Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 23 NİSAN 2006 / SAYI 1048 Bekir Yıldız’a özlemle... Ataol Behramoğlu ‘Üvercinka’ya tanık bir çizer... 7 Ağustos 1954 / TEF Dergisi B ekir Yıldız’ı yitirişimizin sekizinci yılındayız. Doğum tarihi 3 Mart 1933. Ölüm tarihi 8 Ağustos 1998. Ölümünü Foça’da öğrenişimi bugünmüş gibi anımsıyorum. Gazetemizin kültür bölümünden telefonla bildirdiklerinde Foça’da bir plajdaydık. Onu da kalp krizi Silivri’deki yazlığında yakalamıştı. Sonra Foça belediye binasına gidişimiz, telefonlarla yakınlarını arayışlarımız. Oracıkta yazdığım yazı ertesi gün Cumhuriyet’in kültür sayfasında yayımlanmıştı. Dosyadan bulup çıkardım. Sevgili arkadaşımı anlattığım bazı satırlar: “Kısa öykü türünün büyük ustası. Halkın içinden yetişmiş gerçek bir halk sanatçısı. İçerikte toplumcuhalkçı, biçimde modern, yenilikçi. Olağanüstü, olağandışı bir kişilik. Alıngan, kırılgan, ödünsüz, zeki, duygulu, esprili, romantik, gerçekçi, çocuksu, haksızlığa karşı isyanla dolu, pervasız, sözünü sakınmaz, yüreğinin kapılarını açmaya da kapamaya da aynı ölçüde yatkın, kıpır kıpır, eşsiz, benzersiz bir insan...” Tanıştığımız günü de bugünmüş gibi anımsıyorum... 1970’in yaz günlerinden biri olmalı. Kesintisiz dört yıl süreceğini henüz bilemeyeceğim ilk yurtdışı yolculuğuna (serüvenine) çıkma öncesinde Ankara’dan İstanbul’daki anababa evimize gelmişim. İsmet’le “Halkın Dostları”nı çıkarıyoruz. Derginin İstanbul’daki kotarıcısı Nihat. Göztepe’de, şimdi yerinde yeller esen o sevgili evde, Nihat bana adını ilk kez duyduğum Bekir Yıldız’ın kitaplarını verdi... O sırada çıkmış olan üç kitap: “Reşo Ağa”, “Kara Vagon”, “Kaçakçı Şahan”... Daha ilk öykülerde büyülendim ve Nihat’tan beni hemen Bekir Yıldız’a Bekir Yıldız.... götürmesini istedim... Cağaloğlu’nda, bir ara sokakta, tek göz odadan ibaret o küçücük dizgibaskı evinde böylece karşılaştık Bekir Yıldız’la... Öyküleri okurken de biliyordum ama, tanıştığımızda yaşam boyu sürecek bir dostluğun başladığı kesindi. Karşımdaki “matbaa emekçisi”, aynı zamanda hem bir düşündaş, hem bir duygu kardeşiydi... Onun kişiliğinde kuşakdaşımız bir Orhan Kemal’i, bir Sabahattin Ali’yi, bir Gorki’yi görüyordum... Yıllar bana yanılmadığımı kanıtladı... Yurtdışında olduğum yıllarda da, dönüşümde de, sonraki yine yurtdışı sürgün yıllarımda ve dönüşümde de dostluğumuz kopmazca pekişti... İlk görüşmemizde yanımda götürdüğüm sorulara yanıtları “Halkın Dostları”nın Ekim 1970 tarihli sekizinci sayısında yayımlanmıştı. Sanıyorum Bekir Yıldız’la yapılmış ilk konuşmalardan biridir bu... Sonra “Militan” dergisinde yine birlikteydik... Sayısız anılarımız içinde en unutulmazlarından biri “Kara Çarşaflı Gelin”in filme çekilişinde Ceylanpınar’a birlikte gidişimizdir... Dönüşümüzde bizi karşılayan İstanbul, geride bıraktığımız Anadolu’dan sonra ıssızlaşmıştı sanki... Evlerimize gitmek üzere ayrılırken kucaklaşmamızda, o Anadolu’ya hep bağlı kalacağımızın sımsıcak ve sözcüklere gereği olmayan yemini vardı... Hakkında en çok yazdığım yazarlarımız içinde, sevgili ustası Sabahattin Ali’yle birlikte en ön sıradadır. Sonra dünyaya ve insana küskünlük yılları ve apansız ölümü geldi. Her ikisinde de başlıca nedenlerden biri sosyalizmin uğradığı yıkım ve yozlaşan dünyadır... Bu yozlaşan dünya, ölümünden sonra geçen yıllarda sanki büsbütün unutmuştu Bekir Yıldız’ı... Kitapları kitapçı raflarında görünmez olmuştu... Şimdi “İskele Yayınları” sevgili arkadaşımın 11 öykü kitabı, beş roman, bir röportaj ve 1 yazılarsöyleşilersoruşturmalara yanıtlar kitabıyla, toplam on sekiz yapıtıyla son veriyor bu utanç verici değer bilmezliğe... Bekir Yıldız’a özlemle, “İskele Yayınları”na edebiyatımız adına teşekkürlerimle, sanki incitmekten korkarcasına, ellerimi kapaklarında özenle gezdiriyor, sayfalarında usulca dolaştırıyorum bu pırıl pırıl baskılı Bekir Yıldız kitaplarının... ataolb@cumhuriyet.com.tr Cemal Süreya’nın Eskişehir’de yaşadığı dönemde şairle yakın arkadaş olan Beytullah Heper yalın çizgileriyle 50’li yıllarda Turhan Selçuk’u da etkilemiş bir karikatürcü. Eskişehir gazetelerinden 2 Eylül’de her gün karikatür yayımlamayı sürdüren Heper’i karikatürün merkezi İstanbul’dan uzak tutan, babasının bir sözü: Tavada varken havada arama! Semih Poroy eytullah Heper, 1950’li yılların önemli mizah dergilerinde (Tef, Dolmuş vb.) imzası sıkça görülen çizerlerden biriydi. İddiasız gibi duran yalın çizgileriyle dikkat çekiyordu, ama Eskişehir asıl tanındığı yerdi. Bölgenin en iyi futbolcularındandı. İki kardeşi de futbol oynuyordu. Küçük kardeş 60’lı yılların sonu, 70’lerin başında Türkiye 1. Futbol Ligi’nin en parlak takımlarından Eskişehirspor’un kaptanı Fethi Heper’di. Anadolu Üniversitesi tarafından kurulan Eğitim Karikatürleri Müzesi’ndeki sergilerin bazılarını izlemek üzere Eskişehir’e gidişlerimde Beytullah Heper’le de birlikte oluruz. Büyük keyiftir. Sizi ilginç yerlere götürür. Arkadaşlarıyla tanıştırır. Odunpazarı’nın ünlü Behçelikahve’sinde çay ısmarlar. Eskişehir çarşısında neredeyse herkesle selamlaşmasından başınız döner. Bypass’lıdır; yetişmek için arkasından soluk soluğa koşturursunuz. Yanınızdan hoş genç kızlar geçerken, “Oğlum, Eskişehir’in kızları alıngandır, biraz ilgi göster!” diye, küçük dirsekler atar, ağabeyliğini yapar! Bıraksam Eskişehir’i arşınlamayı sürdüreceğiz. Röportaj için bir yere oturmayı öneriyorum, kabul ediyor, ama nezaketen... Köken olarak Eskişehirli misiniz? Evet... İnsanlar doğar, bir miktar yaşar, sonra ölürler veya masal olurlar. Ben, Beytullah olarak 16 Mart 1927 günü annem Naime hanım, babam Ali Rıza efendinin yardımlarıyla Eskişehir’de doğdum. Masalım başladı. Çocukluğum; ilk, orta ve lise yıllarım çok tatlı, neşeli ve mutlu geçti. Askere gittik, evlendik, manifaturacı olduk, çocuklarımızı büyüttük ve karikatüre tosladık. İlk karikatürünüz ne zaman, nerede yayımlandı? 15 Ağustos 1951 tarihli Resimli Hikâyeler dergisinde yayımlandı. Çizime merakınız nasıl başlamıştı? 1942’de, ortaokul ikinci sınıfta, sınıf arkadaşım Turan Çubukçu tahtaya boylu boyunca bir desen çizdi. O ana kadar hiç resim çizmeyen bende bir şeyler kıpırdanmaya, titreşimler olmaya başladı. Aynısını defterime tekrar tekrar çiziyor bunun ne olduğunu merak ediyordum. Kitapçıdan karikatür dergileri aldım ve bunun karikatür olduğunu öğrenmiş oldum. Dergilerdeki karikatürleri ezberlercesine tetkik ettim, her sanatçının özelliklerini, desen hareketlerini beynime kazıdım. B O sıralarda izlediğiniz, sevdiğiniz karikatürcüler kimlerdi? Cemal Nadir, Ramiz Gökçe, Semih Balcıoğlu, Turhan Selçuk, Togo, Salih Erimez, Necmi Rıza Ayça, Ratip Tahir, Sururi o zaman beğendiklerimdi. İstanbul basını ile nasıl ilişki kurdunuz? Karikatürlerim Resimli Hikâyeler, Dolmuş, 41 Buçuk’ta çıkınca, cesaretle, çizdiğim karikatürleri alıp İstanbul’a, Akşam gazetesine gittim. Necmettin Sadak karikatürlerime bakınca çok beğendiğini söyledi ve karşı odada çalışan Fikret Adil Bey’e “Fikret, sana bir çocuk gönderiyorum, ilgilen!” diye seslendi. O da karikatürlerimi beğe Eskişehir’de yerel gazetelere çok çizdim. Telif alıp almamam önemli değil. Her zaman karikatürün manevi yanı benim için daha önemli oldu. Çeşitli ödüller aldım, geçen yıl da Karikatürcüler Derneği, mesleklerinde 50 yılı dolduranlara bir “anı plaketi” verdi. Diğer ustalarla birlikte bana da plaket vermeleri benim için unutulmaz bir gündü. Bunun onuru para ile ölçülmez. CEMAL SÜREYA İLE KARŞILAŞMA Hüsamettin Bozok’un “Yeditepe” dergisinde de çizgileriniz yayımlandı. Bu ilişki nasıl ve hangi yıl kuruldu? Sayın Bozok’la hiç tanışmadım. Yeditepe’deki karikatürlerimi Cemal Süreya yayımlıyordu. Elimdeki Yeditepe dergileri kayıp olduğu için tarihini yazık ki hatırlamıyorum. Cemal Süreya ile nasıl tanışmıştınız? Eskişehir’in manifatura çarşısında bir dükkânımız vardı. Biraz ileride Gelir Vergisi Dairesi vardı. Cemal’in beni nasıl bulduğunu hiç hatırlamıyorum. 50’li yılların ortaları olmalı. Bir ikindi vakti dükkâna geldi. Kendisini tanıttı. Vergi dairesinde hesap uzmanı olduğunu söyledi. Sakin görünüşlü, efendi bir kişiliği vardı. Akşam beş’te işten Beytullah Heper ve eşi Suna Heper... nince telefonu açıp “Mıstık, sana bir arkadaş gönderiyorum, ilgilenmeni isterim” dedi. İşte, Mıstık’la (Mustafa Eremektar) benim Eskişehir masalım başlamış oldu. Çok ilgilendi ve Hafta, 20. Asır, daha sonra da Tef’te karikatürlerim çıkmaya başladı. Kısa bir zaman sonra Tef kadrosuna da ismim yazılmış oldu. İstanbul’a yerleşip yaşamınızı karikatür çizerek sürdürmeyi çok istemiş olduğunuzu biliyorum... Mıstık, bana, “Kardeşim, böyle Eskişehir’den posta ile karikatür göndermekle bir 6970 döneminden Eskişehir’de bir “tekaüt” maçı. (Üstte, soldan) adım ileriye gidemezsin; babanın parası ile Turgay Şeren, Aydın Begiter, Abdullah Gegiç, Kemal Gücenmez, bu iş yürümez, İstanbul’a gelip köprüaltın Beytullah Heper, Şükrü Gülesin. (Oturanlar, soldan) Poz Kadri, da yatıp pişecek, daha yenisini çizeceksin” Abdullah Matay, Coşkun Özarı, Cihat Arman, (?). dedi. Eskişehir’e dönüp olayı babama anlattım. O da, “Oğlum, dinle... Durumumuz iyi, işlerimiz iyi, çıkar dükkâna gelirdi. Dereden tepeden, spordan, işlerevin barkın var, yanisi ‘tavada varken havada arama!” de den konuşurduk. Dükkânı kapattıktan sonra da arkadayip beni köprüaltında yatmaktan kurtardı! Şimdi karika şım Ahmet Anteri’yi de alarak yemeğe giderdik. Orada hep tür çiziyorum ama bir adım geriden. İstanbul’da olmak, bir o konuşur, biz dinlerdik. Kendisinden hiç şiir okumazdı. yerlere bağlanmak çok arzu ettiğim bir olaydı; ama, biraz Hep Attilâ İlhan’dan ve İlhan Berk’ten şiirler okurdu. Koda işitme özürlü olmam kişilerle konuşmama, sanatçılarla nuşmalarımız arasında maliyede çalışan Söğütlü bir kızdan bahsederdi. Kızı, ben de maliyeye gidip geldiğim için tatanışmama, onların arasına karışmama engel oluyordu. Eskişehir’de kaldınız, yerel basında etkili bir karika nıyordum. Beyaz tenli, uzun boyunlu güzel bir hanımdı. türcü oldunuz. Hâlâ günlük karikatür çiziyorsunuz. Ka Onu, konuşmalarında ‘güvercin’ tema’sı ile anlatırdı. Sevrikatürlerinizden galiba ‘telif’ almıyorsunuz ama, olum di, evlendi ve Üvercinka’yı yazdı, kitaplaştırdı. Şiirli gecelerimiz kendisinin Ankara’ya tayini ile son buldu. lu ya da olumsuz ‘tepki’ alıyor musunuz? 22 Temmuz 1954 / 20. Asır Dergisi Oysa hepsi çıplak doğmuştu Aylin Kotil ocuklarımız... Hepsi çıplak geldi aslında dünyaya, sonra ya biz giydirdik onları, ya hayat, ya da hiç tanımadıkları... Kiminin annesibabası vardı. Onlarla birlikte büyüdü. Kimi üç kişilik aileler kimi kalabalık kardeşlerle. Kiminin anası olamadı, kiminin babası. Bazen ikisinin olmadığı durumlar da oldu. Kimine okusun diye her türlü imkân tanındı, okuyamadı. Kimi ise okumak istedi ama imkânı olmadı. Kimi için çiçeklerağaçlar lüks! Kimisi de onların içinde doğdu. Ama her ikisi de elinde olanın kıymetini bilemedi. Bunun yerine sahip olamadıklarına imrendi. Kimine oyuncak verilir oynasın diye. Kiminin eline taş ve sopa tutuşturuldu, atıp fırlatsın diye. Küçük yaşlarında hepsinin mutlu, hepsinin imkânları aynı olması gerekirken, daha büyümeden anladılar birbirleri arasındaki farkı. Ç Oysa hepsi çıplak gelmişti dünyaya. İki kollu, iki bacaklı. Birlikte büyüyüp birlikte oynamalı, birlikte ağlayıp birlikte gülmeliydiler. Ama bunun aksine birinin ağladığına öbürü güler oldu. Hepsi sevgiye inanmalıydı. Hepsinin ümidi olmalıydı. Hepsi aynı toprakların üstünde aynı geleceği paylaşmalıydı. Hiçbiri terk edilmiş hissetmemeliydi kendini. Hüzün olmamalıydı hiçbirinin gözünde. Hepsi yeterince sevgi görmeliydi, inanmamalıydı. Onlar susup beklemeliydi, büyükleri kavga ederken. Belki utanıp dururlar diye. Hepsi çocuktu, bizim çocuklarımız. Üstelik hepsi, çıplak doğmuştu, iki kollu, iki bacaklı. Bunu fark eden bir kişi çıktı. Sizin olsun dedi bugün, sadece sizin. El ele tutuşsunlar diye. Dil, din, ırk, mezhep farkı olmaz dedi çocukların arasında, olmamalı. O yüzden ayırmadı hiçbirini, hepsinin bayramı oldu. Davul da hepsi için çaldı, zurna da. Halay birlikte çekildi. Peki, ya O’ndan sonra? Hangi başka büyük karıştırdı ortalığı? Ve unuttu onların çocuk olduğunu? Yoksa onların geldiği yerde giyinik doğan çocuklar mı vardı? Ya da tek kollu, tek bacaklı? aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK