Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 67 CMYK 6 9 ARALIK 2007 / SAYI 1133 7 Anneme oyuncu olduğumu söylemeyin... Alper Turgut enay Aydın, Handan İpekçi’nin namus gerekçesiyle öldürülen kadınları anlattığı, onlara adadığı son filmi “Saklı Yüzler”in başrol oyuncusu… Profesyonel bir aktris değil Aydın. 24 yaşında. Bitlis’in Yeşil Sırt köyünde doğmuş, dördü kız sekiz kardeşin en küçüğü. Üç yaşında İstanbul’a gelmiş, Türkçeyi sokakta öğrenmiş, ilkokulu dördüncü sınıfta, parasızlık yüzünden bırakmış. 13 yaşında işçi olmuş, ama okumayı, yazmayı hiç bırakmamış, sinemaya, tiyatroya heves yapmış. 2002’de ilkokulu tamamlamış ve ilk kez sahneye çıkmış. Handan İpekçi, yıllar önce Diyarbakır’da bir oyununu izleyip etkilenmiş Aydın’dan. Sonra… Soruyorum, Aydın anlatıyor…. Oyuncu olmak fikrine nasıl kapıldınız, pek çok oyuncu gibi, sizin için de bir çocukluk düşü mü? Tam tersine küçükken gazeteci olmak istiyordum. Konfeksiyonda çalışırken arkadaşlarım beni, İspanyol aktris Penelope Cruz’a benzetirlerdi. Oyunculuk fikri aklıma yatınca, Halk Eğitim Merkezi’ne gittim, daha sonra Mezopotamya Kültür Merkezi’nde 2002 yılında Kürtçe skeç ve oyunlarda rol aldım. Oyunculuk eğitimi için çok kez girişimde bulundum, ama çoğunlukla ekonomik nedenlerle bunu başaramadım. 2005’te bir gazetede, Handan İpekçi’nin çekeceği “Saklı Yüzler”e oyuncu arandığını okudum. Hemen harekete geçtim ve Handan İpekçi ile buluştum. O beni yıllar önce Diyarbakır’da bir tiyatroda oynarken “kim bu kız” diye çevresindeki insanlara sormuş. Ne yalan söyleyeyim, çok heyecanlandım. Çekimler parasal sıkıntılar nedeniyle uzadı. 2007’ye dek Urfa Hilvan, İznik, İstanbul ve Almanya’da çalıştık. Urfa çekimleri sonrasında hayatımı kazanmak için evimizin yakınındaki bir pastanede tezgâhtarlık yaptım. Bu arada şansım açıldı. İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in “Pazar” filminde oynadım, Van’da yaşayan bir kaçakçının eşini canlandırdım. Karakterimin eşiyle aralarındaki diyaloglar oldukça komik ve eğlenceli… Bu, Zühre’nin tam tersi bir karakter… Pazar, Berlin Film Festivali’nde katılacak ve ilk kez gösterilecek. Peki, “Saklı Yüzler”e sizi yönlendiren salt oyunculuk yapma hevesi miydi? Filmde, törelerden dolayı cezalandırılmak istenen bir kadın var. Bu bir dram… Karakterim Zühre şahsında, kendi hayatını seçme ve sahip olma Şenay Aydın, Handan İpekçi’nin namus cinayetlerinde öldürülen kadınlara adadığı “Saklı Yüzler” filminin başrol oyuncusu. Bir İngiliz filminde de rol aldı, ama anne ve babası onu hâlâ konfeksiyonda işçi sanıyor. Film karakteri Zühre ile Aydın arasında sıkı bağlar var, ikisi de asi, ikisi de hırslı… Fotoğraf: Vedat Arık okuyamazlar, zaten hayatları boyunca sinemaya gitmemişler. Kardeşlerime anlattım ve ablalarımın büyük desteğini gördüm. İstanbul’a göç etmeseydiniz, yaşamınız ne kadar canlandırdığınız karaktere benzerdi, hiç bunu düşünüyor musunuz? Benim gibi Bitlisli olan Güldünya Tören, Mardinli Şemse Allak ve diğerleri… Orada kalsaydım evli ve çok çocuklu bir kadın olacaktım. Namus veya töre cinayetleri birkaç kadın örgütünün sahiplenmesiyle durmayacak. Bunu bütün topluma anlatmak ve kabul ettirmek gerekiyor. Kadın sorunu illa bir kalıba sokulmasın. Kimsenin tekelinde olmasın. Bu bir kadın katliamı… Tüm dünya bilsin; kadınlar öldürülüyor. Nokta. Oyunculuğa başladıktan sonra günlük hayatınız nasıl şekil aldı? Ne yapıyor, ne yapmak istiyorsunuz? En büyük isteğim oyunculuk, dans etmek ve yazmak… Kendimi bildim bileli yazıyorum. Hayatın benim için anlamı yazmak yine yazmak… Yakın bir tarihte, 10 küsur yıllık yazılarım kayboldu. Çok üzüldüm, çok ağladım. Yeniden toparlamaya ve tertiplemeye çalışıyorum. Ancak yazdıklarımın yayımlanması fikri beni ölesiye korkutuyor. Bunun dışında, Bağcılar’da anne, baba ve ağabeyiyle oturan evcimen bir insanım ben. Ev işleriyle aram hiç yok. Bol bol kitap okurum, pineklerim. Bir de Erkan Oğur’u severim. Çünkü onun müziği ruhuma işliyor. Handan ablanın teşvikiyle okula başladım. Öğrencilik girişimim film çekimleri nedeniyle aksadı. İlerleyen günlerde tekrar bu konuya yoğunlaşmayı düşünüyorum. Ya gelecek? Nasıl bakıyorsam hayata, öyle yaşayacağım. Oyunculuğa devam etmek istiyorum. Filmlerde ve içime sinebilecek bir dizide rol alabilirim. Seks işçisi bir kadını, bir transseksüeli, sokakta yaşayan bir kadını canlandırmayı çok isterim. Planlarım arasında oyunculuk eğitimi de var, ama yaşamak için çalışmam gerekiyor. Son olarak; elime bir şans verilseydi, asla köyden çıkmazdım. İleride para kazanırsam bir kasabaya veya köye yerleşmeyi düşünüyorum. Bu da kadın için sanat... Deniz Yavaşoğulları erda Pulhan, 12 yaşında ressam olmaya karar vermiş, 1969 Saarbrücken Akademisi Tekstil, 1970’te de Münih Akademisi Resim Bölümü’nü bitirmiş. 1975’ten bu yana Antalya'da yaşıyor. Çalışmalarında kadınları resmeden, başkaldırıyı, umudu ve özgürlüğü anlatan Pulhan'ın altı ay gece gündüz çalışarak tamamladığı sergisi 27 Aralık’a kadar Hobi Sanat Galerisi’nde izlenebilir. Sanatçıyla hem sergisi, hem işleri üzerine konuştuk. Resim yapmaya 12 yaşında karar vermişsiniz, bu nasıl oldu? Beyoğlu’nda, Saray Sineması’na Tolouse Leutrec’in hayatını anlatan bir film gelmişti, seyretmek istedim, ama 18 yaşından küçükleri almıyorlardı. İzleyemeyeceğim için o kadar ağladım ki, annem de üzüldü ve izleyebilmem için bir loca tuttu. İşte o filmden çıktıktan sonra “Ben ressam olmaya karar verdim” dedim. O yaşta, ilginiz nereden geliyordu? Hiç bilmiyorum... Küçükken evde her yere resim çizerdim, duvarlara bile. Belki annem bunu da düşünerek o filmi izlememi istemiştir. F Ş şansını bulamayan kadınlar resmediliyor. Ben bu filmde rol alarak kadınlar adına bir şeyler yapmış olmak istedim... Günümüzde dahi kadınlara yaşatılan, dayatılan o kadar çok şey var ki… Kadın sorunu hep ilgimi çekti. İşte bu yüzden, kadınlara dair kitaplar okudum. Özellikle uç noktalardaki kadınların kitaplarını, ama en üzücü olanı, üçüncü sayfa köşelerine sıkıştırılan haberleri okumak ve hiçbir şey yapamamak… Bu beni çok acıtıyor. “Saklı Yüzler”, benim açımdan sözün bittiği yere karşılık geliyor. Şenay Aydın, Zühre karakterine hayat verirken zorluk çekti mi? Senaryoyu ilk aldığım zaman çok etkilendim. Çekime girmeden çok fazla prova yaptığımız için karaktere kolay uyum sağladım. İlk bir hafta kamera oyunculuğu konusunda sıkıntı yaşadım. Kendini ifade edemeyen, donup kalmış, tepkisiz, botokslu insanlar gibiydim. Yaşadığım zorluğu Handan İpekçi’nin sayesinde aştım. Sonuçta oyuncunun yarattığı karakterle ucundan kenarından kendini bulduğu yerler vardır. Başta Şenay ve Zühre, asilik, gurur ve inat konusunda birbirlerini tamamlıyor. Zühre’nin yaşamda tercih hakları olsaydı örneğin metropolde doğsaydı, istediği yere kolayca ulaşırdı. O, tuttuğunu koparan bir kadın… Ancak hayatta ona sunulmayan şanslar, bulunduğu toplumda da sıkışmasına neden oluyor. Yine de sevdiği adamla beraber olup ölmeyi göze alabiliyor. İnanın, filmde Zühre’nin yaptığı her şeyi Şenay da yapardı. Benim filmde başrol oynadığımı yaşlı anne ve babam bilmiyor. Okuma yazma bilmedikleri için gazete Ressam Ferda Pulhan, hep kadınları çiziyor, çünkü bu dünyayı onların güzelleştirdiğine inanıyor. Fikriniz değişmemiş, ama resmin yanı sıra tekstil de okumuşsunuz.. Evet, tekstili resimle para kazanamayacağımı düşünüp okudum. Uzun süre tekstille de uğraştım ama benim için asıl olan resim. Resimlerinizde kumaş da kullanıyorsunuz, bu tekstilden kalma bir alışkanlık mı? Tekstili kadına çok yakıştırıyorum. Kumaşın yumuşaklığını ve dokusunu kadınla bağdaştırıyorum. Kumaşın yanı sıra, altın varak, zift, boncuk, para ve sedef gibi stilize edilmiş süs öğeleri de kullanıyorum, çünkü süs de kadınlığa ait bir olgu. Neden kadın çiziyorsunuz? Kadınlara çok önem veriyorum. Kadınların bu dünyayı güzelleştirdiğine ve güzelleştireceğine inanıyorum. Üstelik kendim de kadınım, çok iyi bildiğim, kendimden bir şeyleri çiziyorum. Hiç bilmediğim bir dünyayı yansıtamam ki… Nelerden ilham alıyorsunuz? Antalya’da yaşıyorum ve orada bazı kadın dayanışma derneklerinde çalışıyorum. Başvuruları ben alıyorum, sığınma evlerini ziyaret ediyorum. Yani şiddet gören, dövülen kadınlarla iç içeyim, onların durumlarını görmek, hikâyelerini dinlemek ve onlarla hep bir arada olmak beni çok etkiliyor. Çevremde fazla gülen kadın görmüyorum. Bu durum resimlerime yansıyor, resimlerimde de kadınların gözleri hüzünlü bakıyor... Derneklerde çalıştıktan sonra mı kadın çizmeye başladınız? Hayır, her zaman kadın çiziyordum, bildim bileli. “Kadın”ın öne çıkarmak istediğiniz yanı nedir? Duygularında özgür olmalarını seviyorum. Küçüklüğümden beri özgürlük konusunda takıntılıyım, özgürlüğüme çok düşkünüm, çocukken gökyüzünü görmeden yatamazdım bile. Bu yüzden kadınların özgürlük adına başkaldırıları da beni çok etkiliyor. İnsan için aslolan yaşam, ya hayata bir veriliş ya da başkaldırıdır. Hayata verme, bir kabulleniş bir boyun eğiş, bir vazgeçiş, başkaldırı ise özgürlüktür. Resimlerimdeki kadınların aydınlığa bakmaları, çizdiğim kuşlar, çiçekler, pencereler, kullandığım parlak renkler, bu başkaldırıyı yani özgürlüğü ve umudu simgeliyor. Umutlu musunuz? Umutluyum tabii ki ama zaman gerekiyor. Yalnız şu an için kadın derneklerinin daha fazla gönüllüye ihtiyaçları var, gönüllü çok az... Hüzünlü, ama başkaldıran, umutlu kadınları anlatıyor, yani gördüklerini, tanıdıklarını… Fotoğraf: V edat Arık Şenay Aydın “Saklı Yüzler” filminde... Tanrı’nın elinden öte, hayali... Deniz Ülkütekin D iego Armando Maradona, birçok insan için farklı anlamlar içeren bir fenomen. Üstelik efsane olması için gereken birçok kritere uymamasına karşın. Her şeyden önce yaşadığı onca sağlık problemine rağmen hâlâ hayatta. Uzun süreli bir inzivaya çekilip sonra birden geri dönen efsane kahramanlarından olmadı. İyi yada kötü, hep hayatın içindeydi. Kendisini sık sık polisle başı belaya girerken, küreselleşme karşıtı liderlerle top oynarken ya da veliahtı olarak gösterilen genç yetenekler hakkında yorum yaparken görebilirsiniz. Tabii bir de bitmek tükenmek bilmeyen Boca tutkusu var. Maradona’nın yetiştiği Boca Juniors kulübünün stadı Bombonera’nın girişinde “dinim Boca, tanrım Maradona, mabedim La Bombonera” yazılıdır. La Doce (12) olarak adlandırılan Boca taraftarları için o tanrıdır. Üstelik, hapiste ya da hastanede olmadığı zamanlarda tanrılarını, Bombonera’daki locasından düşmeye ramak kalmış bir durumda sahadaki herkese bağırıp çağırırken görme şansına da sahipler. Evet! Kariyeri boyunca Dünya Kupası dahil birçok başarıya imza atan Maradona, yeşil sahada olup bitenler karşısında hâlâ sıradan bir taraftar gibi heyecan duyuyor. Kimine göre tanrı, kimine göre şovmen, kimine göre iflah olmaz bir uyuşturucu bağımlısı; kimilerine göreyse Chavez ve Castro’dan bile daha nüfuzlu bir küreselleşme karşıtı. Hangisini seçerseniz seçin, bu şişman, kısa boylu adamın kitleler üzerinde yarattığı etkiyi görmezden gelmek imkânsız. Zaten böyle inanılmaz bir yeteneğe sahip olduğu sürece başka türlüsü Maradona 1986’da Dünya Şampiyonu olan Arjantin’in kaptanıydı (solda). Efsanevi futbolcu yetiştiği kulüp Boca Juniors’un aynı zamanda fanatik bir taraftarı (sağda). “Maradona, Tanrının Eli” filminden (altta)... Hayatını anlatan “Tanrının Eli” isimli filmle yeniden gündeme gelen Maradona, birçoklarına göre gelmiş geçmiş en iyi futbolcu. Ancak 47 yaşındaki efsane şimdilerde daha çok politik görüşleriyle gündem oluşturuyor. Aslında yeşil sahalarda olduğu yıllarda da Maradona politikadan hiç uzak değildi. Maradona’nın ulusal takımdaki macerası, pek iyi başlamamıştı. Ancak 1986 Dünya Kupası çeyrek final maçında İngiltere’ye attığı 2 golle ülkesi Arjantin’in Falkland Adaları yenilgisinin intikamını aldı. Maradona efsanesinin doğuşu da aslında burada başlıyor. Belki elle attığı golü bir başka futbolcu atmış olsa ömür boyu bunun utancını üzerinden silemezdi. Ancak birkaç dakika sonra, 6 İngiliz futbolcuyu birden çalımlayarak, dünya üzerinde görülmüş en güzel golü kaydeden isim olunca işler değişiyor. “O el tanrının eliydi” diyerek, olaya farklı bir boyut katmış olsa da, Arjantinliler kısa süre önce, karşısında yenilginin acısını tattıkları İngiltere’yi böyle bir golle alt etmekten büyük zevk almışlardı. Dört yıl sonra bu kez İtalya’da düzenlenen kupada, efsane belki o kadar formda değildi, ama yarı finalde Arjantin’in karşısına ev sahibi çıkınca ve maçın oynanacağı yer Fidel Castro’nun yardımlarıyla yeniden hayata dönmesi ve ABD Başkanı Bush’u savaş suçlusu ilan etmesi. Mesleklerinde önemli yerlere gelmiş insanların bu tür aykırı davranışlarda bulunması görülmemiş bir şey değil. Bunların birçoğu kalabalıkların ilgisini çekse de kolay kolay “en iyi” sıfatını alamazlar. Belki kapitalizmin ticaret çarklarının bütün sektörlere sızması, belki de halk kitlelerinin sembolleştirecekleri isimleri ortak bir zeminde arama tutkusu. Ancak FIFA’nın tüm engellemeline ve karıştığı olumlu olumsuz onca olaya rağmen Maradona, hem aykırı hem de en iyi. Napoli’de forma giyerken attığı bir gol, en iyi gollerinden biri değil; ama onu iyi anlatıyor. Orta sahadan vurulan öylesine bir top. Kısa boylu, şişman on numara birden savunmanın arasından fırlıyor. Ceza alanını terk eden kaleciyle birlikte havadaki topa yükseliyor. Bu kez Maradona, kolunda Che dövmesi taşıyor... de düşünülemezdi. Ancak Maradona’nın ezilenlerin sembolü olmasında kaderin de önemli payı var. Buenos Aires’te, ezeli rakibi “Milyonerler” lakaplı River Plate olan Boca Juniors fakirlerin kulübü olarak bilinir. Maradona’nın Boca’da başlayan futbol kariyerinin ikinci durağı, İspanya krallığının sembolü Real Madrid değil, ayrılıkçı Katalanlar için bir kulüpten çok daha ötesi olan Barcelona’ydı. Katalan topraklarında işler pek iyi gitmedi, ama 1984’de transfer olduğu Akdeniz kıyısındaki Napoli’de İtalya’yı yerinden oynatacağı günler uzak değildi. “Tanrının Eli” filminde özel yaşamı dışında çok fazla değinilmeyen Napoli yıllarında Maradona, takımıyla birlikte iki İtalya, bir de UEFA Kupası şampiyonluğu kazandı. Kuzeyin zengin kentlerinden gelenler tarafından yıllarca aşağılanan bu fakir bölgenin insanları için Maradona’nın Napoli’ye kazandırdıkları çok önemliydi. Belki hayatlarında hiçbir şey değişmemiş; öteden beri gelen sıradan yaşamları sürüp gitmekteydi. Ancak, Maradona şampiyonluğu kente hediye ettiğinde Napolililer, ilk defa Kuzeye karşı başarılı olabileceklerini gördüler. Onlar için başkaldırı, yeşil sahadaki 10 numaralarının attığı goller ve burnu büyük rakiplerini zekice hareketlerle alt etmesiydi. Maradona belki binlerce kilometre uzaktan geliyordu, ama Napoli’deki yaşam koşullarına yabancı değildi. Onun çocukluğu da başkent Buenos Aires’ten çok uzaklarda, yoksulluk içinde geçmişti. Her ne kadar saha dışında paraya ve lükse boğulmuş bir yaşam sürse de, yoksullar onu her zaman kendilerinden biri olarak gördü. Küba’da uyuşturucu tedavisi gören Maradona Castro’yla. de Napoli olunca... “Yıllarca sizi aşağılayan ve alay eden insanları mı destekleyeceksiniz?” Maradona’nın yaklaşımı buydu. Stadta ise Arjantin ve İtalya destekçileri hemen hemen eşit sayıdaydı. Uzun süre futboldan uzak kalmasına rağmen ABD’deki 94 Dünya Kupası için yeniden ulusal takıma geri dönen Maradona, Nijerya maçı sonrasında doping testi pozitif çıkınca kupadan ihraç edildi. Çok uzaklarda, Bangladeş’in başkenti Dakka’da insanlar sokaklara döküldü. İsyancılar, o kupaya geri alınmazsa şehri yerle bir edeceklerini açıkladılar. Yaşanan çatışmalar giderek büyüdü, ancak olmadı, Maradona ABD’deki maçlarda oynayamadı. Cezası bitince bir süre daha Boca Juniors’ta forma giydi, ve ardından futbola veda etti. Sonrası ise tam bir gidip gelen olaylar dizisi. Kolunda Che dövmesi taşıması, akıl hastanesine kaldırılması, öldüğü yolunda haberler çıkması, yüzlerce insanın hastane bahçesinde onun için dua etmesi, Maradona Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’le... elle değil kafayla topu kalecinin üstünden aşırtıyor. Artık kalecinin yetişmesine imkân yok. Meşin yuvarlak kaleye yaklaştıkça yavaşlıyor. Kalenin arkasında bekleyen kalabalık yavaşlayan topla aynı ritimde ellerini kaldırıyor, ağır ağır çizgiyi geçen topun ağlarla buluşmasını bekliyor. Zaman yavaşlıyor, herkes ağırlaşıyor. Sanki istese zamanı bile durduracak bir yeteneğe sahip. Arjantinİtalyan ortak yapımı “Maradona, Tanrının Eli” isimli film, Arjantinli futbolcunun özel hayatından kesitler sunuyor. Uyuşturucu bağımlılığı ve yaşadığı sağlık sorunlarına karşın eski sağlığına kavuşmayı başaran Diego Armando Maradona’yı filmde Avusturalyalı aktör Marco Leonardi canlandırıyor. Maradona ile ilgili bir başka yapım da yakında vizyona girecek. Arizona Rüyası ve Çingeneler Zamanı gibi filmleriyle tanınan yönetmen Emir Kusturica’nın çekimlerini tamamladığı “Fierito’yu Hatırlayın” isimli belgesel yakında sinemalarda olacak.