Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 67 9/8/07 15:02 Page 1 PAZAR EKİ 67 CMYK Denizci kız şair babayı anlatıyor... Büyük depremden, 17 Ağustos’tan beş gün önceydi, Can Yücel gidiverdi. Şiiri sevsin sevmesin, herkes biraz eksildi, ama Kuzguncuk’taki gürül gürül ev, daha bir sessizleşti. Güzel Yücel Gier, işte o sessizliğin öncesini yazdı, babasının çocukluğuna denk düşen hapisliğini, şiirlerini, sohbetlerini, Datça’yı, “Can Evi”ni ve elbette özlemini... Yüceller maaile yemek masasında, bir eksik, oğul Hasan Yücel (üstte). Can ve Güzel Yücel (sol altta). da dedeme “Yahu Hasan Âli, bu genç şairler bir tuhaf” demiş “herif başparmağına şiir yazıyor, ama dikkat et bu oğlana, bu şair olacak”. Babamın, çocukluk ve gençlik dönemine ait şiirlerini Hasan Âli Bey “Yazma” adlı şiir kitabında toplamış, kapağını da Bedri Rahmi Eyüboğlu yazma motifleri ile süslemiş. METİN ŞİİR YAPAR DA… Babam delikanlılık çağına gelince evden ayrılmış, kendi yaşdaşı şair ve yazarlarla beraber olmaya başlamış. Metin Eloğlu ile aynı evde oturmuşlar. Onların yazdıkları şiir de, yapmak istedikleri şiir de birbirine benzer, buna yüksek sesle, bangır bangır okunabilen şiir derler… O dönemi şöyle anlatırdı: “Beyoğlu’nda, Bursa Sokağı’nda Metin Eloğlu’yla bir odada oturuyorduk. Para pul yoktu. Yeni Sabah’ta çalışıyordum, ama elime fazla bir şey geçmiyordu. Metin çalışmazdı, hayatı boyunca da çalışmadı. Bana annem yardım ediyordu. Bir gün teyzem, annemle birlikte eve geldi, evi temizleyip toparlayacaklardı. Teyzem anneme sordu ‘Bu Metin Bey ne iş yapar’, annem de ‘şiir yapar, satar’ dedi. Ben de ‘Metin şiir yapar da satamaz’ diye ekledim…” Babam, evden taşıdığı birikimine, hem lisede hem de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde eğitimini aldığı YunanLatin kültürünü eklemişti. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde Yunanca ve Latince eğitimine devam etmiş, sonra da uzun süre aslında bir tekrar yazma olan (Türkçe söyleyen) çeviriler yapmıştı. Güler’le, annemle bu arada tanışmışlar. Annem akademide Bedri Rahmi’nin öğrencisiymiş, âşık olup evlenmişler… 60’lı yılların başından 12 Mart’a kadar yoğun bir biçimde politikanın içindeydi, babam. 12 Mart döneminde Che Guevara ve Mao’dan yaptığı çevirilerden dolayı 15 yıl hapse çarptırıldı. Biz o zaman çocuktuk. Babam Toptaşı hapishanesinde yatıyordu. Bir gün ziyarete gittiğimizde başka bir yere yollandığını gardiyandan öğrendik. Nereye gittiğini bilmiyorduk, kimse de bilmiyordu. O, o sırada Adana hapishanesine doğru yol alıyormuş: “Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri/Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra/Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik/Başımızda prensip sahibi bir başçavuş/Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz…/Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!” Can ve Güler Yücel. Hapishaneden çıktığı dönemde ben ortaokulu bitiriyordum. Oturduğumuz yalıda ufak bir kayığımız vardı. Bütün bir yaz üzerinden inmez, balık tutar, midye toplardık. Bu arada söylemeden edemeyeceğim, iyi midye dolması yapardı. Bol bol sohbet ederdik. Meslek konularında da konuşurduk, insanın yaptığı işi adam gibi yapması gerektiğini söylerdi. Bu yüzden, özellikle yaptığımız işler hakkında bizimle çok konuşurdu. Beykoz’da Japonlar bir denizcilikbalıkçılık meslek lisesi kurmuştu. Bana “Bu memlekette bu kadar deniz var, fazla adam yetişmiyor, sen denizi de seviyorsun, burayı bir dene” dedi. Ben de o tarihten beri denizle ilgili çalışıp duruyorum. Su ressam oldu. Babamla çok ortak işler yaptılar. Hasan tıbbiyeyi bitirdi, beyin konusunda araştırmacı oldu. Babamın en merak ettiği konulardan biri de beyin üzerine araştırmalardı, sınıf arkadaşı beyin cerrahı Gazi Yaşargil’i takip ederdi. Bir konuşmasında şöyle demişti: “İnsan beyni tam çalışmıyor, çok küçük bir kısmı çalışıyor. İnsanlar bunu kapatmak için şiirdi, musikiydi, ilahiydi bir sürü şey çıkarmışlar. Bir nevi beynin genişletilmesi hadisesidir şiir, beynin olanaklarının kullanılması olayıdır.” YİYİN, BANA ŞÜKREDİN, KÜFREDİN! Evde çalışırdı. Kahveye giderdi. Mahalleli onu tanırdı. Şiiri mutfakta da yazardı, kahvede, meyhanede de. Datça’da da köy kahvesinde oturur, köylü ile siyaset, köyün durumu hakkında konuşur, hikâyelerini dinler, hikâyeler anlatırdı. Güncelliği son derece önemser, ne olup bitiyor, devamlı takip ederdi. Eve tüm gazeteler alınır, yorumlar yapılırdı, çocukluğumuzda da haberleri dinlerken ses çıkarmak mümkün değildi. Hayat onun esin kaynağıydı. O şiiri sokağa çıkardı ve gündelikle buluşturdu, sokağın diliyle şiir arasındaki sınırları kaldırdı. “Hayata yabancı olan şiire de yabancıdır” derdi “Hayat ve ölüm bir bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük bir çılgınlıktır”. Bu onun dünya görüşü ve siyasal anlayışının bir uzantısıydı. Siyasetin tepeden inme değil, nesneye ve olaylara dokunarak yapılacağını biliyordu. Şiiri gündelik hayatla kuşatırken ne romantizme ne de ütopyaya uzaktı, ama sözü en somutlaştırdığı anda bile, şiir imgeden kopmuyordu. Hayata adanmış bir şiir, ancak hayatı yaşama biçiminden çıkabilirdi. Hayatı şiire, şiiri hayata taşıdı, argo, küfür şiirinden eksilmedi. “Çok ağır geçen hayatımızda hiciv, hayatla dalga geçmek, bütünselliği bozmayacak ana çaredir” derdi. Şiirinde ve hayatında kendisiyle dalga geçmesi de bu yüzdendi. Küfür ve argo şiirin “Can” damarıydı: “Yazılmış şiirin üstüne koyduğun somun/ Sözcükler ekmeğin lokmaları gibi./Ben size lokmalardan kurulmuş bir şiir veriyorum./Yiyin, bana şükredin, küfredin!” Babam, özellikle Datça’da doğayı daha bir yaşamında ve şiirinde hissetti, unutulmuş, kaybolmuş çiçeği, börtü böceği, otu şiirinde buluşturdu. Elbette bunun da politikasını yaptı, bize de, köylülere de tarım politikasının nasıl çuvalladığını anlattı. Bir gün bana “Datça Tohum Bankası’nı kuralım” dedi, “Datça’daki bitkilerin tohumlarını toplayıp bu ithal tohum furyasından kurtulalım”. Biz tohum bankası kuramadık, ama “CAN EVİ”ni sözcüklerden oluşan tuğlalarla ördük, onun okuduğu kitapları, eserlerini, resimlerini, çalışmalarını buraya koyduk Evimizdeyken, hep beraberken, öğleden sonraları dinlenmek için yatağına uzanır, bizleri çağırır, yanına, koluna yatırırdı. Bu yazıyı yazarken, o demlerde kokladığım, o güzel insan kokusu, babamın kokusu yeniden burnumu sızlattı... Neyire Yücel, torun Can Yücel... Güzel Yücel Gier 1. Sayfanın devamı Can Yücel’i, babamı besleyen ana damardan biri ailesiydi. Çok ilginç kişiler vardır ailede, tarihi III Selim’e dayanır. Kaptanları boldur, ve Mevlevî geleneği ağır basar. Büyük dedelerden biri Abdülhamit dönemi Ertuğrul firkateynin süvarisi Ali Bey, Osmanlı’nın Doğu’ya doğru dönüp, Japonlarla ilk ilişkiyi sağlamak için yolladığı geminin süvarisi, yani kaptanı. Sefer dönüşü gemi Japonya açıklarında fırtınaya tutulup sulara gömülür. Bizler bilmeyiz, ama Japonlar hâlâ bu olayı anımsarlar. Dedelerden biri postatelgraf nazırı, yani bakanı, onlardan sonra Mevlevî bir büyükbaba ve baba Hasan Âli Yücel gelir. Babam, Hasan Âli Bey’i şöyle anlatırdı: “Abdülhamit dönemi ortalık karanlık. Havada kara kara bulutlar. Herkesler evinde, perdelerin aralığından bakıyorlar dışarıya. Hep bi korku var. Bizim Hasan Âli 10 yaşlarında, yıl 1908, Meşrutiyetin ilânı. Bizimki de kendini sokağa atı yor, ‘Hürriyet hürriyet’…. Kapının eşiğinden o atış, bi daha eve girmedi.” Can Yücel de Osmanlı’dan Cumhuriyete dönüşümü gerçekleştiren, bu ana kararı alan aileden gelen birikimle kişiliğinde şairliğinin yanı sıra siyaseti barındırdı ve Marksistliğini yaşamı boyunca sürdürdü. ŞU İNSAN BEYNİ… Hapishaneden şiir yollardı, babam. Bir gün koğuşta bir hengâmede üzümden şarap yaptıkları ortaya çıktı. Herkesi falakaya yatırdılar. Babam “Falaka” şiirini yazdı. Şiirde, Adana’nın sıcağında mahkumları attıkları “Dip Kapalı”yı anlattı, vaziyet kötüydü. Şiir, dışarıya çıkartmaya çabalarken üzerinde yakalandı, hapishane müdürü çok kızdı. O günden sonra babamın üstünde hep şiir aradılar! Şiirin ve şairin ne menem tehlikeli olduğunu 1012 yaşlarında anlamıştım. Başka mahkumlar bu şiirleri dışarı çıkarmaya yardım ederlerdi. Eve gelen şiirlerden babamın ne halde olduğunu anlardık Biz de dışarıda direndik. Hapis insanların içine kapatıldıkları yerdir, ama o bunu tersine, yani şiire döndürdü. Çıktıktan sonra “Bir Siyasinin Şiirleri” adli kitabını yayımladı. Hapishane bir anlamda şiirini, dolayısıyla yaşamını görünür kıldı. Kendini öğrendi. Kendini öğrenmek çok önemli bir şeydir, bir çeşit çileye soyunmaktır. Onun bilgeliği belki de orada, hapishanede oluştu. Can Yücel, Adana Cezaevi’nde. KÜT PARMAĞIMA… Dediğim gibi çocukluğumuzda eve sanatla, politikayla ilgilenen bir sürü insan gelirdi, aynı onun baba evinde olduğu gibi. Dedem bakanlıktan ayrıldıktan sonra da her perşembe toplantı düzenler, arkadaşlarını çağırırmış. Bu perşembe toplantılardan birinde Dragos’taki evde masada boş sandalye kalmamış. Ahmet Hamdi Tanpınar da gelince babam ona içerden sandalye getirmiş. Tanpınar, “Bi tane daha getireceksin” demiş, babam “Getiririm de niye” diye sormuş, “Ayağımı burktum, onu ayrı bir şahsiyet saymak zorundayım” yanıtını almış. Tanpınar ile ilgili bir başka hikâye de şöyle: 1012 yaşlarında şiirler yazan babam, bir gün, kütçe olan parmağı için de bir şiir yazmış ve Tanpınar’a okumuş. O Yemek masası Yüceller için hayatın aktığı yer... Bir mesaj, bir imge... Esra Açıkgöz aranti Galeri’nin duvarlarını 25 Ağustos’a kadar sosyal adaleti, barışı ve çevrenin önemini anlatan afişler süsleyecek. Afişlerin sahipleri farklı ülkelerden, Rusya’dan, Amerika’dan, İsrail’den... Sergi, 2005’te açılan ve bugüne kadar sadece Amerika’da gösterilen “The Graphic Imperative: Barış, Sosyal Adalet ve Çevre için Uluslararası Afişler 19652005” seçilen 50 sosyopolitik içerikli afişten oluşuyor. Türkiye’den sonra Avrupa’yı dolaşacak sergide Türkiye’den de iki isim var: Savaş Çekiç ve Bülent Erkmen. İşte Savaş Çekiç’in sergide yer alan afişi “Dikkat Sistem!”e ve tasarıma dair anlattıkları… “Dikkat Sistem!” afişinin bir hikâyesi var mı? G Fotoğraf: Vedat Arık İletişim tasarımı siparişle oluşur, ancak ben sipariş beklemeden üreten bir tasarımcıyım. Söyleyeceklerimi, düşüncelerimi ifade eden projeler üreterek, dolaşıma sokarım. Bu afişii de, Kanada’da örgütlenen, başka ülkelerde de destekçileri olan, gelirlerini dergilerini satarak ve tasarımcıların bağışladıkları işlerle sağlayan, reklam karşıtı anarşist bir gruba destek vermek için tasarladım. Bu afiş, bu amaçla yaptığım dört çalışmadan biri. Neden jiletli barkodu tercih ettiniz? Günümüzde kapitalizmin ikonunu belki her şeyden daha çok barkod tanımlar diyebiliriz, onu kesici ve itici bir nesne olan jiletle birleştirip, daha da itici bir noktaya taşıyarak insanları tedirgin etmek istedim. Yazının uluslararası dolaşımı kolay değil, ancak bir afişi o dili bilmeseniz de anlayabiliyorsunuz. İmgelerin, simgelerin evrensel dili neye dayanıyor sizce? AIGA Literacy Compaign Steff Geissbuhler, ABD, 1985 Afişin özellikle sosyal konularda evrensel bir dili var. Sosyal sorunlar sadece bu coğrafyaya özgü değil, bu da, sizi her kesimden, her ülkeden insanın anlayabileceği bir çözüme götürüyor. Ya imgelerin politik gücü? Bu, yaratıcılık ve tasarımcının nesneyi kullanma biçimi ve nereye giydirmek istediği ile alakalı. Sonuçta jilet politik değildi, ancak benim kullandığım şekilde politik bir hale dönüşüverdi. Yani sizce nesneyi kullanım biçimi politik duruş içermeli. Tasarımı sistemin, yani kapitalizmin yapısında bir tuğla olarak görüyorum. Tasarımcı, sosyal konuda tasarımlar üretmiyorsa, ürettiği her tasarım sisteme hizmet eder. Dünyayı yaşanır kılmak, sosyal adaleti sağlamak istiyorsak, tasarımcıların bunun farkına varmalı ve sosyal tasarıma duyarlı davranmalı. Dünyamızın geldiği bu son noktanın en önemli nedeni aşırı üretim ve tüketimdir. Bundan sorumlu meslek guruplarının en önünde duran meslekse tasarım. John Bielenberg, ABD, 1997 Foto: Paul Moore Bunları bir tasarımcının ağzından duymak, günümüzdeki tasarım anlayışı düşünüldüğünde ilginç geliyor… Sistem kapitalizmi parlatmak, tüketimi arttırmak için tasarımcıların yaratıcılığını sonuna kadar kullanıyor. Bilim adamlarının yarattığı her olgu tasarımcıların yardımıyla ürüne dönüşüyor, markalaştırılıyor, iletişim elemanlarıyla parlatılıyor ve pazara sunulup raflarda yer alıyor. Bütün amaç daha, daha çok para kazanmak. İşte bu noktada tasarımcının kimden yana olduğu, bu sürecin farkında olup olmadığı çok önemli. Küresel ısınma artık kapımızda, bu sonuçtan dünyada yaşayan bütün canlılar zarar görecek. Bu süreci durdurabilmek, tersine döndürebilmek iletişimi tasarlayan biz tasarımcılar için artık sorumluluk. Şimdi bütün yaratıcı düşüncelerimizi bu problemleri düzeltmek için kullanmamız gerekiyor. Bu görev artık bizim ve beklemeden bir an önce sonuçlarına da katlanarak bir yerden başlamalıyız. Dikkat Sistem!, Savaş Çekiç’in Garanti Galeri’de sergilenen afişinin adı. Körüklenen tüketim ve aşırı üretime dikkat çekiyor. Ona göre, dünyanın bu halinde tasarımcıların payı büyük, o yüzden de ilk onların harekete geçmesi gerektiğini düşünüyor. Bülent Erkmen sergiye “Equal” afişi ile katılıyor. Afiş, toplumsal mesajların verilmesinde en iyi yollardan biri. Garanti Galeri’deki serginin bu anlamda önemi ne? Bu amaçla üretilmiş evrensel pek çok tasarımı görmek için iyi bir fırsat. Özellikle tasarım öğrencileri sergiyi mutlaka görmeli. Toplum için de çok önemli bir sergi. Hem sistemin içinde olup hem de temiz kalmak zor. Sizin için bunun yolu ne? Benim de en çok karşı karşıya kaldığım soru bu. Evet, ben de sistemin dayattığı şeyleri üretmek zorunda kalıyorum, geçimimi buradan sağlıyorum. Ancak ekonomik anlamda büyük hedeflerim olmadan yaşıyorum. Ticari tasarım işimi genel ihtiyaçlarımla sınırladım. Hayalimde yat’lar ve kat’lar yok. Atölyemde yapılan işlerin yüzde 8090’ı sosyal ve kültürel işler. Politik propaganda ile estetik arasındaki çizgi nedir? Biz estetiği, sanatı kullanırız, ancak iletişim tasarımının sanat olduğunu düşünmüyorum. Estetiklik dikkat çekebilmek için önemli, ancak afişlerim estetik midir, gerçekten bilemiyorum. Ben güzel iş değil, doğru iş üretmeye çalışıyorum. Bir sistem eleştirisini, birkaç ikona indirgemek zor olmalı. Nasıl bir beyin hareketidir bu? Sancılı... Bazen çok kolay olabiliyor, bazen de çok uzun sürebiliyor. Yine de benim yaşlarımda biraz daha kolaylaşıyor. Çünkü gençken kafamız bu kadar net değildi. İlk mezun olduğunuzda estetiği daha fazla kafanıza takıyorsunuz, güzel iş yapmanın peşine düşüyorsunuz. Ancak bu yaşa geldikten sonra iletişimi talep edenle konuşurken bile kafamda o işe yönelik çözümler hemen hemen bitmiş oluyor. Afiş tasarımı bana hep sansür konusunda daha rahat, kaçışları fazla olan bir alan gibi geliyor. Öyle mi? Eğer anarşist bir noktadan bakıyorsanız tabii ki sansürden bahsedebilirsiniz. Mesela, Sadık Karamustafa'nın 1980’den önce tasarladığı 1 Mayıs afişi için yargılanıp, uzun süre pasaport alamadığını biliyorum. Bu tür sansürle 80'den sonra karşılaşmadık. 80 kuşağı olarak biz söyleyeceklirimizi afişlerle anlatırdık, ancak günümüzde Türkiye’de afiş tasarımı maalesef fazla üretilmiyor, çünkü asacak yerimiz yok. Yine de 1 Mayıs gibi siyasi duyuruların hala afişlerle duyuruluyor olması güzel! Afişin eyleme geçirme gücü var mı sizce? Günümüzde en etkili iletişim aracı tabi ki televizyon! Televizyonda sosyal konularla ilgili iletişim tasarlamak ve gösterime sokabilmek hem pahalı hem de sansüre takılabilirsiniz. Bizim gibi düşünen tasarımcılar iletişim elemanı olarak afişi, broşürü, interneti kullanıyor. Afişin tüketicisinin onla karşılaştığında bir ya da iki saniyesi vardır, bu sürede ya onla ilgilenir ya da ilgilenmez. Eğer onu cezbedememişse, o afiş bir iletişim çöpüdür. Ben afişin eyleme geçirme gücüne inanıyorum. AFİŞLER, HİÇ BİLMEDİĞİNİZ BİR DİLİ KONUŞSA DA, ANLAYABİLİYORSUNUZ Bülent Erkmen’in sergide yer alan afişinin adı, “Equal” yani “Eşit”. Erkmen’e afişini ve imgelerin evrenselliğini sorduk. Afişinizin bu sergide yer alması nasıl gerçekleşti? Serginin küratörlerinden bir davet mektubu aldım. Sosyal adalet, çevre ve barış konularında daha önce tasarlamış olduğum işleri istiyorlardı. Ben de “Equal” afişini gönderdim. Bu afişin oluşum sürecinde nerelerden beslendiniz? Afiş, İsrail’de, bir feminist barış örgütü olan Bat Shalom tarafından gerçekleştirilen “Kudüs’ü Paylaşmak: İki Başkent” projesi için aldığım davet nedeniyle tasarlandı. Sergide, Bülent Erkmen’in Equal yani Eşit afişi yer alıyor. Hedef aldığınız kitle ile, o kitle dünyanın neresinde olursa olsun, hiç bilmediğiniz hangi dili konuşursa konuşsun, “konuşabilmek”, anlaşabilmek, sözünüzü aktarabilmek. Afiş sanatında, politik propaganda, mesajın anlaşılırlığı ile estetik arasındaki ilişki, çizgi sizce nedir? Estetik sonucu, politik mesajın güncelliğinden, geçiciliğinden, “propaganda” özelliğinden kurtarmak için kullanmaktır. Politik mesajın kolay anlaşılma isteğini “kolaycılıkla” karıştırmamak, politik yarara hızla dönüştürme isteğine kapılmadan kalıcı işler çıkarmaktır... Estetik sonuçları öne çıkarmanın tehlikeleri ise politik mesajları “güzelleştirmek”, evcilleştirmek, çok şekerli bir hale getirmektir. Sergide sizin de küratöryal desteğiniz olmuş. Sergideki 50 afişin seçiminde nelere dikkat edildi acaba? Sergi alanının küçüklüğü ve sergide yer alan bazı afişlerin tek kopya oluşları, bazılarının da telif hakları nedeniyle kullanılmaması gibi teknik sorunlara rağmen ana serginin ruhuna, düşüncesine ve yapısına uygun bir seçki yapmaya çalıştım. Kudüs’te, bir arada yaşa(yama)yan iki halktan birinin diğeri üstünde yaptıklarını, iki halktan birinin diğerini “ötekileştirme”sini, iki halktan birinin halklar arasındaki “eşitliği” diğeri aleyhine bozuşunu, “eşitlik” kelimesinin uygulanmayan, reddedilen, geçersizleştirilen, yok edilen anlamları üstünden anlatmaya çalıştım. Artık “Eşitlik”, içi boşaltılmış, anlamsız bir kelime. Bu haliyle kimseye ne yararı olabilecek, ne de zararı! Sizce imgelerin, simgelerin bu evrensel gücü neye dayanıyor?