviata’yı izlerken, yüzünde henüz Diyarbakır güneşinin kızgın rengi solmamış yirmi iki yaşındaki esmer gencin gözyaşları görenleri şaşırtmıştı. Kendisi de dar bölgelerden gelip Anadolu’nun sesini Türk şiirinin beğenisi kılan Cahit Külebi’nin, müzikten böylesine etkilenmemi bana yakıştırmayıp yapay bulması çok incitirdi beni. Oysa ister dağ başında yaşayın, ister Nâzım olup hapislere tıkılın, parmaklarınız çalgı tutmamış, gözünüz nota görmemiş olsun; elinizde kitap varsa, yollar güzelliklere açılır. Altı yıllık enstitü yaşamımda, bir gün olsun, elimden Cervantes’ler, Shakespeare’ler, Molière’ler, Dostoyevski’ler, Gorki’ler... düşmedi. La Bohem’i, Tosca’yı, Aida’yı, Il Travatore’yi, Madame Butterfly’ı Cervantes’le, Shakespeare’le, Molière’le yan yana izledim. Ağlanacaklara onlarla ağladım, Leyla Gencer. gülüneceklere onlarla güldüm... Nasıl delice bir tutku idiyse benimki; kaçık demelerine aldırmadan, ezberlediğim opera aryalarını olur olmaz yerde söylüyordum. Ankara’da bir yılımı doldurmuştum. Bir cumartesi akşamı yine operadaydım. Belleğim beni yanıltmıyorsa, sanırım Tosca’yı izleyecektik. Listede Suna Korat’ın adı yazılıydı. Oyun başladı. Ama ses onun sesi değildi. Dayanamayıp yanımdakine sordum. “Sahnedeki Leyla Gencer” dedi. O gece sanki mutluluğum kanat takmıştı. Hem iki ünlü sanatçının sesini birbirinden ayırabilmiştim, hem New York’ta Metropolitan, İtalya’da La Scala operalarının primadonnasını görmüştüm... Ağladıysam sevinçten ağladım o an. Bu sabah gazeteyi açıp, “Opera dünyası divasını kaybetti” başlığını okuyunca yine gözlerim buğulandı. “Leyla Gencer’in cenazesi yarın Milano’da La Scala Operası’nın Santa Babila Kilisesi’nde düzenleyeceği bir törenden sonra yakılmak üzere krematoryuma götürülecek. Külleri daha sonra İstanbul’a getirilerek Ortaköy’de yapılacak bir törenle Boğaz sularına dökülecek.” Dünya sahnelerinin “La Diva Turca”sının külü Boğaz’da sonsuzluğun yoluna girmiştir. Öyle bir dünya sanatçısıydı ki o; ister suda balıklara söylesin şarkısını; toprakta böceklere, gökte kuşlara... sesi yüreğin derinliklerinde kalacak... G [email protected] “Yalnızlık bir yanlıştır yahu” Enver Aysever rgenlik yılları kişinin kendini en yalnız hissettiği dönemdir. İçindeki cıvıltılı şarkıya, yüksek perdeden seslenen koronun gücüne karşın, biraz yabani, hüzünlü, yalnız bulur kendini genç insan. Yaşama karşı dirençsiz, deneyimsiz olduğundandır belki. Belki de kendi yüzünü aynada görmeye katlanamadığı için, başkaları, diğerleri, ötekiler çekici gelir... Oysa konuşulan herkes, sığınılan her liman yabancılığı, yalnızlığı büyütür. Karmaşık bir kimliği olduğunu düşünmek, önceleri ayrıştırıcı, özel kılar kişiyi kendine karşı! Heyhat, öyle midir gerçekten? O isyankâr ruh, gençliğin getirdiği yaşam gücü çoğu zaman yanılsamadan öte geçmez. Büyük tasarımlar, düşler vardır; tüm bunları birer birer gerçekleştirmeye yetecek bir ömür! Zaman elimizden neleri alır? Yalnızlığa övgüler düzen anlayışımız kayıp gider öncelikle avucumuzdan. Çünkü yalnızlık Can Yücel’ce bir saptamayla koca bir yanlıştır! Kimsenin tüm bir gün kulakları sağır eden bir yalnızlığa tahammülü olamaz! Çoğunlukla o büyük kibir, yerini koyu bir karanlığa bırakır geceleri. Yalnızlık; bir yokluk halidir! Derin bir sızıdır, içli bir kanama ve dahası... “Yalnızlık bir yanlıştır yahu!” Büyük aileleri severim. İçerde ses vardır. Birileri güler, haykırır, tartışmalar alır başını gider. Derin bir ‘oh’ çekmek için nedenim olur. Anneler, babalar, teyzeler, halalar; sevdiklerimiz, bizi sevenler; acılarına, mutluluklarına tanık olduklarımız... Tam da ruhumuzu teslim almaya çalışan o sinsi yalnızlığa direnmek için başkaldıran çocuklarımız... Gün gelir, küçücük bir yavruyla; zayıf, incecik bir derinin altına yerleştirilmiş, güçlükle soluk alan bir bedenle karşılaşır insan... Yaşamla ilişki kurmasını E gözlemek şaşırtıcı, irkiltici bir mutluluktur. Nasıl tutunduğunu görmek hayata; anneyle bebeğin karmaşık, bir o kadar çekici dostluğuna tanık olmak keyiflendirir insanı... Sonra dudaktan dökülen kırık dökük o tek sözcük; “Baba” diyen biri... Çoğu zaman bir iç ses gibi gelir kişiye. Nerede başlar çocukla, annesininbabasının bağı ve nerede yollar ayrışır kestiremezsiniz bir türlü! Bach, Tanrı uğruna kendini adamış büyük bir besteci. Bize ulaştırdığı tınının gücü gerçekten bir başka dünyanın ezgilerinden mi geliyor? Geniş bir aileye sahip olma isteği ve tam da bu coşkulu kalabalık içinde yaratıyı doğurması çekici geldi bana. Bach, çocuklarının sesini işitmek istiyordu. Yalnızlıkla kurduğu ilişki farklı türdendi. “Evini, çocukluğundan beri oturmuş olduğu bütün evler kadar gürültülü kılmak amacıyla erkenden kalabalıklaştırmaya uğraştı ve konsantrasyonu kendi içindeki sessizliği sağlamaya yeterli olduğundan, beste yaparken bile asla yalnız kalmaktan hoşlanmadı. Gürültüler ruha hiç ulaşmazdı” diye yazıyor Armand Farraci. Belli ki büyük dehası her şeyden önce kendi içindeki sesi işitmesini öğretmişti besteciye. Sevdiklerinin arasında olmak, onlara dokunmak içtenlikli yapıtlar ortaya koymasının anahtarı sanki. Kulağımıza fısıldayan tanrının sesini fark edebilmek için, tam da dirençle içinde olmak gerekiyor demek yaşamın... Giderek birey olmanın; yalnız kalmakla, yaşamın dışına itilmekle eşdeğer olduğu bir süreci yaşıyoruz. Her türlü konfor kendimizi daha iyi hissetmemiz için. Ama gerçek öyle mi acaba? Neden yalnız, mutsuz kadınlar çoğalıyor? Evlerinde hayvanlarıyla ölmeye yazgılı bir yaşam, ne kadar açıklayabilir doğasını ademoğlunun? Televizyonları sürekli açık tutan, cihazın sesini neredeyse sonuna dek yükselten insanlar hangi sözleri işitmek için çırpınıp duruyor? Bilgisayar başlarında akıp giden saatler, nasıl bir paylaşım için? Artık kaç kişi; “Şöyle bir başımı alıp gitsem, kendimi dinlesem” diye sızlanıyor? Kaç kişi herhangi bir satıcı, bir bakkal çırağı kapısını çalsın, diye bekliyor, sormanın zamanı gelmedi mi? Akşam türlü düşüncelerle kıvranırken; siyasetin sığ ve kısır işleyişinin içinden kurtulmak için çırpınırken bir an yüzümde beliren gülümsemeyi fark ediyorum… Meyhaneler güzel, dostlarla bağırış, çağırış, gırgır yapmak güzel... Ardımda serserilik yaptığım bir dolu seneler var… Ama evde, geleceğim saati kurulmuş gibi bekleyen bir bebeğin olduğunu bilmek bir başka mutluluk... O yatağından uykulu gözlerle bana bakacak, saçlarımı okşayacak ve her gece usanmadan ‘merhaba’ diyecek. “Yalnızlık yanlıştır yahu!” G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle