10 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 9 CMYK 8 EKİM 2006 / SAYI 1072 Orada bir okul var, Kapadokya’da... Nilüfer Zengin K apadokya Meslek Yüksekokulu, Türkiye’deki ilk yerel vakıf yüksek meslek okulu. Bölgenin sürdürülebilir kaynaklarını canlandırmaya yönelik bir eğitimin verildiği okulda Bağcılık, Şarap Üretim Teknolojisi, At Antrenörlüğü, Nalbantlık, Sivil Havacılık, Bilgisayar Programcılığı bölümleri mevcut. Okul, öğrencilerin yüzde 75’ine burs vermeye çalışıyor, ancak bunun için desteğe ihtiyaçları var. Projenin başında bulunan yazar Alev Alatlı, “Anadolu çocukları”nın bedenlerini, kendilerini, ruhlarını keşfetmeleri için çabaladıklarını söylüyor. Okulun göçü önlemeye yönelik eğitim politikasını “Şıklıkta değil, akademik performansta iddialıyız” diye özetleyen Alatlı’yla okulun kuruluş aşaması ve Türkiye’de eğitimin durumu üzerine konuştuk. Bu okulu hiç duymamışız biz... Oysa bir yılı aşkın süredir faaliyette... Her şey nasıl oldu, biraz anlatır mısınız? 2001’de masa başı çalışması yaptık. Önce yurtdışında ne yapıldığına, sonra da bizim hali pür melalimize baktık. Toplumun yüzde 56’sı 20 yaşının altında, yani ülkenin gayri safi milli hasılası, uzun bir süre toplumun yüzde 56’sını adam etmek için sarf ediliyor. Bu, çok kıymetli bir oran. Veliler, önlerinde hiçbir hedef olmadan, kurslara, dershanelere, lisan dershanelerine büyük paralar harcıyorlar. Kimse ne yaptığını bilmiyor. Mesela, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri arasında, eğitime yüzde olarak en büyük parayı Türkler harcıyor. Bu inanılmaz bir bulgu. Türkiye’deki küçük memur rüşvetinin büyük bir nedeni de bu. İstanbul’da bir araştırma yaptık, gündelikçi hanımların yüzde 95’i çocuk okutmak için çalışıyor. Çünkü kadınlar İstanbul’da daha rahat iş buluyorlar. Kimse bir şey demesin, Türkler çocuklarını okutmak için en büyük gayreti gösteren milletlerden biri. “Çocukları okutmuyorlar” bir yanıyla hurafe mi? Biraz arabesk, ağlak bir ifade... Tabii okutmayanlar da vardır. “Çocuklar okutulmuyor” çok Batı tipi ve aslı olmayan bir değerlendirme. Öte yandan, o kadar çok “hantal devlet” eleş tirisi yapıldı ki, DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) buna bağlı olarak YÖK, eğitim planlaması meselesinde korkak davranmaya başladı. Burada da bence işleri birbirine karıştırdık. Eğitim özerkliği hangi dersin hangi içerikte öğretilmesini kaplar, “istediğim yerde, istediğim okulu açacağım” anlamına gelmez. Eğer biz bir ulussak, bu ulusun ihtiyaçlarına göre küçücük paralarımızı bir biçimde planlamamız gerek. Parası olan ve özel okul açmak isteyen birinin iyi belirlenmiş bir eğitim stratejisine göre yönlendirilmesi gerek. Kapadokya Meslek Yüksekokulu’ndan görüntü... Paraları boşa akıtmayalım diyorsunuz... Özel üniversiteler çıtayı yükseltiyorlar, ama örneğin “uluslararası ilişkiler” bölümünü düşünelim, bir düzineden fazla uluslararası ilişkiler fakültesi açıldı. Bu fakültelerden her yıl 400500 öğrenci çıkıyor, ama işe girebilecekleri bir Dışişleri Bakanlığı, bir de ASAM var. Nerede iş bulacak bu çocuklar? Oysa Amerika’da bu iş için adam yetiştiren köklü okul sayısı birikiyi aşmaz. Kapadokya Meslek Yüksekokulu’ndan amaç, gençleri yörelerindeki iş olanaklarına uygun olarak yetiştirerek göçü önlemek ve kalkınmaya katkıda bulunmak mı? Fotoğraf: Vedat Arık Dava bu. Bunun bütün Türkiye için yapılması gerekir. Ben aynı zamanda planlamacı da olduğum için önce bölgenin bir kalkınma planı olup olmadığına “Hiç kimse, evine ekmek götüremeyen, götüremediği baktım. Bölgenin gayet iyi düzenlenmiş Büyük Kaiçin aşağılanan, çaresiz bir genç erkek kadar öfkeli padokya Kalkınma Planı var. Sürdürülebilir kalkınma dinamikleri ise turizm, bağ bahçebahçecilik olamaz” diyor Alev Alatlı. Bu iç acıtan öfkeyi ve şarap teknolojileri. Bu dinamikler, işgücü olmadindirmek için başladı her şey. Kapadokya’da adeta dığı için işlemiyor. İşgücü oluşturabilmek için de aşağıdan yukarı bir sistem kurmak ve ukalalık et “imece” yoluyla bir meslek yüksekokulu açıldı. memek gerekiyor. Tam bu duruma uygun bir fıkra Selçuklulardan kalma yüzlerce yıllık medreseler ve anlatayım: Bir adam bir berber dükkânı açmış, “dünyanın en iyi berberi” demiş, diğeri açmış, “An Osmanlı konakları fakülte haline getirildi. Şimdi tek kara’nın en iyi berberi” demiş, üçüncüsü ise “bu yapılması gereken, bu çabayı desteklemek... sokağın en iyi berberi” yazmış tabelasına. Bence bu sokağın en iyi berberi olmak gerekiyor. Şarapçılık ve seramik de bölge için en önemli kaynaklar geler ihtiyaçlarına uygun ara insan gücüne kavuşmalı diyorsunuz... dan ikisi, değil mi? Elbette. Liberalizmle birlikte kudurduk. Sarkacı öyle bir atÖyle tabii. Bu yıl bağcılıkşarapçılık, organik tarımcılık, at işletmeciliği, seramik ve halıcılık bölümleri açtık. Avanos top tık ki o tarafa ifrat tefrit hikâyesi oldu tamamen. Özgürlük, tarağı bu bakımdan çok zenginmiş, ama ne yazık ki seramik böl mam, ama kendi kararlarımızın bizi nereye götürdüğünü de hegede yozlaşmış, İznik’e öykünmüş. Suni boyalarla bir şeyler saplamak zorundayız. Sonra güzelim kızlar oğlanlar, olmadık yapılmış, ikiüç kişi hariç kimse bir şey satamıyor. Burada top bir yerde çiçek koyup, “hoş geldiniz” diyorlar, sözde halkla ilişrak, porselen yapılabilir bir toprak haline dönüştürülebilirmiş, kilerci oluyorlar... Çocuklar renk bilmiyor, koku bilmiyor. Hocalarına “Bu çocukların, gözleri kapalı, kekiği naneden ayırbunu öğrendik. Mühendislik, uluslararası ilişkiler, işletme, iktisat, halk masını sağlayın” diyorum. Duyuları harekete geçiren bir ulus la ilişkiler... Bu bölümler artık fetiş olmaktan çıkmalı, böl değiliz. Önce kendimizin farkına varmamız gerekiyor. SOFRA BEYZİ BEYZA Aylin Öney Tan umurta ramazan sofrasının vazgeçilmezlerinden. Eskiden Osmanlı dönemi iftarlarında iftariyelik ve çorbayı takiben ana yemeklere geçmeden önce sofraya sade, kıymalı, pastırmalı ya da ıspanaklı yumurta gelirmiş. “Beyz masus” yani “Yumurta Kavurma” sevilerek yenirmiş. Ramazan klasiği soğanlı ya da hurmalı yumurta ise neredeyse unutuluyor. Sarayda soğanlı yumurta yapma geleneği, ilk olarak Topkapı Müzesi emekli uzmanı Zarif Orgun tarafından 1981’de “Türk Mutfağı Sempozyumu”nda sunuldu. Ertesi yıl yayımlanan yazısında Orgun, padişaha yemek hazırlayıp kilercibaşı seçilen iki Enderun efendisi tanıdığını söylüyor. Orgun’a göre Abdülmecit döneminden itibaren, her ramazanın 15’inde, Dolmabahçe’den Topkapı Sarayı’na Hırkai Saadet ziyareti yapılırdı. Enderun efendileri gizli gizli, birbirleriyle yarışırcasına iftar yemeklerini hazırlar, yemek sahanlarını örten kumaşlara isimlerini iliştirirlerdi. Enderun Hazineli kullarından Y Ahmed, Seferli kullarından Mustafa gibi kâğıtlar taşıyan yemekler beğeniye sunulurdu. Padişah, iftar sofrasında kendisine sunulan yemeklerden soğanlı yumurtayı beğenirse, bunu pişiren Enderun Efendisi’ni kendisine Kilercibaşı tayin ederdi. Sarayın erzak alımından sorumlu bu görev herkesin can attığı bir mevkiydi. Sebebini anlamak içinse sarayın sadece yumurta sarfına bakmak yeterli. Sarayın yumurta tüketimi elbette sahanda yumurta ile sınırlı değildi. Yemeklerde kullanmak için olduğu kadar, tatlıların yapıldığı “Helvahane” için de yumurta vazgeçilmezdi. Tarihçi Arif Bilgin 14531650 yılları arasını kapsayan “Osmanlı Saray Mutfağı” adlı kitabında 15731574 yılları arasında 176.748 adet, 16421643 yıllarında ise 234.909 adet “beyza”, yani yumurta alındığını yazıyor. Sarayda mali yıl Nevruz’da başlayıp ertesi yılın Nevruz’una kadar sürdüğüne göre, bu rakamlar bir yıllık tüketimi gösteriyor. Saraya alınan yumurta miktarına bakarak Sultan I. İbrahim’in, Sarı Selim lakabıyla bilinen II. Selim’den daha çok yumurta sevdiği söylenebilir mi bilinmez, ama giderek artan saray nüfusuna yumurta yetiştirmek başlı başına bir işmiş. Bu hesaba göre günde 500600 adedi bulan yumurta ihtiyacını tedarik etmek ile ilgili görevliler bulunurmuş. Arif Bilgin kitabında yumurta alımının bazen soğan ve yumurta alan “piyazî” yani “soğancı”, bazen de tavuk ve yumurta alan “tavukçu” tarafından yapıldığını söylüyor. Defter kayıtlarına göre yumurta alımı İstanbul’a yakın olan Yalakâbâd (Yalova), Mihaliç (Karacabey), Kirmastı (Mustafakemalpaşa) ve Manyas gibi kazalardan yapılırmış. Sadece 1576 Ekimi’nde, yani tam 430 yıl önce bu son üç kazadan toplam 40.000 yumurta alınmış. Tavukçulardan Halil ve Ahmed görevlendirilirken kadılara da ayrı bir hüküm gönderilip, tavukçulara güvenmemeleri ve bizzat alımla ilgilenmeleri istenmiş. Bugün ramazanın 15. günü. Bugün için geleneksel yumurta tarifimiz biraz farklı. Deneyin seveceksiniz. [email protected] Kadın doktorumuz Amerika’da Boston şehrinde Tafs Tıp Fakültesi’nde tahsil etmekte olan Fatma Reşid Hanım ahiren (daha sonra) bu darülfünunu (üniversiteyi) tamamlamış ve diploma alarak memleketimize gelmiştir. Fatma Reşid Hanım, Amerika ayânından Mister Krein hesabına tahsil etmekte idi. Altı sene Tafs Tıp Fakültesi’nde okuduktan sonra bir sene müddetle Metropolitan Hastanesi’nde staj görmüş, ayrıca üç ay da Long Apland Tıbbiye Hastanesi’nde üç ay veladiye (doğum) için çalışmıştır. Daha sonra Fransa’ya geçmiş ve Fransız hastanelerinde bir müddet tetkikatta bulunduktan sonra vatana avdet etmiştir (dönmüştür). Türkiye, Fatma Reşid Hanım’la kıymetli bir kadın doktor daha kazanmaktadır. Fatma Reşid Hanım’la birlikte Amerika’da tahsil etmekte bulunan Azime Reşid Hanım da Dr. Fatma Reşid Hanım. memleketimize avdet etmiştir. Azime Reşid Hanım Bezmi Âlem Kız Lisesi’nde ve Arnavutköyü Amerikan Kızlar Koleji’nde okuduktan sonra Amerika’ya gitmiş ve New York Muaveneti İctimaiye Mektebi Âlisi’ne (Sosyal Yardım Yüksekokulu) dahil olmuş ve burada üç sene tahsil ederek mektebi muvaffakiyetle tamamlamıştır. Bu iki genç azimkâr kardeşin anavatanlarında kendileri için müsmir (verimli) bir mesai sahası bulacakları şüphesizdir. 4 Ekim 1926 Pazartesi Pastırmalı Pırasalı Yumurta Bu tarifte geleneksel lezzetleri farklı bir şekilde buluşturmaya çalıştım. Pırasanın soğana benzer tadı baharatlarla dolma içi gibi bir rayiha kazanıyor, pastırma ise pırasanın tatlılığını dengeliyor. Dilerseniz tadı hafifletmek için biraz da dereotu katabilirsiniz. 1/2 kg. pırasa 1/2 çay bardağı zeytinyağı 1.5 tatlı kaşığı şeker 1 tatlı kaşığı tuz 1 çorba kaşığı sirke 1 tatlı kaşığı yenibahar 1 çay kaşığı tarçın 1/2 çay kaşığı karabiber 150 gr. pastırma 1 çorba kaşığı tereyağı 8 yumurta Pırasaları boylamasına dörde böldükten sonra parmak kalınlığında doğrayın. Geniş bir tencerede zeytinyağı, tuz, şeker ve sirke ile karıştırın ve kapağını kapatarak ateşe oturtun. Bir süre sonra pırasalar suyunu salmaya ve yumuşamaya başlayacaktır. Pırasalar 1520 dakika kadar bu şekilde piştikten sonra tencerenin kapağını açın ve baharatları ekleyin, hiç suyu kalmayana ve hafif kavrulana kadar ara sıra karıştırarak pişirmeye devam edin. Pastırmayı geniş bir tavada tereyağı ile çevirin. Kavrulmuş pırasayı ekleyin, karıştırın ve kaşıkla göz göz yerler açarak yumurtaları kırın. Yumurta sayısını dilediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Aklar pişince sarıları katılaşmadan hemen servis yapın. İlk medeni nikâh Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra her yerde nikâh memurları evlenme müracaatlarını kayda başladılar. Fakat bütün Türkiye’de ilk nikâh Bursa’da akdedilmiştir. Bursa’nın Namazgâh Mahallesi’nde Hacı Hüseyin Efendi’nin kerimesi (kızı) Ayşe Hanım ile evlenmeleri aralarında kararlaştırılmış olan Elaziz Fırkası emir zabitliğinde (subaylığında) müstahdem Hayreddin Bey'in mezuniyet müddetinin uzatılmasının mümkün olamayacağı telgrafla fırka kumandanlığından alınan cevaptan anlaşılmış ve bunun üzerine dördüncü sınıf hâkimlerden Nazmi Bey, Medeni Kanun’un maddei mahsusasına tevfikan (uygun olarak) 15 gün ilan müddetini üç güne tenzil ederek (indirerek) keyfiyeti nikâh memurluğuna bildirmiş ve bu suretle ilk medeni nikâh kıyılmıştır. 10 Ekim 1926 Pazar
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle