14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 8 CMYK 8 17 EYLÜL 2006 / SAYI 1069 OLIVER STONE günah mı çıkarıyor? liver Stone, Platoon (Müfreze/1986), JFK (1991), Nixon (1995) gibi izlenimci filmleriyle Amerikan tarihini yeniden yazan bir yönetmen. ABD yönetimini sürekli eleştiren, bugünkü Bush hükümetini karabasan olarak tanımlayan, savaş karşıtı sayılan bir sinemacı. Stone, JFK’da başkan John. F. Kennedy’nin öldürülmesinde üst düzey yetkililerin büyük rolü olduğunu gösterdi, Nixon’da başkan Richard M. Nixon’ın politikasını sert bir dille eleştirdi, “Born on the Fourth of July/Doğum Günü 4 Temmuz/1989” ve “Müfreze”de ABD’nin sömürgeci, savaşçı yanını vurguladı. Son çalışması “World Trade Center/Dünya Ticaret Merkezi/2006”ni ise özellikle 11 Eylül’ü tabu olmaktan çıkartmak amacıyla çektiğini belirtiyor: “Bu konuyu geçiştirmenin, gevelemenin bir anlamı yok. 11 Eylül’ün uzantıları, sonuçları çok sarsıcı oldu. Hatta sonuçlar olayı bile geride bıraktı. Dünya Ticaret Merkezi saldırısında ölenlerin sayısı Irak’takilerden çok daha az. Savaş yayıldıkça ekonomi gelişiyor. 11 Eylül yüzünden dünya değişiyor. Çekilen filmlerin çoğunluğu günümüzde geçiyor. Bu belirgin gerçekten kaçmanın hiçbir anlamı yok.” O Aslı Selçuk “Dünya Ticaret Merkezi”, Oliver Stone’un son filmi. Konu, 11 Eylül. Yine de politik bir film yapmadığını söylüyor Stone, “İnsalcıl bir öykü anlattım” diyor. Eleştiriler ise, aksini gösteriyor. Üstelik ABD yönetimini eleştiren, savaş karşıtı yönetmenin son filmi için en iyi “Tanrı Amerika'yı korusun” filmi olduğunu söyleyenler de var. Filminin politik olmadığını, insancıl bir serüven olduğunu, yaşama isteğinin gücünü vurguladığını belirten Stone, iki liman güvenlik görevlisine John McLoughlin’le (Nicolas Cage) Will Jimeno’ya (Michael Pena) odaklanıyor. Yapımcı Moritz Borman da filmin kulelerde mahsur kalan polislerin öyküsünü anlattığını, bunun pekala İsveç’teki bir çığ felaketi ya da Galler’deki bir maden göçüğü olabileceğini, 11 Eylül’ün salt arka fon olarak kullanıldığını belirterek filmin yüzde yüz apolitik olduğunu, 11 Eylül’den söz etmediğini söylüyor. Oliver Stone ise 11 Eylül’ün anında politik bir öyküye dönüşerek ABD, Avrupa ve Arap ülkelerinde farklı yaklaşımlarla algılandığını vurguluyor: “Bu yüzden mikroskobik bir öykü anlatmayı yeğledim. Örneklersem Müfreze, Vietnam savaşını anlatan dev bir opera değil, sadece oradaki küçük bir askeri birlikle ilgili. Olayların gerçek anlamı hemen belirmez, oysa bizler anında çözümleme istiyoruz, buysa olanaksız, çözümleme zaman içinde yapılır. En korktuğumsa yeniden bir dünya savaşı yaşamak. Vietnam’dayken Kuzey’le Güney arasına elektronik bir engel koymaktan söz ediyorlardı, şim diyse bunu Meksika sınırına yapmayı planlıyorlar. İçki yasağı yürümedi, uyuşturucu yasağı da. Terör yasağı da yürümeyecek. Üçüyle de yaşamayı öğrenmeli, onları ehlileştirmeliyiz.” “BU FİLMİ KESİNLİKLE GÖRÜN” Sinemanın anlatmak için İkinci Dünya ve Kore savaşlarının bitimini beklemediğini söyleyen yönetmen Vietnam için durumun farklı olduğuna değiniyor. 1978’den sonra “The Deer Hunter/Avcı/1978”, “Apocalypse Now/Kıyamet/1979” gibi filmlerin çekildiğini, çizgi romanların kendi kuşağının düşünce biçimini bozduğunu, Vietnam’da savaşmanın ona yoğun gerçekle çizgi roman arasındaki benzemezliği gösterdiğini belirtiyor. “Doğum Günü 4 Temmuz’a bakınca bir kurşunun bir adamın yaşamını nasıl değiştirdiğini anlarsınız” diyor “Amerikalılar şiddete bayılıyorlar, Onlar için şiddet adeta patolojik bir gereksinim”. Bu kurtarma öyküsünün dünyanın herhangi bir yerinde, Avustralya’daki bir maden ocağında ya da Hindistan’daki bir depremde geçebileceğine değinen Stone, “World Trade Center”ın acı ve acıyı aşmak üzerine bir film olduğunun altını çiziyor. Ağustos başında ABD’de gösterime giren filmin yankılanmaları ise değişik. Tutucu Media Research Center’ın başkanı, Parents Television Council’in kurucusu, televizyon ve radyodaki ahlaksızlık karşıtı, sert cezalandırma konuşmalarıyla ünlenen L. Brent Bozell, filmi başyapıt diye tanımlayıp 400 bin kişiye “filmi kesinlikle görün” mesajını yolluyor. Köşe yazarı Cal Thomas, filmin Amerika, aile, inanç, erkek, bayrak yanlısı olduğunu, bugüne dek yapılmış en iyi “Tanrı Amerika’yı korusun” filmi olduğunu söylüyor. The National Review internet sitesinden Clifford D. May “Tanrı Oliver Stone’u Korusun” diyor. Oliver Stone’sa “politik bir film yapmadım, insancıl bir öykü anlattım” demeyi sürdürüyor. Filmleriyle sosyal, politik mesajlar veren, savaş ve Bush karşıtı olduğunu yineleyen Stone acaba Filistinli Hani AbuAssad’ın “Paradise Now/Vaadedilen Cennet/2005” gibi hem İsraillileri hem de Filistinlileri derinden etkileyen insancıl bir öykü çekebildi mi? Bunu da ancak 29 Eylül’de “Dünya Ticaret Merkezi” gösterime girince anlayacağız. Montreal: Halk için sinema Gönül DönmezColin eçen hafta 30. yıldönümünü kutlayan Mont yetinmesinden yakınıldı. Her şeye rağmen 30. real Dünya Film Festivali halka yönelik bir yıldönümünde de filmler izleyici ile buluştu festival olarak tanınır. Kent sakinlerinin önem ve büyük ilgi gördü. Yarışmaya katılan filmli bir bölümü yaz tatillerini Ağustos’un son ler de jüri başkanı ünlü oyuncu Kathy Bates haftasına denk getirip sabah dokuzdan başlayarak sine tarafından övüldü. ma salonlarına koşmaya alışmıştır artık. Kimi eş dostla, Her festivalde “gözde” sayılacak bir film kimi yalnız, adını duyup duymadıkları uzak ülkelerin gi vardır. Montreal’de bu yılın en çok ilgi toplazemine kapılır, ömür boyu düşledikleri yolculukları ya yan filmi Japon Eiji Okuda’nın “Uzun Bir Yüşarlar, rahat koltuklarda. Kimileri de gerçek yolculuklar rüyüş”üydü. Bu ilginin en önemli nedeni ise dan geriye kalan anıları tazelerler tam 11 gün boyu. festivali şenlendiren beş yaşındaki baş oyunFilm festivallerinin alışveriş merkezine döndüğü, sabır cusu Hana Sugiura’ydı. Gerçi filmin şenlensız eleştirmenlerin, festival programcılarının, dağıtımcı dirici hiç bir yanı yoktu. Emekli bir lise müların multipleks labirentlerinde her on dakikada salon de dürü karısı alkolizm sonucu ölünce hiç bir ğiştirdiği, bir filmi hazmetmeden öbürüne atladığı zama zaman mutlu olamadığı evini ve kendisinden nımızda böyle sıradan halkı düşünerek hazırlanmış bir festival ender sayılır. Gerçi özellikRüzgârda Kar. le bu nedenden festivalin son yıllarda başı oldukça dertte. Verdikleri paranın karşılığını göremediklerinden yakınan hükümet organları tüm yardımlarını kesince festival çıkmaza girdi. Her yıl bu çıkmazdan sağlam çıkıp çıkamayacağı tartışılırken, festival yönetimi de kemerleri sıkma politikası uyguladı. Sonuç: Festival eski görkemini yitirdi ve profesyonel izleyicisini hemen ardından başlayan yaldızlı yıldızlı Toronto Film Festivali’ne kaptırdı. Tarihlerinin Venedik Film Festivali’ne yakın düşmesi yeni film bulmayı zorlaştırırken, Montreal’in Toronto ve Venedik artıklarıyla G Uzun Bir Yürüyüş. en iyi senaryo, Dai Sijie’nin “Çinli Botanistin Kızı” en iyi sanatsal katkı ödüllerini aldı. En iyi erkek oyuncu ödülü de Belçikaİspanya ortak yapımı “Tangier’de Cehennem”deki rolüyle Filip Peeters’e gitti. Yarışmanın ilginç filmleri ödül alanlarla sınırlı değildi, İranlı Bahman Farmanara’nın “Ufak Bir Öpücük”ü, Kübalı Manuel Perez Paredes’in “Mauricio’nun Günlüğünden Sayfalar”ı ilgiyle izlendi. İlk filmler de ayrı bir bölümde yarıştı ve Altın Doruk ödülü Meksikalı Andres Leon ile Javier Solar’ın “Dünyada Herşeyden Fazla” filminin oldu. En Popüler Film ödülü ise “Balzak ve Küçük Terzi Kız” filminden anımsayacağımız Dai Sijie’nin “Çinli Botanistin Kızı” filmine gitti. TÜRKİYE’YE İLİŞKİN ÖNYARGILAR Kutluğ Ataman’ın “İki Genç Kız”ı Montreal’de de keyifle izlendi. Her festivalde yöneltilen soru yinelendi: “Bu film Türkiye gerçeğini yansıtıyor mu?” Türk sineması ve toplumu deyince akıllarına gelen “Sürü” gibi filmlerden sahnelerdi. Türkiye’yi “muhafazakâr” ve “Müslüman” bir ülke olarak tanıyorlardı. Ataman’ın filmi ise onların deyimiyle “geniş mezhepli” bir toplum sunuyordu! Türkiye doğumlu,ama Almanya’da yaşayan Bülent Akıncı’nın “Boşa Koşan” filmi sigorta satan bir adamın çelişkilerini yansıtıyordu. Türk kökenli Filiz Katrapani’nin Kanada yapımı “Within Reach/Elinin Altında” yapıtı yedi bölümde insanlar, nesneler, anılar ve sanatçı arasındaki ilişkiyi sorguluyordu. Öz yaşamından etkilenen bu filmde sanatçı İstanbul’dan kalkıp Kanada’ya yerleşen, babası ya da annesi Suriye’den gelmiş bir ressam kadınla söyleşiler yapıyor, geride bırakılan ülkeden birlikte getirilen nesnelerde anlam bir nişan yüzüğü, bir okul yıllığı ya da ufacık bir ipek parçasına sıkıca sarılıp düğümlenmiş ana vatan toprağı arıyordu... Festivalin onur konukları, “Amerikan İmparatorluğunun Düşüşü” filminin unutulmaz oyuncusu Remi Girard, bağımsız Fransız sinemasının ikonlarından Bulle Ogier, ToraSan filmlerinin müthiş oyuncusu Japon Kiyoshi Atsumi ve sayısız filmle bizi yıllardır büyüleyen İsviçre kökenli Bruno Ganz’dı. Her akşam sandalyesini kapan, güneş batar batmaz ardarda iki film izlemek üzere, festival boyu trafiğe kapalı caddenin ortasındaki büyük perdenin karşısında kamp kurdu. Eski günlerin bol yiyecekli içecekli partileri nedereyse sıfıra inmişti, ama filmler niteliklerinden pek birşey yitirmemişti. Festivalin baş yöneticisi Serge Losique kapanış gecesi her yıl olduğu gibi gelecek yılın tarihlerini bildirirken, içimizden bir “inşallah” demek geldi. Tüm eğlencelerin parayla eşdeş olduğu günümüzde sanatın geleceği sanki Tanrı’ya kalmıştı! Kathy Bates. Montreal Dünya Film Festivali, bu yıl 30. yaşını kutladı. Katılan bütün filmler ilgi çekiciydi, nitelikliydi, ama bu burukluğu gideremedi. Çünkü hükümet organları, geri dönüşü olmadığı gerekçesiyle festivali desteklemekten vazgeçmişti. Ancak kent sakinleri yine yaz tatillerini festival zamanına denk düşürdü ve sinemalara koştu. Büyük ödülü iki film paylaştı, Savaş Çocuğu. “Uzun Bir Yürüyüş” ve “En Büyük Aşk”. nefret eden kızını bırakıp, başka bir kentte ucuz bir daire kiralar. Komşusu devamlı sevgilisiyle çatışan, ufacık kızını horlayan bir bar kadınıdır. Küçük kızın acılarına dayanamayan yaşlı adam birgün onu kaçırır ve uzun bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk onları birbirlerine yaklaştıracak ve yaşamında nefret ve şiddetten başka birşey görmemiş küçük kızın kabuğundan çıkmasına yol açacaktır, ama mutlu son ancak Hollywood filmlerinde görülür! Filmin en büyük ödül, “Grand Prix Ameriques”i Brezilya’dan Carlos Dieugues’in “En Büyük Aşk” filmiyle paylaşması, üstelik de Uluslararası Eleştirmenler Federasyonu ve değişik dinleri temsil eden üyelerden oluşan Ekümenik jürinin de ödüllerini alması sürpriz olmadı. Çok konuşulan bir başka film de Çinli Yang Yazhou’nun “Rüzgârda Kar”ıydı. Çin sinemasının 100. yılını kutlamak amacıyla yapılan filmde köylüler kar fırtınasında donmamak için zıplaya zıplaya film izlerler, yelken bir perdeden. Özel günlerde özel filmler gösterilir, bir yaşlının ölümü, genç bir çiftin düğünü... Çapkın projeksiyoncu “Film Wong”, hamile bıraktığı bir köylü kızıyla evlenmek zorunda kalır. Bir gün merdivenden düşüp sakatlanınca karısı üstlenir projeksiyonculuk görevini ve yaşamları yeni bir yön alır. Jüri Özel ödülü bu filme gittiği gibi Ni Ping de “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. Yarışmalı bölümde Norveçli Hans Peter Moland “Yoldaş Pedersen” filmi ile en iyi yönetmen, Alman Christion Wagner’in Slovanya ile ortak yapımı “Savaş Çocuğu”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle