Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
24 Nisan 2021 Cumartesi 3 Rol gereği tokat bile atamam hep ıskalarım Nur Sürer sinemada 42. yılını kutluyor. Bereketli Topraklar Üzerinde, Suyun Öte Yanı, Umuda Yolculuk, Uçurtmayı Vurmasınlar rol aldığı 46 filmden bazıları. Ezberini yapabildiği sürece oyunculuğa devam edeceğini anlatıyor. Fotoğraflarını çeken Vedat Arık’ı tanıyor, “Hiç karşılaştık mı biz” diye soruyor. Arık, Sarp Kuray tahliye olduğunda fotoğraflarını çekmiş meğer... Cin gibi bir kadın, etrafı izliyor, insanları gözlemliyor. “Ben çok dolanırım, bazen Sarp diyor ki bana ‘Senin arkanda gözlerin mi var?’ Her şeyi duyarım, birileri bir şey konuşur mesela, göz ucuyla bakarım, giysilerine bakarım, mesleğini tahmin etmeye çalışırım. Çokça insanım var cebimde o yüzden” diyor. Kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, tecavüzleri en çok isyan ettiği konular. “Kadın öldürmek meslek haline geldi” diyor. Bir de moda deyimle klavye kahramanlarından şikâyetçi. Kısacası “Madem bir derdin var, sesini yükselt, bir şeyler yap” diye sitem ediyor. 66 yaşında, “İyi bir senaryo gelse ve gerçekten çırılçıplak görünmem gerekiyorsa, yine soyunurum” diyor. Maçka Parkı’nda buluştuk... u Peki kötüyü oynamak zor mu? Hayır çok kolay. En zoru ne biliyor musun? Komedi, kara mizah oynamak çok zor. Elif TOKBAY u Meslek hayatınızın 42. yılındasınız. Geriye dönüp baktığınızda iyi ki ve keşke dediğiniz anlar var mı? Neleri farklı yapardınız? Yoksa hiçbir şeyi değiştirmez miydiniz? Keşkelerim çok az meslek hayatımda. 46 filmde rol aldım sanırım, içlerinde gerçekten bana ne kattı bunlar, “Çalışmasam da olurmuş” dediğim şeyler var. Ama iyi ki oyuncu olmuşum diyorum. Çünkü kendime çok yakıştırdığım bir meslek, benim ruhuma iyi geliyor, becerebildiğimi zannediyorum. Her seferinde başka başka kadınlara hayat vermek... Onlar bana eşlik etmiyor, stop deyince bitiyor tabii ama, böyle yanımda taşıdığım bir kadın oluyor her zaman, hiç hayatımda görmediğim, bilmediğim bir kadın. Oyunculuk benim karakterime de çok yakın. Oyuncu olduktan sonra dedim ki "Kızım işte bu, senin işin buymuş." u Ne kadar şanslısınız... Çok azmış "Evet ben bunu istiyorum ve bunu oldum" denilen meslek. O yüzden inanılmaz mutluyum. Kendimi setlerde o kadar iyi hissediyorum ki. Çok iyi geldi bana bu iş. Bir de ben 24 yaşındaydım başladığımda, gerçekten de karar vererek başladım. u Hep yanımda taşıdığım bir kadın oldu dediniz ya... O kadınlardan ruhunuzda iz bırakanlar olmuştur... Umuda Yolculuk filmindeki Meryem. Maraş'ın Pazarcık ilçesinin bir köyünde yaşıyorlardı. İsviçre'de hâlâ en acılı olaylardan biridir bu, çocuğun donarak ölmesi. Çocuğunu kaybetmiş bir kadını oynadım ben. Aile Alpleri aşarken çocuk sırtlarında donuyor, ve ailenin haberi olmuyor. Hatta Dustin Hoffman biz Oscar aldığımızda "Ödülü bu çığlık aldı" demişti. O zamanlar biz gitmedik tabii Amerika'ya ödül törenine... u Neden acaba? Yabancı Dilde En iyi Film Oscar'ı aldı film. Bilmiyorum ki, yönetmen oradaydı, başka kimse yoktu temsilen.. Onları bulan polis biz çekim yaparken hüngür hüngür ağladı, aynı şeyi yaşıyorum diye... Çünkü İsviçre'de yıl içinde ölümlü trafik kazası bile yok. Dolayısıyla çok acı bir şey onlar için. Bir çocuk donuyor, ülkelerine geçmek isterken... Kadını da tanıdım, sete hiç gelmiyordu kadın. Ben gidiyordum akşamları, anlatıyordum, bugün bu çekildi diye. Hep böyle birşey bekliyordu benden, ne yaptınız, ne ettiniz diye anlatmamı. Ama hiç cesaret edip de setimize gelmedi kadın. Genç bir kadındı. u Filmlerinizin anlattığı olayları bugün hâlâ yaşıyoruz. 30 sene geçmiş, sığınmacılar umuda yolculukta ölüyor. Keza Uçurtmayı Vurmasınlar, insanlar düşünceleri yüzünden hâlâ hapiste, çocuklar anneleriyle birlikte cezaevlerinde. İnsanlık bir adım bile ileri gidemedi mi? Anneleriyle birlikte cezaevinde kalanların sayısı çoğaldı bir de. Hatta çocuk bezi ve kadın pedi verilmiyormuş, kendi paralarıyla alıyorlarmış. Bir kamyon ped ve bez götürmüştük. Çocukları gördüm orada anneleriyle kalan. Kreş yapmışlar büyük, içinde pedagoglar var, şöyle gökyüzüne baktım, tel örgü var! Çocukların dillerinin de gelişmediğini düşünüyorum. Cezaevi içinde ne cümleler geçiyor, çocukça bir yaramazlık yapabildiklerini bile düşünmüyorum çocukların. Çocukların yeri cezaevi değildir. Sürer, Camdaki Kız’da Feride’yi canlandırıyor. u Rol aldığınız son üç yapımda zor annelerle karşımıza çıktınız. Bir Başkadır, Masum.. şimdi de Camdaki Kız... Bu üç anne size neler düşündürdü? Masum Berkun Oya'nın filmi. Bu kadın nedir diye bir düşünüyorsun, ortak bir dil buluyorsun ve bir kadın yaratıyorsun yönetmenle karşılıklı. Seren Yüce çok başarılı bulduğum bir yönetmen, yönetmenler setin tanrısıdır. Şizofrene yakın bir kadındı, duygularını sinirli bir kadın olarak gösteriyordu. Öbürü beyaz yakalı bir kadın, kendi yaşantısının dışında hiçbir şeyi değerli bulmayan. Orada bir Kürt annesi vardı bir de... Berkun hangisini oynamak istersin dedi. Şöyle bir baktım. İki kız kardeş birbirine giriyorlar filmde. Dedim ki, şimdi bu kadın ortaya dalar ve Kürtçe konuşur. Ya dedim şimdi oturur ezberlerim falan dedim ama doğru dürüst beceremezsem kısa zamanda, eleştiri almaktan korktum. Beyaz yakalı çok da gıcık olduğum bir kadın tipi, onu seçtim... FOTOĞRAF: Vedat Arık u “Kadın olduğum için çok mutluyum” diyorsunuz. Kadın olmanın güzel yanlarını sizden dinlemek isterim... Hayatımın hiçbir döneminde “Keşke erkek olsaydım” dediğim bir an bile olmadı. Kadın olmak zor ama mücadeleciyseniz hayatı kendinize kolaylaştırıyorsunuz. Doğurma gücün var bir de, onu hâlâ beceremedi adamlar. Çocuk yetiştiriyorsun, bir insanı şekillendiriyorsun en basiti. u Psikoloji dizileri de çok izleniyor, sizce toplumda nasıl bir karşılığı var? Acaba biz böyleyiz ama daha kötüsü var, daha ağır bir dram seyretmek teselli mi oluyor diye düşünüyorum. Dram her zaman alıcısı olan bir şey. Parasız tedavi de bir yanıyla baktığınızda, bedavadan doktor karşında (gülüyor). Ben ona yoruyorum. Bir ara ağa dizileri vardı. Onlar bilmedikleri bir coğrafyada geçen olaylardı, tanıdılar, bildiler, vazgeçildi. Şimdi böyle birşeye tutundular. Zor oynuyorum burada, zor bir rol. Mesela şiddet uyguluyorum. Acaba diyorum bir işe yarar mı yaptığımız iş. Hani çocuğuna şiddet uygulayan insanları böyle bir duraklatabilir mi? Camdaki Kız’da Nalan’ın 12 yaşındaki haline şiddet uyguluyorum, sürekli çocuğa “Kızım acıdı mı” diye soruyorum. Bundan önce Çukur’da tokat sahneleri oluyordu. Delikanlıları tokatlıyordum. Hep ıskalıyorum falan, yönetmen diyor “Abla olmuyor böyle, yapıştır bayağı.” Çocuklar da diyordu ki “Vur abla vur, bekliyoruz.” O kadar elim gitmiyor ki... Tabii diziyi izledikçe göreceğiz, altında ne tür bir dram yatıyor bilmiyoruz. Annem bana diş geçiremedi u Bir röportajınızda anlatıyorsunuz: “Asilik ve özgürlük çocukluğumdan gelen bir şey. Mesela Bursa’da hoş karşılanmazdı ama genç kızlık zamanlarımda inadına sevgilimle evin kapısına kadar gelirdim. Annem artık bir noktadan sonra görmezlikten gelirdi bu durumu.” Annenizle nasıl diyaloglarınız olurdu? Biz üç kız, bir erkeğiz. En çok ben kavga ederdim annemle. Çok otoriter bir kadındı annem. Erkekten arkadaş olmaz lafı var ya, annemden çokça duymuşumdur mesela onu. Annem kız arkadaşları bile sevmezdi, acaba bunlar kandırıyor mu benim kızımı falan diye. Ben kafama göre takılan bir kız oldum hep. Bana dişini geçiremiyordu annem, öbürlerini bari kaçırmayayım diye onlara abandı, beni bıraktı kendi halime herhalde. “Tamam tamam” diyordu. Dinlemiyordum yani annemi, sevgililer şunlar bunlar, kafelere gitmeler, okuldan kaçardım. Bursa'da diskotekler vardı, deli gibi dans ederdim. Okuldan kaçıp sinemaya giderdim, eteğimi yukarı çekerdim, o zamanlar devamsızlık hakkı 30 gündü, 28 gün kaçardım ben. Başka sınıftan kızları da ayartırdım. u “İyi bir senaryo gelse ve gerçekten çırılçıplak görünmem gerekiyorsa yine soyunurum” diyorsunuz. Çıplaklık Türkiye’de hâlâ bir tabu, neden sizce? Evet ben oyuncuyum, senaryoya inanırsam soyunurum. Berlin'e gittiğimde, o doğuyla batının arasındaki köprüde.. Köprünün bir yanında dini kitaplar satıyorlar, biraz ilerisinde göğsü açıkta kadın uyuşturucu parası istiyor. Ve ondan rahatsız olmuyor orada. Ama şurada onu yapsan 3 dakika sonra dayanırlar, deli mi bu derler. Çünkü soyunan insana deli diye bakılıyor ya burada. Filmde de nedir yani, ev halleri. ‘Abla yapıştırsana’ basakbicak@gmail.com Polonya’dan İrlanda’ya uzanan bir yolculuk: Asla Ağlamam İstanbul Film Festivali’nin Nisan seçkisi birbirinden kıymetli ustalara ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Festivale daBaşak Bıçak ir notlarımı zaman zaman paylaşacağım ancak seçkinin her biri “Genç Ustalar” bölümünde yer almasa da sinemasal yolculuğunun henüz başlangıcında olan yönetmenlere ayrı bir yer ayırmak ve daha önce After Love ile adını andığım Aleem Khan’ın yanına bir ismi daha ilave etmek istiyorum: I Never Cry (Asla Ağlamam) filmiyle bu ayın gözdeleri arasına giren Polonyalı genç usta Piotr Domalewski. İlk uzun metraj filmi Cicha Noc (2017) ile pek çok ödül kazanarak adını duyuran Domalewski, ikinci filmiyle başarısının tesadüften ibaret olmadığını kanıtlayan bir sinemacı. Çünkü I Never Cry, bir filmin yaratım sürecinde yönetmen dokunuşunu en çok hissetmemiz gereken yerin oyuncu performansları olduğu kuralını göz ardı etmeyen, bilakis bizleri ilk başrolüne hayat veren gencecik bir aktrisin hayranlık uyandırıcı performansıyla buluşturan bir film. Tek amacı ehliyet almak olan ve bu uğurda filmin açılış sekansından itibaren herkesle kavga etmeye hazır öfkeli bir ergeni canlandıran Zofia Stafiej (Olka), film boyunca öylesine göz kamaştırıcı bir performans sergiliyor ki I Never Cry’ın tüm öyküsünü tek başına sırtlamayı başarıyor. Annesini canlandıran Kinga Preis ve İrlanda’da öyküye eklemlenen Arkadiusz Jakubik ile kontrast oluşturacak kadar göze çarpan bu performans, aynı zamanda filmin inandırıcılık ayağının yegâne destekleyicisi oluyor. Polonya gibi Batı Avrupa’ya iş gücü gönderen ülkelerin vatandaşlarının göçünü zeminine yerleştiren I Never Cry, esasen bu sosyal temalar vasıtasıyla bir ailenin yaşadıklarını hikâyeleştiriyor. İrlanda’da çalışan babasının bir iş kazası sebebiyle aniden ölümü üzerine, annesi İngilizce bilmediği için babasının cenazesini almak zorunda kalan Olka bu ülkeye, dolayısıyla da aslında hiç tanımadığı babasına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Buluğ çağının getirdiği kızgınlık ve öfke patlamaları halinde büyüme sancılarıyla mücadele eden Olka, böylelikle kendisini hiç bilmediği bir ülkenin bürokrasisiyle de savaşırken buluyor. Engelli kardeşine duyduğu acıma duygusunun ve kendisini anlamayan annesinin gölgesinde babasının İrlanda’daki hayatını keşfeden Olka, böylelikle bizleri de içinde bulunduğu yalnızlık ve umutsuzluk duygusuna hapsetmeyi başarıyor. I Never Cry, genç bir kızın cesedini bulmaya çalıştığı babasıyla “tanıştığı” dokunaklı bir yolculuğu ustalıkla resmederken genelinde kullandığı soğuk renk paletiyle de Olka’nın kederinin filmin dokusuna sirayet etmesini sağlıyor. Temposu bir an bile düşmeyen senaryosu ve Hania Rani’nin bilhassa finalde yüreğimizi parçalayan notalarıyla Olka’nın serüvenine ortak olmamak neredeyse imkânsız… I Never Cry’ı listenize eklemeyi sakın unutmayın… Not: Meraklısı için festivalin “Antidepresan” bölümünden kahkahâlârla izleyeceğiniz absürt melodram Les Choses Qu’On Dit, Les Choses Qu’On Fait ile babası David Cronenberg’in yolundan giden Brandon Cronenberg imzalı stilize şiddetiyle korku severlere hitap eden Possessor’ı da tavsiye etmiş olayım. Puanım: 7.5/10