Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 3 CMYK 17 EYLÜL 2006 / SAYI 1069 3 Beş yıl sonra beş bin mil uzakta... Jacques Derrida. Büyük felaketleri, “olay”ları naklen izleyebildiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Bombalamalar, kanrevan görüntüler televizyonda akarken, biz günlük hayhuya devam ediyoruz. “Orada bir yerde” korkunç olaylar yaşanıyor, henüz burada, evimizde değil... Derrida “iyi ve güvenli uzaklık” temasında işte buna vurgu yapıyor. Derrida uzmanı Prof. Dr. Michael Naas ise “Uzaklığı, karşıtı gibi görünse de şefkate bağlamak gerektiğini düşünüyorum” diyor, “11 Eylül küresel bir olaydı, medya aracılığıyla bütün dünya bu olayı izledi ve 11 Eylül 2001. şefkat duydu kurbanlara. Medya araçları bir biçimde bu şefkati üretti”. ni, belki de bu henüz gerçekleşen ‘şeyi’ bu sözde ‘olay’ı herhangi bir şekilde adlandırmamıza elverecek kavram ya da anlama sahip değiliz. Örneğin bir ‘uluslararası terorizm’ eylemi, ki buna daha sonra döneceğiz, tartışmaya çalışacağımız şeyin tekilliğini kavramamıza yardım edecek tekin bir kavram değil. ‘Bir şey’ oldu, onun geldiğini görmediğimiz hissine sahibiz ve bu ‘şey’in yadsınamaz belli sonuçları var. Fakat tam da bu şey, bu ‘olay’ın anlamı ve yeri, kavramsız bir görü gibi, ufkunda bir genellik barındırmayan ya da hiçbir ufku olmayan bir biriciklik gibi ifade edilemez kalıyor; güçsüzlüğünü teslim eden ve bu nedenle mekanik bir biçimde bir tarih üretmeye ve bu tarihi bir büyü ayini gibi, bir ruh çağırma şiiri, gazetecilere has bir tekrar ya da neden söz ettiğini bilmediğini kabul eden retorik bir nakarat gibi durmadan tekrar etmeye indirgenen bir dilin eriminin dışında kalıyor. Biz de 11 Eylül ya da le 11 septembre derken ne dediğimizi, bu yolla neyi adlandırdığımızı aslında bilmiyoruz. Bu adın (11 Eylül, 9/11) kısalığı yalnızca ekonomik ya da retorik gereksinimden kaynaklanmıyor. Bu metonimin bir ad, bir sayı kısacık mesajı, anlamadığımızı, hatta farkına bile varmadığımızı, nasıl niteleyeceğimizi henüz bilmediğimizi, neden söz ettiğimizi bilmediğimizi teslim ederek nitelenemez olanı işaret ediyor. n bir Eylül 2001’de ilk kez canlı yayında bir terör saldırısı izledik. Aynı görüntüler haftalarca, aylarca tekrarlandı. 11 Eylül’ün diğerlerinden farkı belki de “görüntüleri belleğimize kazınmış” ilk saldırı olmasıydı. Hakkında çok şey söylenen ve yazılan bu saldırı hakkında, olaydan bir süre sonra Fransız düşünür Jacques Derrida bir söyleşi verdi. Cogito dergisinin 11 Eylül 2006’da İstanbul’da Doç. Dr. Zeynep Direk yönetiminde düzenlediği konferansta Derrida uzmanları Prof. Dr. Michael Naas ve Prof. Dr. Len Lawlor işte bu röportaj üzerine konuştular. Biz de Naas’a terör ve Derrida’nın “koşulsuz bağışlama” temasını sorduk. Ama önce, Giovanna Borradori’nin 11 eylül sonra Derrida’yla yaptığı röportajdan bir alıntı yapalım. “Otoimmünite: Gerçek ve simgesel intiharlar” başlıklı röportajda Borradori şöyle soruyor “11 Eylül özellikle de bir dünya savaşına tanık olmamış olanlarda büyük bir olay, ömrümüz boyunca tanık olacağımız en önemli tarihsel olaylardan biri olduğu izlenimini bıraktı. Katılıyor musunuz?” Derrida, şöyle yanıtlıyor: “…… Beni, beş haftadan beri kamusal alanımızı ve özel yaşamlarımızı işgal eden bir tarihi ya da tarihlendirmeyi tırnak içinde anarak konuşmaya davet ediyorsunuz. Bir Fransız deyişiyle söyleyecek olursam bir şeyler fait date; (tarihe damga vurmak) bir şeyler bir güne, tarihte bir güne damgasını vuruyor. En çarpıcı olan da bu; bu olayın gerçekten damgasını vuran, gerçekten iz bırakan, tekil ve burada dendiği gibi ‘emsalsiz’ bir olay olduğunun görünüşte derhal hissedilmesi. ‘Görünüşte derhal’ diyorum, çünkü bu ‘his’ aslında göründüğü kadar kendiliğinden değil; büyük ölçüde koşullanmış, fiilen tertip edilmiş olmasa da tesis edilmiş ve her halükârda medya üzerinden, devasa bir tekniktoplumsalsiyasi makine aracılığıyla dolaşıma sokulmuş bir his. ‘Tarihte bir güne damgasını vurmak’ her durumda ‘bir şeyin’ henüz nasıl tanımlayacağımızı, belirleyeceğimizi, tanıyacağımızı ya da çözümleyeceğimizi bilmediğimiz, fakat bu noktadan itibaren unutulmaz kalmak durumunda olan ‘bir şeyin’ ilk ve son kez geldiğini veya olduğunu önvarsayar: evrensel bir takvimin, yani sözde evrensel bir takvimin –en baştan bunların sadece varsayım ve önvarsayımdan ibaret olduğunu ısrarla belirtmek istiyorum ortak arşivinden silinemez bir olay. Kaba ve dogmatik veya üzerinde ayrıntılı olarak düşünülmüş, düzenlenmiş, hesaplanmış ve stratejik, ya da bunların hepsi. Çünkü bu tarihi işaret eden gösterge, bu yalın edim, bu minimal gösterici, bu tarihlendirmedeki minimalist amaç başka bir şeye de damgasını vuruyor. Ya O Nilüfer Zengin Bu, şu anda bulunduğumuz yerin çok yakınında, tam olarak 11 Eylül tarihinde olanların (hesaplanmış veya iyi hesaplanmış olsun ya da olmasın) ilk ve tartışmasız etkisi: bu tarihi tekrarlıyoruz, tekrarlamalıyız, bu yolla adlandırdığımızın ne olduğunu bilmediğimiz sürece bu daha da zaruri, bir seferde iki şeytanı birden kovmak gibi: bir taraftan, bu ‘şey’in kendisini, saldığı korkuyu ve dehşeti büyü yapar gibi yok etmek (çünkü tekrarlama her zaman travmayı etkisiz hale getirmek, zayıflatmak ve uzaklaştırmak yoluyla bizi korur; daha sonra ele alacağımız televizyonda yayımlanan görüntülerin tekrarı için de geçerlidir bu). Diğer yandan, bu dil edimine ve sözcelemeye [enunciation] olabildiğince yaklaşarak, söz konusu şeyi uygun biçimde adlandırma, niteleme, düşünme ve bu tarihin salt göstergesinin ötesine geçmekteki güçsüzlüğümüzü yadsımak: 11 Eylül’de korkunç bir şey oldu, fakat sonuçta ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü şiddete maruz kalabileceğimiz için ne kadar öfke dolu olsak, ölenlerin sayısına diğer herkesle beraber, benim gibi ne kadar içtenlikle üzülsek de hiç kimse olan bitenin sonuçta bundan ibaret olduğuna ikna olmayacak... .....Bu olay adı verilen şeyin ilk etkisi üzerinde düşünmeye başlamak için daha fazla bilmeye, daha fazla zaman harcamaya ve özgürlüğümüze tutunmaya çalışmalıyız. Bu tehditkâr emir [injunction] bize nereden geliyor? Bize nasıl zorla dayatılıyor? Bu tehditkâr emri (terörist değilse bile, terörize eden bir emri) veren kim ya da ne?” BİR BAŞKASININ YERİNE ÖLEMEYİZ! Konuşmanızda Derrida’nın 11 Eylül olaylarıyla ilgili olarak “iyi, güvenli bir uzaklıkta olmak” (good distance) halinden söz ettiğini belirttiniz. O gün orada bulunmayan ve orada bir yakınını kaybetmeyen herkes “iyi bir uzaklıktaydı”. İyi uzaklık kavramıyla, o uzaktan bir başkasının acısına bakma arasındaki ilişkiyi değerlendirir misiniz? Evet, örneğin ben de New York’ta değildim, ailemden birini ya da arkadaşlarımdan birini kaybetmedim. O zaman soru şu: İyi uzaklıkta duran tanık kimdir? Hangi uzaklıktan bu olayı ve acıyı en iyi anlar? Konuşmamın konusu Fransız düşünür Jacques Derrida’nın 11 Eylül’den üç hafta sonra 11 Eylül’le ilgili verdiği röportajdı. O röportajı okuduğumda Derrida’nın bu konuya çok kendine has bir biçimde baktığını gördüm. Derrida, olay anında New York’ta olmasa da ya da bildiğim Prof. Dr. Michael Naas... kadarıyla o olaylarda bir yakınını yitirmemiş olsa da, bu olayı görmek için en iyi ve en uygun uzaklık nedir, diye soruyordu. Acaba olayın kendisini mi görmek daha iyi, yoksa bu küreselleşmiş olayı bir anlamda televizyonda tekrarlanışını görmek mi? Biz şimdi beş yıl sonra ve beş bin mil uzaktan bakıyoruz. Bu uzaklığın başkasının acısına bakmakla ilgisini soruyorsunuz. Ben büyük acıların çekildiği bu olaya tepeden bakmak ve konuyu ideolojik bir şekilde ele almaktan kaçınıyorum. Uzaklık meselesini ve şefkat duygusunu ele almak istiyorum. Uzaklığı, karşıtı gibi görünse de şefkate bağlamak gerektiğini düşünüyorum. 11 Eylül olaylarına ideolojik olarak bakmayı istemiyorum, o acıyı, tanıma ve acı çekmeye saygı duyan bir mesafeden görmeyi istiyorum. Bazılarımız için duyguları düşünce dünyamıza mal etmemeyi başarmak zordur. 11 Eylül için de pek çok insan “İşte Amerikalılar da terör neymiş gördü” biçiminde düşündü, ancak büyük bir empati histerisi de gelişti... 11 Eylül küresel bir olaydı, medya aracılığıyla bütün dünya bu olayı izledi ve şefkat duydu kurbanlara. Medya araçları bir biçimde bu şefkati üretti. Alman düşünür Heidegeer “Bir başkası için ölebiliriz, ancak bir başkasının yerine ölemeyiz” diyor. Bazen şefkat hiçbir işe yaramayabiliyor.... Heidegger hiç kimsenin bir diğerinin ölüm olanağını üstlenemeyeceğini söylüyor, evet. Emmanuel Levinas Levinas da “İlk ölüm benim ölümüm değildir başkalarının ölümüdür” diyor. Şefkat ötekinin ölümüyle ilişkilidir, ama başkasının ölümünde kendi ölümümü gördüğüm için değil. Başkasının ölümünde dünyanın yok oluşunu görürüz.... Derrida’nın teması, “koşulsuz bağışlama” barışı sağlar mı? Barış ne tür bir barış? Küreselleşme bize yapay bir barış modeli sunuyor... Kürelleşmenin insanlar arası iletişimi geliştirdiği, teknolojik araçları zenginleştirdiğini düşündüğümüzde bir yanılsama denebilir... Ancak küresel ve uluslararası hukuktan faydalanmak ve uluslararası kurumları dünyanın hizmetine sunmak söz konusu olduğunda iyi bir küreselleşmeden söz edebiliriz. Sonsuz bir barıştan söz etmiyorum, bu çok tehlikeli olurdu zaten. Bundan ziyade barışa giden uzlaşmacı bir süreçten söz etmek uygun olur. Peki bir politik durum olarak barışa gitmek için mi “koşulsuz bağışlama”? Derrida “Eğer bir karşılık bekleyerek bağışlama söz konusuysa, bu gerçek bir bağışlama değildir” diyor.