27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

MERHABA Bir Nişantaşı romanı ve ötesi Eskiden yaşamımızın büyük bölümü mahallemizde geçerdi. Biribirine benzeyenler bir mahallede yaşamayı yeğlerdi. Etnik, dinsel, coğrafi kökenlere göre mahalleler vardı. H âlâ var ama toplumsal devingenlik arttıkça konutumuzun bulunduğu yönetsel çevreden öte bir anlam taşımaz oluyor mahalle. Aynı apartmanda oturanların bile birbirini tanımayabildiği bir çevrede artık eskisi gibi bir mahallelilik kimliğinin oluşması güç. Bu yüzden özellikle eski İstanbullularda yetiştikleri mahalleleri yurtsama, oradaki yaşantıları çağsama duyguları gözlemlenir. Özellikle sıcak ilişkiler, dayanışma özlenir. Aslında Nişantaşı da öyle bir mahalledir. Batılı yaşam tarzına yatkın paralıların alafranga mahallesi diye bilinir. Zamanla en zenginler başka yerlere taşınmışlar, mahalle de her bakımdan değişmiştir. Gene de ünlüdür, popülerdir. Eskiden beri birçok romanımıza yansımıştır. O romanlar içinde biri var ki, benim favorimdir: İbrahim Yıldırım’ın Nişantaşı Suaresi’si (DK, 2012). Üst düzey yazarlarımızdan Yıldırım’ın yazınsal başarısının güzel bir kanıtıdır bu roman. Anlatıcı aynı zamanda romanın başkişisi. Nişantaşı’nda bir suarede mahallenin tarihine ilişkin bir konferans veriyor. Roman metni konferansçının anlattıklarının yanı sıra geceyi yönetenler ve dinleyicilerle yaptığı söz alış verişini aktarıyor. Böyle bir konferansa mahallelinin akın etmesi gerekir. Kim yaşadığı çevreyi daha iyi tanımak istemez ki? Gel gelelim, gecenin eğlence bölümü daha çok ilgilendirir mahalleliyi. Başkişimizin konuşması başladığında salonun dörtte üçü boşalmıştır bile. Eğitim düzeyinin yüksek varsayıldığı bir semtte, tarihe ilgi hak getire! Coğrafyaya ilgi var mı sanki? Konuşmacı tarihi coğrafyayla karıştırarak anlatır ama bir bakıma boşuna, çünkü konferansın sonunu ancak beş dinleyici getirebilecektir. Sorsanız, diğerlerinin hepsinin mutlaka önemli bir işi vardır. İnsanın yaşadığı tarihe coğrafyaya ilgisizliği kendine ilgisizliktir aslında. Ne yapabiliriz ki! Günlük hayatın hır gürü dolduruyor ortalama insanın dünyasını, gereksiz bilgiye (!) yer yok. Konuşmacımız çok kızar buna, nişan taşının öyküsünün bilinmemesini, giderek merak bile edilmemesini aklı almaz. Mahallenin kurucusu Abdülmecid’den söz ettiğinde insanların bön bön bakmasına köpürür. Coğrafya açısından da insanların Nişantaşı’nı sınırlı algılamalarını doğru bulmaz konuşmacı. Haksız mı? Ben çok iyi bilmem Nişantaşı’nı, Teşvikiye’yi, Maçka’yı. Ancak Kalıpçı ve Hüsrev Gerede kesiminde epey bulundum. Nişantaşı’nın üst taraflarında oturan birçok insanın aşağı taraflara inmediklerini hayretle gözlemledim. Romandaki konuşmacımızın çıkış noktalarından biri de bu: geniş Nişantaşı’nın tarihini anlatır, kendi yaşantılarını katarak. Rumeli ve Valikonağı caddeleriyle yetinmeyerek aşağıların suskun sokaklarına, yazınımızda pek dile getirilmemiş kuytuluklara dalar. Böylece sınıfsal boyut katılır romana. Konuşmacı üst sınıftakilere anlatır alt sınıftakilerin de yaşadığı bir dünyayı. Kim kime, dum duma! Alt sınıftakilere anlatsaydı bütün bunları, onlar çok mu ilgilenirdi? Kirli bir nehir gibi akıyor tarih. Çoğunluk, Heraklitos’u okumuşcasına (!), ancak bir kez girebileceği suyla ilgili, geçmiş ya da gelecekle değil. AŞAĞILARA DOĞRU KAZIDIKÇA Konuşmacımız gene de eğitim düzeyi yüksek bir semtte anlatacaklarına ilgi duyulacağını ummuş ki, kızar dinleyicilerin öf pöfüne. Onun için konferans, kulak kabartan birkaç kişiyi saymazsak, kendi kendine konuşmaya dönüşür. Nitekim, romanın alt başlığı Bir Monolog. Konuşmacı aşağılara doğru kazar geçmişi. Kazıldıkça kabuğu başka bir Nişantaşı çıkar karşınıza. Düşlerinden başka şeyleri kalmamış düşkün insanlar sanki Darülbedayi faciaları yaşıyorlar. Roman içinde romanlar görürüz. Örneğin Sihirbaz Cüce Abra ile Dansöz Nil’in acıklı öyküsü, tam Fellini’lik! Bir baykuş faslı var ki, pek hoşuma gitti. Konuşmacı sever mahalleyi gözleyen bu avcıyı: “rint yaratıktır, gönül eridir, her ne kadar korku çağrıştırsa da hüzünlüdür, sevimlidir.” Bir yangın sırasında mahalleye adını veren taş dikitin dibinde yanarak ölür kuşların bayı. Ahşap uygarlığımızı yutan canavar olan yangın bu mahallede de gösterir kendini. Okuruz: “Bizim evin tam karşısında bel verip iyice kamburlaşmış iki katlı ahşap bir ev vardı. Bu döküntüyü sahibi olan emlak zengini kötücül Meftun Bey’e atfen anneannem Habishane derdi.” Bu habishane de yanar, ama sevinmeyin. Meftun Beylerin rant ekonomisine dayalı çirkin beton yapılar yükselecektir her yerde: asıl habishane. Dahası: tarihin bizi içine tıktığı hapishane. Konuşmacı tarihin akışını hüzünle seyretmek, duyarsız dinleyicilere öfkelenmekle kalacaktır. TARİHİN DIŞINA KOVULMUŞLAR İbrahim Yıldırım’ın başka romanlarında da benzer kahramanlar görürüz. Örneğin Maçka Valideçeşme’de ölen zavallı Dokuzuncu Haşmet, Hüznengiz Bir Arabesk romanında Aksaray ile Laleli’nin Babil kulesine dönüşmesini umarsız izleyen iki başkişi. Yıldırım’ın bu aykırı insanları Tarihin dışına kovulmuş konumdadır. Başlıca işleri yazmaktır. Çoğun bir monolog gibi yaşarlar yazarlığı. Kırk yılda bir okuyan çıkarsa sevinirler: “Demek lisanım ve seçtiğim sözcüklerin karışımı, sizde tavus kuşunun kuyruğuna benzer bir efekt uyandırıyor.” “Yazmaya devam etmeliyim, çünkü iyi geliyor” derler; “Dilime ulaşan kelimelerin verdiği hazla hesapsız kitapsız durmadan konuşup sağa sola çarpıp çağıldıyordum.” Ne ki, yazma mutluluğu yüzeyseldir. Çünkü yazmak kişinin kendisiyle yüzleşmesi, tarihin akışını değiştiremediğini görmesi sonucunu verir. Onun için Yıldırım’ın kişilerinin sonları trajiktir. Yıldırım’ın tarihe yenik düşen Türkiyeli aydını anlattığını söylemek yanlış olmaz. n B u sayımızın kapağında yeni romanıyla Nedim Gürsel yer alıyor. Voltaire’in Candide’inden yola çıkan Aşk ve İsyan’da roman kahramanı 1700’lerin İstanbul’unda türlü serüvenlere girip çıkarken okur da, dönemin Osmanlı toplum yapısını ve kültürünü yakından tanıma olanağı buluyor. Oğuz Demiralp, İbrahim Yıldırım’ın Nişantaşı Suaresi romanı çevresinde bir mahallenin dünden bugüne değişiminin sanat eserine nasıl yansıdığını değerlendiriyor. Feridun Andaç, 1950 Öykücüler kuşağının kendine özgü parlak yazarı Orhan Duru’nun yaratı dünyasına eğiliyor. Sadık Aslankara yeni tiyatro mevsimi başlarken tiyatrocu yazar Elif Durdu’nun üç romanıyla Demet Çaltepe’nin öykü kitabı Çeper’i inceliyor. Uğur Akıncı işgal yıllarının İzmir’inde “Gavur Mümin” adıyla ünlenen yeraltı direnişçisinin hayatını anlatan Gazi Paşa’nın Casusu’nu tanıtıyor. Senanur Sözen, toplumsal sınıflara ve adalet temasına politik bakışıyla Fransa’da büyük yankı uyandıran Ceza Kanunu 353. Madde adlı romanın polisiye edebiyata getirdiği açılımlara değiniyor. Yirmi sekiz günümüz yazarının uyku kavramı üstüne denemelerini bir araya getiren Müstakil Eylem kitabını Makbule Araz Eivazi tanıtıyor. Alev Bulut, İngiliz edebiyatının klasik yazarlarından Jane Austen anısına her yıl dünyanın birçok ülkesinde yapılan etkinliklerin bu yılki görünümlerini aktarıyor. İyi okumalar. KITAP l İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına: Alev Coşkun l Genel Yayın Yönetmeni: Aykut Küçükkaya l Yayın Yönetmeni: Turgay Fişekçi l Editör: Gamze Akdemir l Tasarım: Bahadır Aktaş l Sorumlu Müdür: Olcay Büyüktaş Akça l Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. l İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul l Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0 (212) 343 72 64 l Cumhuriyet Reklam: Reklam Genel Müdürü: Ayla Atamer l Tel: 0 (212) 343 72 74 l Baskı: İleri Basım Mat. Amb. Reklam Tanıtım Yay. ve Teknik Hiz. Tic. Aş., Yenibosna Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A/41 Bahçelievler İSTANBUL. l Yerel süreli yayın l Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. [email protected] [email protected] twitter: www.twitter.com/CumKitap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle