Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 9 21/12/06 16:10 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 24 ARALIK 2006 / SAYI 1083 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Kadın öyküleri Ataol Behramoğlu Tolstoy mezarda, parayı ne yapacak? Onlar kitap çalmıyor, “çıkarıyor”. Başta TÜYAP, bütün kitap fuarlarındalar. Önce bir araştırma yapıyor, beğendikleri, okumak istedikleri kitapları seçiyorlar. Sonra her biri bir kitabın peşine düşüyor. Sonra kitaplar elden ele dolaştırılıp okunuyor. Bazen yakalanıyorlar da… Kendilerine bir de savunma hazırlamışlar, Tolstoy’u para vererek okumayı reddediyor, üstelik bedava dağıtılmasını öneriyorlar... B u hafta iki kitaptan söz edeceğim. İlki İtalyan yazar Elena Ferrante’nin: “Sen Gittin Gideli”. (Literatür Yayınları, Türkçesi Meryem Mine Çilingiroğlu). Türkçeye doğrudan çevirisi “Terk Ediliş Günleri” olsa gerek. Fakat uyarlama da, azıcık “alaturka” koksa da, aslından uzak değil. Romanın kahramanı, kocası tarafından terk edilen Olga. Başkaca da bir kahraman yok denebilir. Ötekiler, tek eden koca Mario, bir yerden sonra Olga’nın hayatına giren müzisyen, ikincil karakterler. Mario ve Olga’nın, biri kız biri erkek çocukları için de yaklaşık olarak aynı şey söylenebilir. Yaklaşık olarak diyorum, çünkü parçalanan evliliğin yıkıntıları altında kalan iki küçük çocuk, yine de derinliğine işlenmiş iki karakter özelliği taşıyor. Roman, “terk ediliş günleri”nde Olga’nın geçirdiği ruhsal ve bedensel serüvenin bir öyküsü. Arka kapakta şöyle deniyor: “Olga’nın tüm dünyası kocasının tek taraflı ayrılık kararıyla yıkılır. Hikâyelerini okuduğu ya da çevresinde gördüğü zavallı, bedbaht kadınlardan biri olmayacağına kesinlikle inansa da, artık terk edilmiş, yıkılmış, istenmeyen bir kadındır.” Ferrante’nin romanını bir solukta okuduğumu söyleyebilirim. “Hümanizm” günümüz edebiyatının gündeminde değilmiş gibi görünse de, insan olmaya devam ettiğimize göre, bir insanın yaşamının parçalanışına ve bu parçaları toplayarak kişiliğini ve yaşamını yeniden kurma çabasına nasıl kayıtsız kalınabilir? Ferrante bu süreçleri, belki bir ara fazlaca abartılı görünse de, etkileyici bir olay örgüsü ve ruhsal çözümlemelerle anlatmayı başarıyor. Yazı ve fotoğraflar: Kerem Budak aranlık çağlarda yapılan toplantıların birinde, Prometheus artık iyi yiyecekleri tanrılara vermek istemez ve bir hileye başvurur. İyi yiyecekleri kötü, kötü yiyecekleri de iyi bir şekilde süsleyerek Zeus’un seçimine sunar. Zeus, güzel görünen kötüyü seçer. Aldatıldığını anlayınca da, ölümlüleri ateşten yoksun bırakarak cezalandırır. Ancak Prometheus için bilgi tanrıların tekelinde değil, insanların elinde değerlidir ve ateşi çalar. Böyle başlar insanlığın bilgiyi elde etme mücadelesi, aynı zamanda da tanrılar tarafından cezalandırılma kaderi. Bunlar savunma sözleri... TÜYAP Kitap Fuarı’ndan kitap “çalan” öğrencilerden birine, H. A.’ya ait… “Kitap çalmanın doğru olup olmadığı açıkçası beni pek ilgilendirmiyor” diye ekliyor: “Cebimdeki para daha önemli. Ne yapalım, bizi böyle düşünmeye onlar itti. Orhan Pamuk’un kitaplarının fiyatı Nobel’i aldıktan sonra neredeyse iki katına çıktı. Nobel almış bir yazarın tüm kitaplarını okumak isterim, ama param kaçına yeter ki...” Eli yavaşça cebine gidiyor ve cebindeki tüm parasını, 20 YTL’yi gösteriyor. “İşte tüm param bu, şimdi sen hesapla bununla kaç Orhan Pamuk kitabı alınır?” diye soruyor, “Yapacak bir şey yok, gönül koyduğumuz kitabı yürütmeye mecburuz”. H. A.’nın lügatinde çalmak yok, o yaptığı işi “kitap çıkarma” olarak tanımlıyor. R. Ç. için “kitap çıkarma” nedeni biraz daha farklı. O, dünyayı aydınlatan yazarların kitaplarının birilerini zengin etmesinden rahatsız. “Her şey parayla bitmiyor. Her şeyi maddiyata da bağlamamak lazım. Mesela cebimde 1000 YTL harçlığım olsa da, Tolstoy ve Dostoyevski’nin kitaplarına para vermem, ama okumak için her şeyi yaparım” diyor; “Bu kitapların insanlara artık bedava dağıtılması gerek. Eminim Tolstoy da, Dostoyevski de böyle düşünürdü. Tolstoy mezarda parayı ne yapacak!” K TÜYAP ya da bir başka kitap fuarı... Onlar için mekân ve zaman fark etmiyor. Peki, çıkarılacak kitaplar nasıl belirleniyor? Elbette gerekli incelemeler, araştırmalar yapılarak! “Fuar boyunca orada olduğumuz için bütün kitapları inceleme fırsatı buluyoruz” diyor H. A., “Aramızda anlaşıyoruz, herkes farklı bir kitap alıyor, sonra da kitapları değiştirerek okuyoruz. Böylelikle hem yayınevine hem de yazara en az zararı veriyoruz”. R. G., aralarındaki en tecrübeli “kitap çıkarıcı”. Ona göre de bu iş, hırsızlık değil, “Almak istediğimiz kitabı alıp dönüyoruz. Bu işi tek yapıyoruz, takım halinde gitsek hırsızlık olur. İstediğimiz sadece bir kitap. Kimi zaman yayınevlerinin sahipleri görüyorlar bizi, ama bir şey demiyorlar” diyor. Peki, neden? Yanıtı yine R. G. veriyor: “Niye bir şey desinler ki, yayınevlerinin reklamını yapmış oluyoruz, çünkü çıkardığımız her kitabı arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Böylelikle o yayınevi biliniyor, tanınıyor.” KURT VE AYI MESELESİ... Kitap “çıkarırken” yakalananlar da yok değil. R. G. “Kitapları başka yerlerde satmak için çalanlar yakalandılar, ama biz kitapları satmak için değil, bilgi için çalıyoruz. Belki de bu yüzden yayınevleri bize hoşgörü gösteriyorlar" diyor. R.Ç. bunu köylülerin ayıyı kurttan çok sevme nedenlerine benzetiyor. "Kurt ve ayı meselesi nedir bilir misiniz?" diye soruyor ve yine kendisi yanıtlıyor: "Bizim oralarda ayıyı kurda göre daha çok severler. Çünkü kurt sürüye daldığında yiyemeyeceği kadar hayvan öldürür, ama içinden sadece birini yer. Ayı ise birini öldürür ve onu yer. Bu yüzdendir ki kurdu gördüğü yerde öldüren köylüler, ayıya dokunmazlar. Bizim mesele de böyle bir şey. Evlere kütüphane kurmak yerine, Amerika’da olduğu gibi çok sayıda büyük kütüphaneler açmak daha yararlı. Orada insanlara bilgiyi dağıtıyorlar, satmıyorlar. Türkiye’nin yüzde 6070’inin dünyadan haberi yok! Okuma Her şey yolunda gidiyormuş gibi görünürken apansız parçalanışın sorumlusu kim? Mario mu? Olga’nın kendisi mi? Yoksa asıl sorumlu evlilik kurumu mu? Yazar, bana kalırsa, bu soruların yanıtlarıyla pek fazla ilgili değil. Onu asıl ilgilendiren, parçalanış sonrasındaki değişim süreçleri... Ve tam bu noktada da roman, bir kadının öyküsü olmanın sınırlarını da zorlayarak, insanlığımızın öyküsüne dönüşüyor… İnsan yaşamıyla ilgili hiçbir şeyin değişmeksizin kalamayacağı… Yaşamın ruhunun, biz istesek de istemesek de, bu değişim süreçleri olduğu… İtalyan yazarın başarısı, bu süreçlerin ayrıntılarını, esas olarak Olga’nın, belli ölçülerde de terk eden kocanın ve anne ile kalan çocukların kişiliklerinde, en ince, en insanca ve en acıtıcı ayrıntılarıyla, gerçekçilikten kopmaksızın anlatabilmesinde… Kitabın bir solukta okunuşunda, çevirmenin başarısının da hakkını vermemiz gerekiyor… Sözünü etmek istediğim ikinci kitap, sevgili arkadaşım Deniz Kavukçuoğlu’nun, “Canım Acıyor Baba” başlığı altında topladığı öyküleri. Sözcüğün tam anlamıyla on parmağında on marifet sahibi Kavukçuoğlu, öykü alanında da başarılı bir yapıtla çıkıyor okur karşısına. Kimi kez erotizmin sınırlarını zorlayan (“Arka Bahçe”), kimi öykülerde “bağımsız kadın” ya da “aldatma” konularını irdeleyen (“Mor Kâbus”, “Ayrılık” vb.), her şeye karşın toplumumuzda bir yasak ve tabu olan seksi irdeleyen (“Yalan”, “Topal İsmail” vb.), ensest olgusunu açık ya da üstü örtülü işleyen (kitaba adını veren öykü ve “Hep Geride Kalmak”), ergenlik fantezilerini öyküleştiren (“Mefharet Abla”, “Hayalet”) Deniz Kavukçuoğlu, şiir tadındaki “Veda” adlı öyküsünde, Schiller ya da Chopin’in “koşulsuz sevgi”sini, romantik, platonik aşkı yüceltmekten de geri kalmıyor… Kadın öyküleri, evet. Fakat yine de bir bütün olarak baktığımızda, bütün gerçek yazarlarda olduğu gibi, her iki yapıtta da insanlığımızın öyküleriyle karşılaşıyoruz. ataolb@cumhuriyet.com.tr oranı en yüksek kesim olan biz üniversite öğrencilerini de kitap fiyatlarıyla soğutmaya çalışıyorlar.” Yaptıklarını hırsızlık olarak tanımlamamakta hâlâ ısrarcılar. Onlar için, bu bilgiye ulaşmanın haklı yolu. Kendilerine küçük bir dünya kurduklarını söylüyorlar. Gerçekten var mı böyle bir dünya? R. Ç. içimizden geçenleri okumuş gibi konuşuyor: “Bu, toplum tarafından yanlış kabul edilen olguların bazen doğru olabileceği tezi üzerine kurulmuş bir dünya. Doğru olduğuna inandığımız şeyi yapıyoruz. Zaten elimizde de fazla bir seçenek yok. İster hırsızlık deyin, ister ödünç alma. Gerçekler bazen de yaşanarak öğrenilir. Bizim yaptığımız da bu...” Hedef küçük olunca... Aylin Kotil S adece son bir haftada yazılı basında çıkan haberlere alt alta bir bakalım: Yeşilköy havalimanında deve kesildi. Konya’da iki tesettürlü doktor, testisleri şişen gencin ultrasonunu çekmedi. Başbakan “İki koyun gütmemişler seçim istiyorlar” dedi. Tevrat’ın reklamı yapılıyor diye operaya tehdit yağdı. İnanın daha vardı, yazmak istemedim, yazamadım. Ayrıca bu olaylarla ilgili sonradan yapılan açıklamalar çok daha feciydi. Çok değil, on yıl önce bunların olacağı bize söylense güler geçerdik. Amaç belli; şeriatla yönetilmese bile İslami ahlaka uygun devlet yönetiminin normal hale getirilmesi. Amaca da ulaşmışlar aslında. Sadece kabullenilmek istenmeyen durumlarda olduğu gibi; görmüyor, iteliyor ve erteliyoruz kabullenmeyi. Çünkü hâlâ içimizde bir yerlerde bunun böyle olmadığını kabullenmeye can atan bir yanımız var. Peki bu duruma gelmemizin sorumluları kim? Ne yazık ki sol partiler. Birileri kendini anlatamazsa bir başka anlatan mutlaka çıkar. Birileri önüne büyük hedefler koymazsa başkaları o hedefe emin adımlarla ilerler. Birileri bir şey olmaz mantığıyla hareket edince de son çırpınışların yararı olmaz. Aslında ben, şu andaki sol partilerin gerçekten Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmaması için dövünmelerini de samimiyetsiz buluyorum. Hatta bizler bu kadar sesimizi çıkarmasak belki de durumun farkında bile değiller. Kendi aralarında gülüp oynarken uzaklardan bir yerlerden sesimiz nasıl olduysa onlara ulaşmıştır ve böylece silkinip arada çıkıp birtakım söylemler yapma gereği duymuş olma ihtimalleri çok yüksek. Samimi değiller, çünkü sorulmaz mı hiç onlara bu duruma bir gecede mi geldik diye? Arada geçen zamanda ne yapıyordunuz diye sorulmaz mı? Yumurta kapıya dayanınca mı aklınız başınıza geldi, yoksa sivil toplum örgütleri ve halk artık kulağınızı tıkasanız da duyulacak kadar bağırdığı için mi kayıtsız kalmayalım dediniz? Bence hedefleri de bizim onlardan beklediğimiz oranın çok altında. En büyük hedefleri tekrar Türkiye’nin 2. en büyük partisi olmak, ama asla birinci değil. Hiç olmadı ki böyle idealleri bugün olsun. Bir şeyler yapıyor gibi gözükmenin sebebi de üçüncü parti konumuna düşmemek. Son bir çırpınalım da oylarımızı koruyalım telaşındalar. Zaten onlardan beklentileri olan onca insanın da umudu olmaktan çoktan uzaklaştılar. Ancak o insanların ülke sevgisi o kadar fazla ki, en ufak bir ışık görseler, sırf AKP’ye kalmasın meydan diye, onlara oy vermeye hazırlar. Hepimiz biliyoruz aslında 7 ile 70’teki durumu. Değişen bir şey yok. Bütün bunlara rağmen kerhen oy vermeye de hazırız, onlar kerhen oy almaya utanmadıkları halde. Ancak tünelin ucu karanlık. Allah’tan gene sol kesimin mecburiyetten seçtiği bir Cumhurbaşkanı var, geliş şekli herkesin içine sinmese de bir kesimin artık umudu olan. Belki son bir kez olsun ölü toprağını üzerlerinden atarlar da hiç olmazsa dediklerine kulak verirler. Değişime ihtiyacımız var, bunu kerhen de olsa algılayabilirlerse!.. aylin@kotilsarigul.com