02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 23 ARALIK 2007 / SAYI 1135 7 ÖZGE ÖZDER (NATAŞA) Nataşa mutlu sona ulaşan tek karakter sanırım… Nataşa küçük bir burjuva. Bu üç üç kadını taklit ederek, evin hâkimiyetini ele geçirerek aristokrasinin alanını küçültüyor aslında. Nataşa’nın hedefleri daha küçük ve belirgin, eyleme yönelik bir karakter. Diğerleri istiyorlar ama harekete geçmiyorlar, ama Nataşa’nın sonunda mutlu olduğunu söyleyemeyiz. Biraz da intikam alıyor gibi. Nataşa ile kardeşler çok alay ediyor, küçümsüyor. Nataşa burjuva sınıfının bir temsilcisi ve bence aristokrat kesime bir tokat. Nataşa rolüne hazırlanırken nelere dikkat ettiniz? Büyük şansım role yönetmenle aynı yerden bakmamız. Bu tür kadınlar, cahil, görgüsüz ve klişe ve köşeli yönleriyle örülür daha çok. Çok da toplum içinde bulunmayan bir kadın. İlk başlarda ne kadar kırılgan olduğunu da görüyoruz. Çok da zeki, sonraki sahnelerde kendini geliştirip onların yürüyüşünü tavırlarını alıyor ve en sonunda evde krallığını ilan ediyor. Çok keskin bir değişimi var. Ben de bunu en iyi şekilde yansıtmaya çalıştım. Hepimizin kızkardeşleri Anton Çehov’un bugüne kadar pek çok ülkede defalarca sahnelenen oyunu Üç Kızkardeş, bu sezon Şehir Tiyatroları’nın en iddialı oyunlardan biri. Ataol Behramoğlu’nun Türkçeye çevirdiği, Nikita Milivojevic’in yönettiği Bennu Yıldırımlar (Masha) Aslı İçözü (Olga) ve Yeliz Gerçek’in (İrina) rol aldığı oyun Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde izleyiciyle buluşuyor. 1. Sayfanın devamı Oyun ilk sahnelendiği yıllarda “aydınlıktan yoksun”, “umut katili” gibi eleştirilere maruz kalmış. Bugünün dünyasında da insanlar mutsuz, ama sebepleri çok farklı. Bu çağın insanlarının mutsuzlukları nasıl yansıdı bu oyuna? A. İçözü: İnsanlar hep bulundukları durumu, çevresini değiştirme güdüsü ve çabası içerisinde. Çehov’un temel meselesi de burada başlıyor. Üç kızkardeş, Moskova’ya gitmeyi hayal ederken, erkek kardeş üniversitede profesör olmak istiyor. Aileye katılan köylü gelin sınıf atlama çabası içerisinde, ama yaşadıkları hayat, istedikleri hayattan çok uzak ve bu yüzden mutsuzlar. Aramızda da bu tarz insanlar çok fazla bana kalırsa. Çehov ise umutsuzluktan bahsetmiyor bize, aksine mutlu olmak için harekete geçmenin çaba göstermenin gerektiğini gösteriyor. Solda Bennu Yıldırımlar (Masha), üstte Yeliz Gerçek (İrina). Bennu Yıldırımlar: Bana kalırsa hayatın kendisi bu. Bir yanda ufak ya da büyük bir dram yaşanıyor olsa da oyunun Neden bu oyun hakkında yapılan yorumlar mutsuzluk üzerine? bir yanı komedi öğeleri taşıyor. Çehov’un böyle bir stili var, B. Yıldırımlar: Böyle düşünen insanlar kendi karamsarlıklarıyla karşı karşıya oyunlarında ironiyi çok fazla görebiliyorsunuz. Üç Kızkardeş gelmek istemiyorlar. Türk insanına o kadar yakın ki, bir Türk bu oyunda, bir Metne birebir bağlı kalınarak oynanacak bir oyun mu Üç Kızkardeş yoksa Amerikalıdan çok daha fazla Hamlet gibi yorum katılabiliyor mu? şeyler bulabilir. A. İçözü: Her oyuncu ya da yönetmen oyuna kendi deneyimlerinden ve Neler bunlar? yaşadıklarından bir şeyler katar. B. Yıldırımlar: Oyunda, B. Yıldırımlar: Hepimiz farklı bünyeleriz. Bize verilen karakterleri kendi hepsi çok mutsuz, ama geçmişimizle, gördüklerimizle ve deneyimlerimizle yaratıyoruz. Her oynadığımızda sorunlarına bir türlü çözüm başka şeyler bulmaya çalışıyoruz o rolde. Başka insanlar bambaşka şekilde bulamıyorlar. Oturup çay oynayabilirler, ayrıca oyuncu için yönetmenin yönlendirmeleri de çok önemli. içip konuşmaktan başka bir Yönetmeninizin yabancı olması oyunu sahneye koyarken farklı bir bakış şey yapmıyorlar. Sorunlarını açısı getirdi mi? çözmek için harekete geçmiyorlar. Y. Gerçek: Elbette getirmiştir. Onun eğitimi, dünya görüşü, kültürü çok farklı. Aynen şu an bizim yaptığımız gibi. B. Yıldırımlar: İstekleri farklı. Siz de o isteklere uyum sağlamaya çalışırken farklı Farkında olarak ya da olmayarak umutlarını yeniden bir matematik geliştiriyorsunuz. Mesela bizim kafamızda, aslında konservatuvarda yeşertmeye çalışıyorlar, ama oldukları yerde fazla hareket okumuş her oyuncunun kafasında bir Üç Kızkardeş vardır. Biz onu yaratırken etmeden, çabalamadan ya da çözüme ulaşacak bir şey yönetmenimiz oyunun bugüne kadar görmediğimiz taraflarını çıkarabiliyor. yapmadan. Aynı bizim insanımız gibi. NİKİTA MİLİVOJEVİC (YÖNETMEN) Yaşanmamış bir hayatın hikâyesi diyorsunuz broşürde oyun için. Ne demek bu? Hayatlarını yaşayamamış bir aile. Aşk olmadığı zaman hayat da yoktur ve yanlarından geçip gitmiş, ama bu aile aşkı hiç yaşamamış. Bu oyunu Türkiye’de sahneye koyma fikri nasıl ortaya çıktı? 1. İstanbul Mekân Tiyatro Festivali’ne bir oyunla katılmıştım. Çok beğenildi ve Şehir Tiyatroları’ndan bir oyun yönetmemi istediler. Geldiğimde tiyatronun uzun zamandır Çehov’u çalışmadığını öğrendim. Bütün diğer klasik oyunlar gibi üzerinden yüzyıllarda geçse de ayakta kalmayı başarmış bir oyun. Çünkü onlarda evrensel ve tüm zamanlara uygun, zaman dışı bir şey var. Üç Kızkardeş’te gerçek hayat nedir? Biz kimiz? İsteklerimiz nedir? Oyun bu soruları soruyor, izleyiciye de sorduruyor. Türk tiyatrosunu oyunculuk, dekor ve yorumlayış açısından nasıl buluyorsunuz? Şehir tiyatrolardan yola çıkarak çok disiplinli çalıştıklarını söyleyebilirim, bu oyuncular için çok önemli bir özellik. Öğrenmeye, bilmeye, yeni şeyler denemeye çok açıklar. Bu da yeteneğin bir işaretidir. Aslı İçözü (Olga). İrina kardeşlerin arasında en zayıf ve çabuk pes edeni. Moskova hayalleri için sevmediği bir adamla evlenecek kadar çaresiz ya da çaresiz kılıyor kendini. Y. Gerçek: Kardeşlerin en ufağı olduğu için en kırılganı ve naifi İrina. Olga sevmese de iyi denilebilecek bir işte çalışıyor, Masha’nın sonraları mutsuz da olsa hayran olup severek evlendiği bir kocası var, ama İrina tam olarak yaşamı bile bilmiyor. Aşkı hiç yaşamamış, tek bir hayali var: Moskova’ya gitmek ve çalışmak. En bağımsız karakter de o, ama Moskova hayaline kavuşmak için en kolay yolu Esengül Metin seçip sevmediği bir adamla evlenmeyi kabul ediyor. Tabii bu da onun için daha büyük bir dram yaşamasına neden oluyor. İrina’da gerçek hayatta sık rastladığımız bir karakter. A. İçözü: Olga, en dik duranı, kardeşlerinin sorumluluğunu üzerinde hissediyor. Aileyi toparlamaya çalışmasına rağmen pek başarılı olamıyor. İstemediği halde sadece aday gösterildiği ve başkaları istediği için müdür oluyor. Kadınların eksenin de dönen bir oyun. Peki, kadının iç dünyasına, yaşadığı güçlüklere nasıl bir gönderme yapıyor? B. Yıldırımlar: Kadınerkek ilişkisi üzerine, evlilik kurumunun ne kadar önemsendiğine dair pek çok şey var. Masha, 7 yıldır evli olduğu adamı gözünde çok büyüttüğünü fark edince mutsuzluğu başlıyor. Evlerine Verşi adında, iki kere intihara teşebbüs eden hasta bir karısı ve iki çocuğu olan bir yarbay geliyor. Birbirlerine âşık oluyorlar, ama ikisi de düzenlerini bozmaya cesaret edemiyor. Beraber bir geleceği bile akıllarına getirmiyorlar. Evlilik onlar için aynı zamanda bir görev de. Yaşadığımız toplumdaki kadınlarla oyundaki kadınların benzeşen yönleri var mı, sizce? B. Yıldırımlar: Elbette. O kadar çok Masha, İrina ve Olga var ki çevremizde. Öncelikle üniversite bitirmiş birçok kadın vakitlerini evde oturup sadece çocuk bakmakla geçiriyor. Üretimin içinde olmadıkça toplumun içinde çok fazla yer alamıyorsunuz. Bunun dışında mutsuz evlilik yaşayan, cesaret edemediği için duygularını bastırıp hiçbir yere hareket edemeyen kadınlar da var. O kadar hayatın içinden bir oyun ki, yaşadığımız her soruna ışık tutmayı başarıyor. Y. Gerçek: Erkeğinin başarısıyla övünen, kendisini kocasının üzerinden tanımlayan kadınların evlilikleri çökünce bütün yaşam sistemleri de çöküyor. İzleyiciler oyunu izledikten sonra kendi hayatlarına böylesi bir gerçeklikle bakabiliyorlar mı? B. Yıldırımlar: Herkesin kendi kamerası var. Buna en doğru cevabı izleyiciler verir. Her şeye rağmen yaşamanın gerçekliğini savunuyor, bu oyun. “Bir gün gelecek, bütün bu yaşadıklarınızın bir anlamı olacak, ama önce yaşamalısınız. Yaşanan acıların nedenini anlayacaksınız” diyor. Hindistan Türk Sineması’nı sevdi... Gönül Dönmez Colin indistan sineması deyince akla ilk gelen Bollywood kuşkusuz. Son yıllarda Cannes Film Festivali’nin bile Bollywood yıldızlarını baş tacı etmesi Batı’nın Doğu’yla ilgili fantezilerini pekiştirmeye yaradığı gibi ülke dışında adını duyarma şansı zaten az olan sanat ağırlıklı sinema için pek olumlu olmadı. Satyajit Ray’ler, Mrinal Sen’ler, Ritwik Ghatak’lar yetiştiren bu koca ülkede yılda en az bin şarkılı danslı, vurdulu kırdılı film üreten Bollywood’un yanı sıra sesini duyurmaya çalışan yönetmenler de var. Nitelikli sinemaya doymayan izleyici kitlesini de unutmamalı, özellikle de Batı Bengal ve Kerala eyaletlerinde. Bunun en önemli kanıtı da uluslararası film festivallerine gösterilen rağbet. Hindistan’ın en güneyinde ufak, ama önemli bir eyalet olan Kerala’nın Trivananthapuram kentinde aralık ortalarında düzenlenen 12. Uluslararası Kerala Film Festivali’nde yarışan Abdullah Oğuz’un “Mutluluk” filminin her gösteriminde gerçek bir izdiham yaşandı. 1500 kişi alan salonda boş koltuk kalmayınca izleyiciler yerlere oturdu, birçoğu da ayakta izledi. Dünya sineması bölümünde gösterilen “Beynelmilel”de de durum pek farklı değildi. Bu ilginin nedeni geçen yıl Semih Kaplanoğlu’nun “Meleğin Düşüşü” filminin büyük ödülü bir Sri Lanka filmi ile paylaşmasının yanı sıra, her yıl birkaç Türk filminin programa alınması, üç yıl önce hazırladığım Türk Sinemasının Altın Çağı programı, Ali Özgentürk’ün jüri üyeliğiydi. Gerçek bir sinema kültürü ile yetişen bu izleyici için zaten Yılmaz Güney her zaman bir kahraman ve adı hemen hemen her tartışmada anılıyor. Ömer Kavur da en sevilen Türk yönetmenleri arasında. Yarışan tüm filmler izleyiciden ilgi gördü festivalde, özellikle Zhuang Yuxin’in Çin filmi “Aşkın Dişleri” çok beğenildi. Abbas Kiarostami’nin “On” filminin başoyuncusu Mania Akbari’nin “10+4” filmi “On”un bıraktığı yerden başlıyor, oyunculuğu da üstlenen yönetmenin göğüs kanserine karşı verdiği savaşımı, içten, samimi ve çok kişisel bir Uluslararası Kerala Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü Abdullah Oğuz’un “Mutluluk” filmi aldı. Beynelmilel’in de izleyicinin beğenisini kazandığı festivalde, büyük ödülleri İranlı ve Arjantinli kadın yönetmenler topladı. Festival davetlileriyle de ilgi çekti bu yıl. Jüri başkanı İranlı Jafar Panahi kadar onur konuğu Şilili yönetmen Miguel Littin de ilgi topladı. Pinochet yıllarında Meksika’da sürgündeyken gizlice ülkesine girip bir yeraltı filmi kotaran, babası Filistinli, annesi Yunanlı, Şili doğumlu Littin, Gabriel Garcia Marquez’in “Şili’de Clandestin” kitabına da konu olmuştu. Ustanın son filmi “Son Ay” da festivalde izleyici ile buluştu. İspanyol Pedro Almadovar, Koreli İm Kwontaek ve Çek Jiri Menzel retrospektifleri yapılırken bu yıl yitirdiğimiz Tayvanlı Edward Yang, İtalyan Antonioni ve İsveçli Ingmar Bergman gibi ustalar toplu gösterilerle anıldılar. Görkemli bir H En İyi Yönetmen Ödülü Mania Akbari’nin... Jüri Özel Ödülü “Mutluluk” filmine verildi. anlatımla görüntülüyordu. Kerala eyaletinin yaşayan en önemli yönetmeni Adoor Gopalakrishnan’ın “Dört Kadın” filmi dört bölümde dört kadının (fahişe, bakire, ev kadını ve evde kalmış kız) öyküsünü anlatırken toplumsal gelenek ve görenekleri de eleştiriyordu. Arjantin’den Lucia Puenzo’nun “XXY” filmi ise ergenlik çağı komplekslerini irdeleyen, duygulu bir filmdi. Dünya Sineması bölümünde Romanya’dan Christian Mungiu’nun Altın Palmiye ödüllü “4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” filminin yanı sıra Sofia Coppola’nın “Maria Antoinette”i, bizden Sırrı Süreyya Önder ile Muharrem Gülmez’in “Beynelmilel”i ilgi toplayan filmler arasındaydı. Eyalet sinemasında son gelişmeleri yansıtan filmler arasında, İstanbul Film Festivali’nde Özel Jüri Ödülü alan Shaji N. Karun’un komünist öncülerden A. K. Gopalan üzerine kurduğu “AKG” gösterildi ki, Kerala 1959’da dünyada komünistleri oyla iktidara getiren ilk ülkeydi… Açılış filmi İranlı Mohsen Makhmalbaf’ın küçük kızı Hana’nın ilk filmi “Buda Utancından Düştü”ydü. Film, Afganistan’da çekilmişti ve bir kız çocuğunun salt okula gidebilmek için başından geçenleri metafor olarak kullanarak ülkenin acı durumuna dikkati çekmek istiyordu. Konunun hararetli olması, çekimlerin Taliban’ın harap ettiği Bamyan Buda’ları mekânında gerçekleşmesi, çocukların sevimli yüzleri, doğaçlama sahnelerindeki dinamizm izleyiciyi etkiledi. Ancak İran sinemasının neredeyse kural haline gelen tekrarlamaları, dönüp dönüp aynı noktaya gelmeleri bir süre sonra sıkmaya başladı. Kısacası filmde uzun film için yeterince malzeme yoktu. yerel dans şöleniyle son bulan festivalde önemli ödüllerin kadın yönetmenlere ya da kadın sorunlarına yönelik filmlere verilmesi dikkati çekti. En İyi Film paralı ödülü iki kadın yönetmenin, İranlı Mania Akbari’nın “10+4”ü ile Arjantinli Lucia Puenzo’nun “XXY” filmi arasında paylaştırıldı. En İyi Yönetmen Ödülü’nü Mania Akbari, En İyi İlk Film Ödülü’nü “XXY” filmi aldı. Jüri Özel Ödülü Abdullah Oğuz’un “Mutluluk” filmine verildi. Aralarında Birgün gazetesinden Cüneyt Cebenoyan’ın da bulunduğu FIPRESCI eleştirmenler jürisi En İyi Film olarak Mozambikli kadın yönetmen Teresa Prata’nın “Uyurgezer Ülkesi” ile Kerala sinemasından Syama Prasad’ın “İçerdeki Deniz” filmini seçti. Asya Sinemasını Destek Kuruluşu NETPAC ödülünü de “İçerdeki Deniz” ile Çin filmi “Eve Varış/Zang Yang” aldı... “Buda Utancından Düştü” filminden. “XXY” filminden... “Aşkın Dişleri” filminden... “Maria Antoinette” filminden...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle