16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hayat gezince Fatih güzel Türkmenoğlu [email protected] Nasıl anlatılır, nereden başlanır; doğrusu pek kestiremiyorum. Düşündüm de, aslında anlatılmaz, daha çok yaşanır. Üstelik kişiye özel yaşanır. Her koyu, her köşesi bambaşka tecrübeler yaşatır, geriye unutulmaz anılar bırakır... Nasıl anlatsam, nereden başlasam BODRUM BODRUM Bodrum Yarımadası, bugün birçok şehirden büyük. Avrupa standartlarında, içinden şöyle böyle on şehir çıkartan bir ülke neredeyse. Üstelik fazla kalabalık, haddinden fazla şişmiş bir ülke. Şehirler arasındaki sınırlar kaybolmuş, dağ taş beton dolmuş gibi hem de. Yolların yetmediği, kanalizasyonların taştığı, hatta yer yer o canım denizi kirlettiği, yeşilin her geçen gün azaldığı, magandaların her yerde kol gezdiği, düşük seviye eğlence peşinde, ısmarlama serseriliklerin öğrenilmiş lümpenliklerle harmanlandığı kötü bir sahil yerleşkesi. Ucuz cinsellik, çakma çanta, “sana yaparım bir güzel fiyat” tavrı, mafyavari bir duruş, yeni gelen paranın oturmamış kokusu, geç gelen gücün yeniyetme deliliği... Ama hâlâ güzel. Yoksa bana mı öyle geliyor? Hepsini biliyorum, görüyorum, okuyorum. Rahatsız oluyorum, üzülüyorum, kahroluyorum. Yaşım yetiyor, otuz yıl önceyi, hatta belki otuz beş, çok net biliyorum. Bodrum’un o cahil ergen, kıro zengin karakterine büründüğünü tabii ki anlıyorum, ama ben hâlâ Bodrum’u seviyorum. Bodrum’un içi bir başka Muğla ilimize bağlı bu ilçe; dedim ya, bir şehirden, bazı ülkelerin standartlarında bir eyaletten, Avrupa’da birçok ülkeden daha büyük, daha kalabalık, kıyaslanamayacak kadar çok renkli. Her bir mahallesinde, insan kalabalığı ve atmosfer değişiyor. Hepsini anlatsam, of, yapamam. Hani meşhur şarkı, “Nasıl anlatsam, nereden başlasam” der ya. “Kaç kişiydik o zaman, kaç kişi kaldık şimdi... Bodrum, Bodruuuuuum!” Herkesin bir Bodrum’u, dağıttığı bir Bodrum gecesi, sevdiği birkaç mekânı, unutamayacağı Bodrum anıları mutlaka vardır. Kalabalığı, sonu gelmeyen gece hayatı, renkli insanlarıyla sanki kendi görünmez, ama hissedilir kanunlarıyla yaşayan özerk bir bölgedir. Çarşısı, esnafı, Kale’si, barları, hırlısı, hırsızı, dünyanın en şık yatı, en pahalı butik oteli, jigolosu, sevgili arayanı, sevimli küçük sandalı, hâlâ mazbut eski Bodrumlu’su, devasa malikâneleri, iki günlüğüne sarhoş olmaya gelen işçi sınıfı İngilizi, lacivert denizi, yaşadığı ülkede hiç şansı olmadığı için kendini Güneydoğulu çakı gibi çocukların kucağına atan şişko İsveçlisi, dünya sosyetesinin en kreması, sosyeteye özeneni, serserisi, alkoliği, acayip şık ve über pahalı restoranı, süper lezzetli esnaf lokantası, her tür sanatçısıyla bir koca kazandır orası. Ne aşklar yaşanır, ne evlilikler son bulur, ne çalkantılar bir günde durulur. Bodrum, başka hiçbir yerin olmadığı kadar hızlı, devinimli, oynaktır. Başka hiçbir yerin olmadığı gibi de ketum, anlayışlı, olgun... Mazı’da şu var, Yalıkavak’ta burayı mutlaka görün, Bitez’de yürüyün falan demeyeyim müsaade ederseniz. Bugün sadece Bodrum’un içini yazayım. Gördüğüm, hissettiğim, duyduğum, yaşadığım kadarıyla elbette. Bütün mahalleler, koylar da, ilerleyen zamanlarda, ayrı yazıların başrolünde bu sayfayı doldursun. güzel bir akşam kahvesi, ardından kaktüs meyvesi Denizciler Kahvesi’nde güzel bir akşam kahvesi içiyorum, her zamanki gibi. Canım kaktüs meyvesi çekiyor. Sanki her gün yermişim gibi. Hani satılır ya Bodrum sokaklarında. Doyurucu, ama iç baymayan bir tatlılık oranında; enfes bir meyvedir. Hava karardı kararacak. Akşam ezanı okunur okunmaz mekânlardan müzik sesi yükselmeye başlıyor. Bütün o dar sokakları geçiyorum. Otogara doğru ilerliyorum. Hep o caddede görürdüm ya da onu dik kesen büyük caddede. Bir ona, bir öbürüne dalıyorum. İkisinde de kaktüs satan kimseyi bulamıyorum. Herhalde akşam bastı, hepsi evlerine döndü. Olsun, yarına belki. Çaresiz içeri, Çarşı’ya dalıyorum yine. Denizin üstünde bir bara oturuyorum. Doğru dürüst içki içmem, lüzumsuz içeni de sevmem. Soda mı, gazoz mu diye düşünürken ağzımdan cintonik çıkıveriyor. Gece uzasın, Bodrum bana şifa olsun istiyorum... Mavi yolculuk olmadan olmaz Bodrum’un adı 1960’lı yıllarda, yavaştan duyulmaya başlandı. 70’lerin başlarında, yazarlar, çizerler, oyuncular, entelektüeller, basit sandallar veya balıkçı tekneleriyle kıyıları dolaşmaya başladılar. Azra Erhat, Cevat Şakir, Mina Urgan’lı ilk Mavi Yolculukların kahkahaları, taa İstanbul’da konuşulmaya başlandı. İnternet, sosyal medya, hatta bırakın cep telefonunu, ev telefonu bile yok. Bazı hanelerde televizyon var, o kadar... Dönemin sohbetlerinde konusu geçiyor Bodrum’un, evet, ama hâlâ uzak, hâlâ gitmesi zor. İstanbul’un yakınlarında mis gibi Kumburgaz, Silivri, Adalar varken hatta İstanbul’un her denizle buluştuğu nokta plajken, zahmetli yolculuklarla tatile gitmeye çalışmak ne kadar anlamsız, gereksiz, pahalı bir çaba. O zaman için gereksiz bir heyecan, macera. Derken “şöyle güzelmiş, böyle güzelmiş” lafları iyice ağızdan ağıza yayıldı. Düşünün, daha tesis falan yok. 70’lerde köylülerin evlerinde odalar kiralanıyor, mutfak ve banyo ortak kullanılıyor, o basitlik içinde çok derin ve unutulmaz bir eğlence yaşanıyor. Hava, deniz, tarlalar, insanlar tertemiz daha. Plastik içimize kaçmamış, kimyasallar ruhumuzu bozmamışken. Derken, derken, derken... Gerisini yaşadınız, biliyorsunuz. Önce yollar, sonra inşaatlar, sonra daha çok inşaatlar, nihayet havaalanı, yat limanı, oteller ve de oteller... Ve 2020, ve bir sonbahar günü, Bodrum’dayım. Biraz azalmış kalabalık, korona günlerinin sevimsiz atmosferi, Yunan Adaları’na gidemeyen jet sosyetenin bıraktığı tomar tomar parayla, her şeye rağmen yüzü gülen Bodrum otellerinin sahipleri... Ne güzel özetleyiverdim bir çırpıda işte. Yürüyorum, Kale’den eski Halikarnas’a doğru. Sıra sıra sahte saatçileri, çantacıları, olur ya adam aşka gelir evlenme teklifi eder diye açık duran tek taşçıları, Karadeniz Pastanesi’ni, sebzeli döneriyle meşhur olan dönercileri, Hadi Gari’yi... Sakallı’da mı yesem, yoksa Kocadon’da mı diye aklımdan geçiriyorum. Hava hâlâ çok iyi, hadi biraz yüzeyim kararım baskın çıkıyor. Yıllardır yapmadığımı yapmaya karar veriyorum. Bodrum’un içinden hiç çıkmadan, iki günümü geçiriyorum. Şöyle üç, beş günlük bir Mavi Yolculuk yapsaydım keşke bu yaz. Neyse, günübirlik gezi tekneleri hâlâ vızır vızır çalışıyor. Mutlaka sayılarında azalma olmuştur, ama benim gördüğüm hâlâ turist var. Evet, günlerce sürecek bir tecrübe değil, ama yakın koylarda maviyle buluşma, derin sulara kendini bırakma, öğle yemeği olarak da makarna, ızgara balık ve salatayla karın doyurma. Meşrubat ve su parayla. Ödediğim 100 TL, daha ne yapsın adamlar? Hatta öyle bir empati kuruyorum ki, neredeyse kirlileri toplayıp yerleri temizlemeye kalkacağım. Hem al, koy koy dolaştır, arada müzik yap eğlence seviyesini bir çıt yükselt, dolu dolu yemek ver karnımız tıka basa doysun; e bir zahmet suya da ödeyelim 5 TL.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle