02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 MART 2008 / SAYI 1145 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Aslolan hayattır... Alper Turgut G azeteci Filiz Gülkokuer, her koşulda yaşama tutunmayı başarabilen bir kadın… Akdeniz anemisi gibi ölümcül bir hastalık ve yaklaşık 10 yıl süren siyasi mahpuslukla boğuşarak 43 yaşına geldi… Dalağı, safrakesesi alındı, işkence gördü, hücrede tutuldu. Ancak asla yılmadı, yaşamla olan randevusuna hep sadık kaldı. “Bu hastalık belki beni öldürmüyor, ancak süründürmesini biliyor” dediğiniz Akdeniz anemisi ile ilk ne zaman tanıştınız? Kalıtımsal bir hastalık olan Akdeniz anemisiyle (talasemi) yaşamam gerektiğini öğrendiğimde henüz 9 yaşındaydım. Sürekli hastaneye kaldırılıyordum, periyodik olarak kan ve serum veriliyordu. Ödevlerimi arkadaşlarım ve öğretmenlerim Fotoğraf: UĞUR DEMİR hastaneye getirirdi, başarılı bir öğrenciydim. Mersin’den tam donanımlı bir hastane olmadığı için Ankara’ya götürüldüm. Tam üç ay hastanede tek başıma kaldım, 10 yaşındaydım. Hastalık erken büyümeme yol açtı. Üstüne üstlük Akdeniz anemisine 12 yaşındayken orak hücre anemisi de eklendi. Dert birken iki oldu. Hastanede büyüyen kız çocuğunun, devrimci olma fikri nereden çıktı? Sanırım hastanede gördüklerim, buna neden oldu. Zengin ve fakirler arasındaki uçurumu, adaletsizliği hastane kuyruklarında beklerken fark etmiştim. Emekçiler, yoksullar sıralarda kavga ve gürültüyle hatta çırpınarak tedavi olmaya çalışılıyordu. Zenginler bulunuldu, ama hep sonuçsuz kaldı. Üstelik doktorların bu haliyle cezaevinde yaşayamaz demesine karşın… Birçok ameliyatlar geçirdim. Dalağım ve safrakesem alındı. Ulucanlar’da 10 tutuklu ve hükümlünün öldürüldüğü olaylar sırasında orada mıydınız? Evet, 3 yıl Ulucanlar Cezaevi’nde yattım. Ulucanlar, katliamını birebir yaşadım. Atılan gaz bombaları nedeniyle beni revire aldılar, doktorlar, bana bir şey olmasın diye koşturup duruyordu. Askerlerin karargâhı haline getirilen revirin köşesindeki küçük odada, yani pansuman bölümünde tutuluyordum. Telsiz konuşmasından katliam emrini bizzat duydum. “Ateş kullanın, 20, 30’u gözden çıkarın” diyorlardı. Sonra kendimi kaybetmişim. Uyandığımda, “cesetleri buraya atın”, “bunları tanıyan bir gardiyan gelsin” gibi konuşmaları duyunca kulak kabarttım. Habib Gül’ü (Nevzat Çiftçi), Abuzer Çat’ı, Halil Türker’i duydum. Arkadaşlarım katledilmişti. Kahroldum. Katliamın ardından 9 kadın bir ay hücrede tutulduk... Nasıl söylesem o an anlatılmaz, yaşanır…” On yıl hapis yattı, 19 Aralık 2000’de, 2’si asker 32 kişinin yaşamını yitirdiği operasyonlar sırasında eşlikçisi hastalığı neredeydiniz? Hiç kimsenin olmak istemeyeceği bir Akdeniz yerdeydim. Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi’nde tedavi görüyordum. Baskın Anemisiydi. İki sırasında bizleri yataklara kelepçelediler, ayaklarımızdan da zincirlediler. Operasyon “hayata dönüş” bitene kadar kelepçeler ve zincirler açılmadı, hiçbir ihtiyacımız giderilmedi, ilaçlarımız operasyonu verilmedi. Bomba ve silah tarama seslerini net olarak duyuyorduk. Sonra yaralı, yakılmış geçirdi. Şimdi, arkadaşlarımızı getirdiler, onları soyunca kıyafetleri yakmayan ama vücudu kavuran hayata hiç ara kimyasal maddeler kullanıldığını gördük. Siz hücre tipi cezaevlerinde de kaldınız, vermemiş gibi, koşullar nasıldı? F tipleri, M tipleri derken birbirimizle yine gazeteci, yine iletişimimiz koptu. İlk zamanlarda mektuplarla birbirimizi bulduk. Haberleşmek muhalif, yine için hücreler arasında sesleniyorduk veya “havayolu”nu devreye sokuyorduk. heyecanlı… Duvarlardan, mazgallardan da birbirimizle iletişim kurabiliyorduk. Yeni yöntemler geliştiriyorduk. Uzak hücrelere ulaşabilmek için sapan gibi aletler yapıyorduk. Sapan için çekçek sopasıyla Peki cezaevi? don lastiklerini kullanıyorduk. Bununla bir bloğun başından 1997 yılında gözaltına alındım, işkenceli sorguların ardından sonuna top gönderebiliyorduk. Keşfedilen her yeni yöntem tutuklandım. “TİKB örgütü üyesi” olduğum iddiasıyla paylaşıldı ve cezaevi içinde duvarlarla bölünmüş bile olsak ortak yargılandım, 18 yıl 9 ay ceza verdiler. Yaklaşık 10 yıl cezaevinde bir yaşam kurulabildi. kaldım. TCK’nin ilgili maddesi, 2004 yılında değişti; yoksa 16 aydır dışarıdasınız, alıştınız mı? mahkumiyet halim 15 yıl sürecekti. 2006 yılının ekim ayında Babam Selahattin Gülkokuer, benden bir yaş büyük ablam cezaevinden çıktım. Feride ile birlikte Mersin’de kalıyor. ilk işim onları ziyaret etmek Hem hastalık hem de cezaevi, zor olmadı mı? oldu. İki yeğenim, Selva ve Sefa. İkisi de üniversite öğrencisi… Öncelikle hastalığım daha da kötüleşti. Kan grubum AB Onları, 12.5 yıl sonra görebildim. Zaten içerdeyken de kafamız negatifti ve kolay bulunamıyordu. Kuvvetli bir kriz geçirdim. dışarıdaydı. Ancak şimdi sağlığım çok daha iyi… Yeniden Alınteri 1998 yılında dışarıda “Filiz Gülkokuer’e Özgürlük” diye bir gazetesindeyim ve yine işçi haberleri yapıyorum. G kampanya başlatıldı, sayısız kez tahliyem için girişimlerde ise kuyruğa dahi girmiyorlardı. İlkokula 1973’te başladım. Ailemde solcu yoktu, ancak o yıllarda siyaset hayatın her alanında kendini göstermeye başlamıştı. 1978’de okulumuz da hareketlendi, bahçede toplanıp sloganlar atıyor, marşlar söylüyorduk. Ya sonra? Liseyi Mersin’de bitirdim. Ancak sağlığım elimi kolumu bağlıyordu. Üniversiteye 8 yıllık bir gecikmeyle gidebildim. Akdeniz Üniversitesi Büro Yönetimi ve Sekreterliği Bölümü’nü kazanınca soluğu Antalya’da aldım. Üniversite öncesinde, sekreterlik, tezgâhtarlık, anketörlük, broşür dağıtımı, tencere pazarlama… Birçok işe girdim, çıktım. Üniversiteyi 2. sınıfta terk ettim. Yıl 1993’tü, Mersin’de Alınteri gazetesinin bürosu açılınca gazeteci olmaya karar verdim. İşçi sınıfının haberlerini yapıyordum, 1996’ya kadar bu büroda görev aldım. Alınteri gazetesinin Mersin temsilcisi oldum. Dilimizde bahar şenliği Ataol Behramoğlu B u yazı yayımlandığında baharın ilk günlerindeyiz. Mart ayı ne kadar kaprisli, değişken, güvenilmez olsa da, bahardayız artık. Baharın bir özelliği de, değişkenliği, güvenilmezliği değil midir? Onda yaz ya da kış mevsimlerinin sürekliliğini aramak boşunadır. Bahardaki yürek çarpıntılarının bir nedeni de bu değişkenlik, güvenilmezlik olsa gerek… Dilimizde bahar şiirleri denilince benim aklıma öncelikle Karacaoğlan, onun Çukurova’yı bayramlıklarına giydiren şiiri gelir… Çukurova bayramlığın giyerken Çıplaklığın üzerinden soyarken Şubat ayı kış yelini koğarken Cennet dense sana yakışır dağlar… Biz mart dedik ama Çukurova’ya baharın şubat ayında gelmesi doğal... Yukarıdaki dizeler ve o güzelim şiirin bütünü üzerine ne kadar yazılsa azdır... Karacaoğlan üstüne tonlarca kitap sayfası yazılmıştır ve daha da çok yazılacaktır.... Ama bu şair bence yine de bir muammadır ve bilinmezliğindeki gizem henüz çözülebilmiş değil. Şu dört dizeyi, mecaz zenginliğiyle, yalınlığıyla, sözgelimi Puşkin’in bahar üstüne dizeleriyle karşılaştırabiliriz... Öyleyse Karacaoğlan’ı neden “halk şiiri” içinde hapsediyor; ulusal şiirimizi (Tanzimat’tan, Mehmet Emin’den, Serveti Fünun’dan önce) onunla başlatmıyoruz? Birçok dilde folklor, halk şiiri, geçmiş yüzyıllarda ulusal edebiyat içinde erimiş, sonrasında da fazla gelişememiştir… Bu bizde ancak 20. yüzyılda gerçekleşmeye başlamış ve bu sürelerde halk şiirimiz büyük gelişime göstermiş, büyük ustalar yetiştirmiş… Edebiyat tarihimiz bakımından incelenmesi gereken çok önemli bir konu… 17. yüzyılda yaşadığı varsayılan Karacaoğlan’dan iki yüzyıl öncenin Divan şairi Necati’nin II. Beyazıt’a ithaf ettiği “Bahariye”si, Türk Dili Dergisi’nin yirmi yıl kadar önce yayımlanan özel sayısında ilk kez okuduğumda da mecaz zenginliği, akıcılığı, zengin uyaklarıyla dikkatimi çekmişti… 120 dizelik bu uzun güzel şiirin tek bir beytiyle yetinelim: Goncalar kesbi havâ itmeğe çözmiş tügmesin Oynamağa bağda gönlekçek olmuş yâsemin Bu özel sayıda Divan Şiirinde kaside üzerine çok değerli bir de incelemesi bulunan Mehmet Çavuşoğlu’nun Türkçesiyle yukarıdaki dizelerin açıklaması şöyle: “Goncalar hava almak için düğmesini çözmüş (yani açılmış); yasemin bağda oynamak için gönlekçek olmuş. (ceketini atıp beyaz gömleğiyle kalmış)…” (Tarama Sözlüğü’nün Eİ harflerini kapsayan 3. cildinde “gönlekçekgönlekcek” sözcüğün kullanımına ilişkin ilginç örnekler buldum. Necati örneği alınmamış ama, 16. yüzyıl Divan şairi ve tarihçisi Âli’nin, Necati’den yüz yıl sonra, hem de yine bir bahar şirinde aynı sözcüğü kullanmış olduğunu görmek ilginçti…) Divan Şiirinden söz ederken Şeyhülislam Yahya’nın Gazel’inden de bir beyit alalım: İrdi bahar sen dâhi şad olmadın gönül Güllerle lâlelerle güşâd olmadın gönül Burada günümüz bakımından tek yabancı sözcük “güşad” (küşad) (açma, açmak) sözcüğüdür. (Gerçi “küşat” biçiminde, Cumhuriyet döneminde de uzun süre kullanılmıştır) Ahmet Necdet “Bugünün Diliyle Divan Şiiri Antolojisi”nde, şiirin bu giriş dizelerini günümüz Türkçesine yine şiir biçemiyle şöyle aktarıyor: Bahar geldi sen daha neşe bulmadın gönül Güllerle lâlelerle hiç açılmadın gönül Görülüyor ki bahar ille de herkese her zaman mutluluk getiren bir mevsim değil... (Nitekim Karacaoğlan’ın yukarıda andığım şiirinin son dizlerinde de “yas ile sevinç yıkışmakta”, yani güreşmekte’dir…) Bahar henüz geldiğine ve çağdaş şiirimizden örneklere henüz ulaşamadığımıza göre, önümüzdeki hafta da aynı konuda söyleşmeyi sürdürelim… G [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle