Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 6 CMYK 6 8 EKİM 2006 / SAYI 1072 İçerden ve dışardan Ortadoğu DIŞARDAN Jean Pierre Krief, “Saddam Hüseyin: Dava” filmini bitirdiğinde, mahkemenin yapılmasına gerek olmadığını, senaryonun baştan yazıldığını anlamış. Bu, onun için yeni bir bilgi değil. “Dünyada o kadar çok klişe var ki, farklı ve dürüst bir iş yapmak bu yüzden çok önemli” diyor. Belgesellerin artık daha çok ilgi gördüğünü, insanların gerçekleri anlamak için belgesele sığındığını düşünüyor musunuz? gerçekleri bulmaya, mahkemedeki önemli kişilere ulaşmaya gayret ettim. Bunlar; mahkemenin yargıçları, mağdurlar, mağdurların avukatları ve Saddam’ın avukatlarıydı. Ayrıca uzman görüşlerine, Iraklı yargıçları İngiltere ve ABD’de eğiten görevlilere de ulaştım. Tüm bunları yaparken dava hazırlığının büyük kısmının karanlıkta kaldığını gördüm. Örneğin CIA’da Politik ve Psikolojik Departman başkanı bir psikiyatrın 1991’deki savaştan bu yana tek görevi Saddam’ın psikolojisini incelemekti. Bu ajan, daha sonra araştırmasını Irak mahkemesine de sundu. Bu, sadece bir örnek... Sonuç... Filmi bitirdiğimde, mahkeme henüz başlamamıştı ve anladım ki, mahkemenin yapılmasına gerek yok, senaryo baştan yazılmış... Biri Filistinli, diğeri Fransız iki yönetmen. Muhammed Bakri “içerden” Cenin Kampı’nda olanları, Jean Pierre Krief “dışardan” Irak mahkemesini anlattı. Onlar için bu belgeselleri çekmek zorunluluktu. İkisi de “dürüstlük”e sığındı. Bakri, yaşadıklarını, “Bu benim kalbim” diyerek filme döktü, Krief gerçeğin peşine düştü. Bir ortaklık daha: Bakri’nin filmi İsrail’de, Krief’inki ise ABD’de henüz hiç gösterilmedi... Özlem Altunok İÇERDEN Muhammed Bakri, Filistinli bir İsrail vatandaşı, oyuncu. 1001 Belgesel Film Festivali’nin açılış filmi “Cenin Cenin”i, 2002’deki saldırının hemen ardından, Cenin Kampı’na girerek çekmiş. Onu yönetmen koltuğuna oturtansa çaresizlik. “Bunu ben anlatmazsam, kimse anlatmayacak” hissiyle tiyatro kostümlerini bir kenara atmış. “Bu film, benim kalbim ve dürüst” diyor, ama bir yandan da filmle İsraillilere “ulaşamadığı” için kendini başarısız buluyor. Açılış gecesi AKM’de filmi izleyenler bir nebze de olsa, Bakri’nin üzüntüsüne ortak oldu... Açılışta olanları, izleyicinin hükümete tepkisini görebildiniz mi? Evet. Önce anlayamadım, ama sonra Bakan sahnede kaldığı sürece devam eden protesto alkışlarından çok gururlandım. Filistinliyim, İsrail vatandaşıyım, ama İsrail devletim değil. Türkiye'de Ortadoğu’ya asker gönderilmesini istemeyenlerin olduğunu görmek beni mutlu etti. Oyunculuktan belgesel yönetmenliğine geçişiniz bir karar mıydı? Belgesel çekmek bir tercih değil, zorunluluk oldu. Bir an geldi ve “Bunu ben yapmazsam, kimse yapmayacak” hissine kapıldım. Bence kurmacanın belgeselden daha etkili ve güçlü bir dili var. Bir çocuğun karşısına bir kurmaca bir de belgesel film koyun, kurmacayı izler. Bu, toplumun da kocaman bir çocuk olduğunu ispatlayan bir örnek. Belgeselse dünyaya ait bir gerçeği anlattığı için zor bir tür. Sizin payınıza düşen sorumluluk neydi? Yıl 1998, İsrail Kültür Bakanlığı, ülkenin 50 yıllık geçmişini konu alan gösterişli bir belgesel yaptı. Bu film, farklı ülkelerdeki pek çok insana ulaşacaktı ve içinde Filistinlileri yanlış tanıtan hikâyeler vardı. İşte o an, gösterilmeyen pek çok gerçeğin birileri tarafından anlatılması gerektiğine karar verdim ve kendi hikâyemi, çocukluğumu, babamı ve arkadaşlarını anlatmaya başladım. “Cenin Cenin” ikinci belgeseliniz öyleyse?.. Evet. İsrail’in Cenin Kampı’na saldırdığı günlerdi. Lorca’nın Bernarda oyununda bir fahişeyi canlandırıyor, insanları eğlendiriyordum. Çok yakınınızda kötü bir şeyler olurken hayata kaldığınız yerden devam etmek zordur. Tiyatronun kapısına kilidi astık ve sınıra gittik. Son yıllara dek Ortadoğu üzerine daha çok “dışardan” söz söyleniyordu. Siz “içeriden” biri olarak iki söylem arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? Farklı, çünkü benim söylemim BBC ya da El Cezire haberleri gibi değil. Filmde bağıran insanlar, sloganlar, politik göndermeler yok. Devletlere ve politikalarına değil, ama filmdeki o küçük kıza, yaşlı adama, kökleri sökülen palmiye ağacına inanıyorum. Buradaki detayları; yani anıları, kişisel tarihi, deneyimleri, en iyi “içeriden” biri anlatabilir. Her zaman kendi Dünya, imaj bombardımanı altındayken belgesellerin gerçeği anlattığını söylemek çok da doğru olmaz. Bence bir sinemacının hedefi de gerçekten çok, gerçeğin karmaşıklığını göstermek olabilir. İnsanlar bu hızlı iletişim çağında, bilgiyi anlamlandıracak zaman ya da enerji bulamıyorlar. Belgeseller de bilgiyi bir çerçeveye oturtmak için önemli bir araç. Sizi Irak’a, Saddam’ın mahkemesine götüren neydi? Saddam’ı savunmuyorum, ama ABD’nin Irak’a demokrasi getirmek için girmediğini de biliyorum. Bu yüzden yargı sürecinden önce, Irak’a giderek kurulacak mahkemenin peşine düştüm. Filmin de bir dava gibi yapılanmasını sağlamak için bir mahkemede görüşü alınması gereken herkese ulaşmaya çalıştım. Tek fark, mahkeme boyunca açıklanmayanları açıklamaya çalışmamdı. Neyin izini sürdünüz? Başlangıçta “Mahkeme nasıl ve kimler tarafından hazırlandı, baş karakterleri kimler olacak” gibi basit soruların peşine düştüm. Saddam yakalandığında ABD ve BM, uluslararası bir yargı sürecinden bahsetmişti, ama öyle olmadı. Iraklıların yürüttüğü yargı süreci, içe dönük ve gizliydi. O sürecin içine girip gizli Batılı biri olarak Ortadoğu’da kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Dışarda kaldığınızı ya da olanları anlamadığınızı düşündüğünüz oldu mu? İçerden, dışardan, Doğulu ya da Batılı olmayı önemsemiyorum. Dünyada o kadar çok klişe var ki, benzer programlar, yalan haberlere karşı farklı bir şey yapabilir miyim sorusunu sormalıyız. Bugün Saddam’ı diktatörlükle suçlayanlar, dün onun işbirlikçileriydi. 1983’te Rumsfeld’in Saddam’ı ziyarete gittiğini ve ABDIrak ilişkisini geliştirme çabasına girdiğini hepimiz biliyoruz. Tarafsız olmaya değil, politik fikrimle beraber izleyiciyle dürüst bir ilişki kurmaya çabalıyorum. Filminiz tepki çekti mi? Neredeyse dünyanın her yerinde ilgiyle izlendi, ABD dışında... Oradan hiçbir festivalden,TV kanalından davet almadı... Jean Pierre Krief, “Saddam Hüseyin: Dava” filmi için üç yıl araştırma yapmış... hikâyelerimi anlatmayı tercih ederim, ama nereden olursa olsun, bu kavgaya katılan, buradaki hikâyeleri aktaran herkese de saygı duyarım. Mesela Costa Gavras... Herkesten habersiz, Filistin’e geldi, izledi, araştırdı, hayata karıştı ve bir film yaptı. Gavras'ın filmi, klişe bir Batılı bakışı değildi... Film, gösterildiği yerlerde nasıl tepkiler aldı? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü bu film benim kalbim ve dürüst. Filmin her dakikasına inanıyorum ve sert mi, değil mi umursamıyorum. Bazen insanları uyandırmak için sarsmanız gerekir. Hayır, çünkü özellikle İsraillilerin izlemesini istiyordum, ama film İsrail’de yasaklandı. İsrail’de herkes, hükümet ve medyanın propagandaları sonucu filmin yalan olduğunu düşünüyor. Bu, benim için bir başarısızlık, ama “Cenin Cenin”i bir daha çeksem, yine aynı filmi çekerdim. TİYATROZ Tiyatroya taze kan... Deniz Yavaşoğulları iyatroZ perdelerini bugün “Dört Bölü Dört” oyunuyla açıyor. İstanbul Galata’daki tiyatro, Bengi Heval Öz ile dramaturg Cem Kenar’ın uzun zamandır hayalini kurduğu bir proje. Üstelik sadece bir tiyatro değil, kahve molalarında sergilerin izlenebileceği bir sanat merkezi... Öz ve Kenar’a kuruluş öykülerini sorduk. Bu serüven nasıl başladı? Bengi Heval Öz: En başta bu işi yapmak isteyen üç beş arkadaştık. Fikir annesi benim, beş yıldır bu hikâyenin hayalini kuruyorum, ama yıllar boyunca insanların kırıcılığı, sistemin bozukluğu, parasızlık, imkânsızlık gibi sebeplerden ötürü gerçekleştirilemedi. Yani aslında isminden logosuna kadar her şey beş yıl önceden düşünüldü. Cem Kenar: Açılışı 24 Eylül 2005’te M.E.D.E.A. ile yaptık. İsminden söz etmişken neden Tiyatro “Z”? B. H. Öz: En önemli nedeni Costa Gavras’ın “Z” adlı filmi. Filmde öldürülen bir komünistin lakabı “Z” ve ölümsüz anlamına gelir. Bizim için “tiyatro ölmez” gibi bir anlam taşıyor. Tarihi bir çevrede yer alan bu mekân özellikle mi seçildi, yoksa öyle mi denk geldi? T Tiyatro Z’nin “Dört Bölü Dört” oyunundan... (Fotoğraflar: Vedat Arık) B. H. Öz: Biraz özellikle, biraz da denk geldi. Biz zaten bu sokakta oturuyoruz. Fiyatı uygundu, özellikle tiyatro olsun diye alınmış bir yer değil aslında, ama çevre bizim için de, tiyatro için de çok hoş bir faktör oluşturuyor. Burası eskiden bir demir atölyesiymiş, değil mi? B. H. Öz: Evet, eskiden burası hayli bakımsız, kötü durumda bir demir atölyesiydi. Buradan tiyatro olur mu, olmaz mı bilemiyoruz, bir gün “olmaz” diyorum, bir gün “olur”... Bir deliliktir başladık, kötü de olmadı yani. Burada tiyatrodan başka etkinlikler de olacak... Ne gibi etkinlikler? B. H. Öz: Giriş bölümünde resim galerisi ve kafe olacak. Tiyatro salonumuz aşağıda olduğu için insanlar burada zaman geçirebilecekler. Tiyatro ile ilgili kitap ve dergiler de satılacak. Yani aslında bir nevi sanat merkezi kurmak niyetindesiniz?.. B. H. Öz: Aslında amacımız tiyatroya gelen insanlara bir fotoğraf, bir resim sergisi sunmak, fotoğraf veya resim sergisi için gelenlere de bir tiyatroyu tanıtmak. Ya da sırf kahve içmek için gelmiş birini fotoğraf sergisiyle karşılaştırmak. Bir tek amaç için gelmiş bir insanı birkaç sanat etkinliği içine sokmak gibi bir derdimiz var. Aynı zamanda “Dört Bölü Dört” gibi kafe oyunları da sergilenecek... Biraz da “Dört Bölü Dört” oyunundan bahseder misiniz? C. Kenar: Şizofren bir kadının alt benlikleriyle iç çatışmasını anlatıyor, oyun. Emek Büyükçelik, Esra Ruşan, Elif Sert ve Nurcan Yanık oynuyor. Bu oyunu yazarken, 1998 yılın da izlediğim bir tiyatronun müziği ve burada hikâyesini yazdığım, çok sık rastladığım bir kadın imgesi birleşti kafamda. Bu kadının kim olduğunu, ne düşündüğünü ve gerçekten o anda yaptığı eylemlerin onun içinde ne kadar yaşadığını hiçbir zaman anlayamadım. Sonra bu kadın müzikle birleşti... Hayal ettiniz ve gerisi geldi... C. Kenar: Evet hayal ettim ve gerisi geldi. Böyle oturan kadınların hepsi şizofren midir bilmem, ama belki de duygularımı yumuşatmak anlamında söylüyorum bunu. Şizofren bir kadın olarak kabul ettim ben onu ve öyle yaşamaya devam ediyor. Bir erkeğin bir kadının iç çatışmasını yazması, zor değil mi? C. Kenar: Bu benim yazdığım dördüncü oyun. Aslında en rahat yazdığım oyun oldu. Nasıl desem, biraz kadınları hatırlamaya çalıştım. Yaşın getirdiği deneyim ve çevreden tanıdıklarım... Hepsinin katkısı oldu. Karakterde çevremdeki arkadaşlarım, dostlarım tabii ki kendilerinden bir parça bulurlar fakat, “ben bütün olarak buyum” diyecek yoktur. Şizofren kadın severek yarattığınız bir karakter mi? C. Kenar: Bu kadını seviyor muyum, bilmiyorum. Bu kadınla özel bir yakınlığım var mı, gerçekten bilmiyorum, ama bu kadını her seferinde tanımaktan mutluluk duyuyorum.. Günümüzde özel bir tiyatro kurmak cesaret gerektiriyor olmalı?.. B. H. Öz: Valla öyleymiş! Tiyatro zaten batık işletmedir. Bunun üzerine yazılmış tezler var. Hiçbir zaman şaha kalkamayacağını biliyoruz. Peki son olarak, TiyatroZ’yi ziyaret edecek olanları önümüzdeki günlerde neler bekliyor? C. Kenar: İki yeni oyunumuz var. Bugün sezonun ve kafenin açılışı ile birlikte “2006 Galata Görünürlük Projesi” kapsamında “Dört Bölü Dört” sahnelenecek. 19 Ekim’de ise Aylin Özmete’nin tiyatro ile ilgili fotoğraf sergisi ve “Camda Duran Kadın, Yoldan Geçen Adam” oyunu geliyor. TiyatroZ ekibi: Gökçe Durat, Aylin Ominç, Derya Aslan, Nurcan Yanık, Emek Büyükçelik, Elif Sert, Esra Ruşan, Özgür Atkın, Gözde Koyuncu ve Ece Metin’den oluşuyor.