02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

23 NİSAN 2006 / SAYI 1048 9 İslamda sinema, sinemada kadın... Müjde Arslan önül DönmezColin’in kadın, İslam ve sinema arasındaki sorunlu ilişkiyi ele aldığı “Kadın, İslam ve Sinema” adlı kitabı Agora Kitaplığı tarafından yayımlandı. İslamiyet’in hâkim din olduğu ülkelerin sinemasında seyirciler, imgeler ve imgeoluşturucular olarak kadınların rolünü ve klişeleri irdeleyen yazar, durumun Batı ya da Doğu’da değişmediğini örneklerle sunuyor. Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş ve Kazakistan gibi ülkelerin filmlerini inceleyen yazar, İslam dünyasındaki kadınlar ve bu kadınların sinemada yer alış biçimlerini ele alıyor. New York’tan Singapur’a, Avustralya’dan Kanada’ya pek çok ülkede yayımlanan kitapta, dişilik mitleri, çokeşliliğin onaylanması, fahişelik, erkek çocuk saplantısı gibi yaygın klişeleri de sorguluyor. Kitabın hazırlık süreci ne kadar sürdü, nasıl bir araştırma yaptınız? Bu çalışma için sinema kadar, İslam dini ve kültürü üzerine, ayrıca kitapta adı geçen ülkelerde kadının bugünkü konumu üzerine uzun araştırmalar yapmam gerekti. Kitapta sözü geçen her filmi defalarca izledim, İran’dan Kazakistan’a birçok ülkeye gittim, yönetmenlerle söyleşiler yaptım. Kitabın bir özelliği de sadece Türk sineması üzerine olmasa da, İngilizce olarak Türk sinemasına bu denli yer veren ilk kitap olması. İslam, sinema ve kadın... Her biri başlı başına zorlu olan bu kavramları bir araya getirirken nasıl bir önerme kurdunuz? Bu üç kavramın birbirleriyle bağlantısını İslam ülkeleri sinemalarında kadının kamera önünde ve ardındaki yeri üzerinden kurdum. Yine de önsözde de belirttiğim gibi tüm İslam ülkeleri aynı kültüre sahip olmadığı ve İslam anlayışı, zamana ve zemine göre değişebildiği için bir genelleme yapmak hatalı olur. Kadın yönetmenlerin azlığı ya da var olan kadın yönetmenlerin bakış açısı tartışılagelen konulardan. Araştırmalarınıza göre kadınları engelleyici temel etkenler nelerdi? Gönül Dönmez Colin’in “Kadın, İslam ve Sinema” kitabı Türkçe basıldı. Colin, daha önce İngilizce yayımlanan kitapta İran, Pakistan, Bangladeş ve Kazakistan sinemalarına yer veriyor. Türkiye’yi de göz ardı etmiyor. Colin, “Güney sinemasına saygım büyüktür” diyor. Kadınların sinema sektöründe de azınlık olmasının diğer alanlarda geriye itilmelerinden çok da farkı yok. Bir görüşmemizde, Alman sinemasının önemli kadın yönetmenlerinden Margareth von Trotta bile, hayatına giren erkeklerin onu hep geriye itmeye çalıştığını söyledi. Bir de yönetmen olmak, birçok insana emir vermek demek. İranlı kadın yönetmen dostlarım bir kadın film çekerken erkeklerin en hazmedemediklerinin bir kadından emir almak olduğunu anlattılar. G Gönül DönmezColin... yazık ki İran sansürü kıskacında tam da başarılı olamadı. Kitap aynı zamanda ele aldığınız ülkelerde kadının dönüşümünü de aktarıyor... Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Genelleme yaparsak çok olumlu gelişmeler var, ama yeterli olduğunu sanmıyorum. Çünkü bu durumdan kırsal toplum ya da fakir halk faydalanamıyor. Sınıflar arasındaki uçurum, her ülkede gittikçe daha da açılıyor ve bu kadınları da etkiliyor. re kurduğu evren oldukça etkileyici. Her yönetmenin kendi çizgisinde ilerlemesi de ayrıca önemli. Bu kitap, sinema üzerine başka çalışmaların habercisi olarak görülebilir mi? Araştırma döneminde karşılaştıklarım ve öğrendiklerimi bir kitaba sığdırmakta zorlandığımı ve çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Kitabı yazarken ortaya başka kitap düşünceleri de çıktı, elbette. İngiltere’de “Cinemas of the Other: A Personal Journey with Filmmakers from the Middle East and Central Asia” (Ötekinin Sineması: Orta Doğu ve Orta Asyalı Yönetmenlerle Kişisel Bir Yolculuk) adlı bir kitabım çıkmak üzere. Bu kitap İran, Türkiye ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini içeriyor. Türkçesi için şimdiden birkaç teklif aldık. Ayrıca “The World of Islam/İslam Dünyası” adlı geniş kapsamlı bir kitabın İslam Sineması bölümünü yazıyorum. Bir de önümüzdeki yıl Reaktion Books’tan çıkacak Türk sineması üzerine bir kitap üzerinde çalışıyorum. [email protected] ÖTEKİNİN SİNEMASI... Kitapta Yılmaz Güney’in Sürü ve Yol filmlerine ve Zeki Demirkubuz’un sinemasına da eğiliyorsunuz… Güney sinemasına saygım büyüktür. “Sürü” ve “Yol” gibi filmlerde kadının suskunluğu özellikle o yılların Türkiye’si açısından çok daha derin anlamlar taşıyor. Zeki Demirkubuz’sa sinemada 90’lı yıllarda başlayan gelişmelerin bir parçası. Derviş Zaim, “Tabutta Röveşata” ile bu akımın öncülerinden sayılabilir. Nuri Bilge Ceylan’ın ise kendine gö GELİŞMELER OLUMLU, AMA... Özellikle Afganistan ve İran filmlerinde “erkek görünümüne girerek yaşamını sürdürmeye çalışan kadınlar”dan bahsediyorsunuz... Bu rol değişimini nasıl yorumluyorsunuz? Kadınların rahat dolaşabilmek için erkek kılığına girmesine her dönemde her ülkede rastlayabiliriz. Fransa’da George Sand, İngiGönül DönmezColin ve İranlı yönetmen Tehmine Milani... liz edebiyatında erkek takma adıyla roman yazmıştı. Sanatta da bu motif her zaman kullanıldı. Afganistan’da ya da İran’da yaşam koşulları genç kadınları rol değişimine zorluyor. Bu, filmlerde dramatik açıdan çarpıcı yönüyle kullanılıyor. Kitabımda yer alan Dakhtaarane Khorshid filminde Maryam Shahriar bu açıyı ele almaya çalışıyor, ama ne Benden ne öğrendiniz, bilmiyorum... Esra Açıkgöz azê, 105 yaşında bir kadın. Şapka devrimine tanık olmuş, askerliğin yedi yıl olduğu zamanları, mecidiyenin kullanıldığı dönemleri görmüş. Nazê’nin bir asırlık hikâyesi önce torunu İrfan Aktan’ın kalemiyle “Nazê, Bir ‘Göçüş’ Öyküsü” kitabında hayat buldu, sonra da yönetmen Ümit Kıvanç’ın belgeselinde: “Nazê”. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen belgesel, aslında hüzün ve şiddet dolu bir masal. Nazê, ana karnındayken babası zehirlenmiş. İran’da amca evinde zengin bir hayat sürerken, hiç tanımadığı bir adamla Irak’a kaçmış ya da kaçırılmış. Dinini değiştirmiş, Müslüman olmuş. Sonra da Türkiye’ye göç etmiş. Kendini şehirli olarak görse, köyleri hiç sevmediğini söylese de, ömrünü köylerde geçirmiş... Kıvanç, Nazê’yi belgesel kahramanı yap N maya, Nazê’nin torunu İrfan’ın daveti üzerine karar vermiş, ama hakkındaki üçbeş ilginç ayrıntıyı biliyormuş. Belgeselde anlatılan sadece Nazê’nin hikâyesi değil, aynı zamanda Doğu kadınlarının ortak kaderi. Bu kaderi en iyi Nazê anlatıyor: “İnsanlar zavallıdır. Ama konuşamayınca daha da zavallıdır. Lallar, işaretle konuşur. Sağırlar, duymadan konuşur. Körler, görmeden konuşur. Kadınlar, ağıtlarla konuşur...” Bu tam bir kadın filmi, bütün kahramanlar kadın, Nazê, gelini, torunları, torunlarının torunları... Nazêyi farklılaştıran ise, Kıvanç’a göre, çok uzun yaşaması, 1. Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemleri görmesi ve üç ülke dolaşması. “Sonuçta 105 sene yaşamış biri ister istemez ilgimi çekiyor” diyor Kıvanç, “O, tarihte okuduklarımızı yaşamış biri. Yine de hayatında 20. yüzyılın önemli icat larının, olaylarının hiçbiri yok. Büyük şehirde yaşayan insanların bütün hayatı çevrenizde gördüklerinizden ibaret. Oysa bize çok yakın yerlerde insanlar bambaşka hayatlar yaşıyorlar. Büyük şehir insanlarının karşısına bu hayatları getirdiğimde belki silkinip bakarlar, hayatın anlamını başka yerlerde arayabilirler diye düşündüm. Bu belgesel, az da olsa böyle bir zihniyet ve ruh hali değişimi sağlayabilir diye oralara gittim”. FİLMİ YÜKSEKOVA’DA OYNATMA! Kıvanç, Nazê’yle otuz yıldır yaşadığı Yüksekova’nın Karlı (Befircan) köyünde görüşmüş. Altı gün boyunca o torunuyla söyleşirken Kıvanç da çekmiş. En zoru, Nazê’yi anlayamamak olmuş. Çünkü Nazê Kürt ve Türkçe bilmiyor, “Kürtçe bilmediğimden röportaj yapılırken İrfan’a anında müdahale edip ‘Şunu da sor’ diyemedim. Ayrıca anlattıklarını bilseydim, onlara daha uygun görüntüler çekebilirdim. İstanbul’a döndükten sonra, İrfan çevirisini yaptı, ben de metinle uyuşan görüntüleri bulup eşledim. O, biraz tuhaf bir fasıldı” diyor. Peki Nazê’yi böyle bir belgeselde yer almaya nasıl ikna etmiş? “Bu zor olmadı, torunu ile konuştuğu için rahattı, sadece ışıktan biraz rahatsız oldu. Onun için hiçbirimizin bir önemi yok. 105 yaşına gelmiş ve artık dünya umurunda değil. Mesela belgeselde ‘Barzani diye biri var, onun yanına geldiler’ diyor, onun için Barzani şimdi herkesin önemsediği insan değil.” Bu hızlı şehir yaşamı içinde, sadece bir kadının yaşadıklarını anlatan bir belgesel yapmak ve insanlardan 72 dakika boyunca onu izlemesini istemek aslında büyük bir risk. Kı Nazê vanç da bunun farkında. “Benim için bu biraz da inat” diyor ve ekliyor: “Bu konunun hakkı bu. Nazê ile ilgili bir filmi klip gibi yapamam ki. Filmde, iki dakika boyunca dağları, ağaçları gösteriyorum. Aslında artık sinemada iki dakika diye bir birim kalmadı, bu çok uzun bir süre. Yine de Nazê’nin hayat temposuna uygun bir şey yapmak lazımdı. Bunun tadı böyle çıkar.” Kıvanç, İstanbul’a dönmüş ama Nazê ile ilişkisi bitmemiş, mektuplaşmışlar. Mektubunda Nazê ona “Ümit, geldin ve beni kameraya çektin. Benim gibi yaşlı ve cahil birinden ne öğrendin, bilmiyorum” diye sormuş. Kıvanç için bu sorunun yanıtı zor, “Bu filmden herkes bir şey öğrendi. Yine de buna böyle küt diye bir cevap vermem çok zor. İnsan yaşı ilerledikçe hayata farklı bir şekilde bakmaya başlıyor. Ben 50 yaşındayım, ama o benden 55 yaş daha büyük. Bunu somut olarak kavramak pek mümkün değil” diyor. Nazê’nin bir de isteği var Kıvanç’tan, “Ankara’da, İstanbul’da ne yaparsan yap, ama lütfen filmi Gever (Yüksekova) televizyonlarına verip beni bu yaştan sonra âleme maskara etme! Sana anlattıklarım, hediyemdir. Bu mektubum da hatıramdır... Öldüğümde mezarıma gelip bir fatiha oku. Gelmezsen de oradan oku. Allah için fark etmez...” İrfan Aktan’ın “Nazê, Bir ‘Göçüş’ Öyküsü” kitabıyla anlattığı babaannesinin öyküsü belgesel oldu. Ümit Kıvanç “Nazê” adlı, 72 dakikalık belgeseli için “Herkes bu filmden bir şey öğrenecek” diyor. Öğrenilenlerden biri 105 yaşındaki Nazê’ye bakıp bir kez daha hayatın Ümit Kıvanç anlamını düşünmek! CUMHURİYET 09 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle