03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Öykünün, romanın dilimize kattığı ne? Dille yazınsal verim arasındaki ilişki ağı hep ihmal ediliyor. Oysa dil, kendini o dilde üretilen yapıtlarda göstermez mi? Bunca şiir, öykü, roman, oyun, deneme vb. yayımlanıyorsa, bunların dille, dilin bunlarla etkileşimine bakarak ne söylenebilir peki? S on elli yılda roman verim gücümüzü, genellemeye dayalı yuvarlamayla, 10 roman/yıl’dan 1000 roman/yıl’a yükselttik diyebiliriz. Bu veri, romanda olağanüstü gelişme sergilediğimizin göstergesi olmuyor mu o zaman? Peki, yaşadıklarımız bunu doğruluyor mu? Gelin kabaca düşünce gevişine girelim şimdi. Sözgelimi romanda bu kadar üretim varsa, bunlar gerçekten okunuyor mu? Böyle zengin bir üretim, roman okuryazarlığını geliştiriyor mu? Romandaki üretim patlamasının yazarlarımız üzerindeki etkisi ne? Yazarlık mesleği / uğraşısı bundan olumlu etkiler alabiliyor mu? Bütün bunlardan daha önemlisi, yılda bin roman yayımlanırken dilimizin durumu ne? Bu kadar çok roman o kadar çok yazar anlamına geleceğine göre yazarlar, dilimizi de geliştirme yönünde katkı koyabiliyor mu? Dilimiz, yayımlanan romanlar aracılığıyla gerek yazınsal anlamda gerekse halkımızın kullanımı çerçevesinde iletişim anlamında değişim, dönüşüm için kıvılcımlar çakabiliyor mu? Bunlara yeni sorular eklemek olanaklı. Her yıl yayımlanan roman sayısı yükselip roman dağarımız kabardıkça yazarlarımızla dilimiz arasındaki ilişkinin nereye evrildiğini izleyebiliyor muyuz? Öte yandan yazarlarımızın, son elli yılda çok daha iyi bir anlatı dili kurduğu öne sürülebilir mi? Sözcük haznesini geliştirdikleri, yeni sözcükler üretip kullanıma açtıkları, bunların sonucunda yazın çevresinden halk kesimlerine dilin giderek daha çok işlendiği, zenginleştiği, düşünsel bir dile dönüştüğü aynı zamanda? Bir başka gerçek de kimi yazarların neredeyse bu dilde üretilmiş yapıtlara karşı kendilerini âdeta korumaya almış olması, kendi dillerinden okumak yerine başka dillerden öykü, roman oku ması. Ama yazma edimini çokluk yine de kendi dillerinde sürdürmesi. Bu, elbet trajik bir çelişki böyle düşünen yazarlar için. İşte Leylâ Serpil, anlatısında kurduğu dili, olay dizisi, kurgu, şu bu, bütün bunların önüne çıkarıp önde koşturan yazarlardan biri olarak dikkati çekiyor. Romanı dille geliştirmeye çalışan bir yazar: Leylâ Serpil’in, on beş yıl önce yayımladığı ilk kitabı bir öyküler toplamı: Özgürlükle Ölümün Öpüştüğü An (Bilgi, 2006). Yazar, bu ilk kitabında, yazınsal yolculuğunu dille sürdüreceğinin somut ipuçlarını döşemişti zaten. Sonraki yıllarda yine Bilgi’den iki roman yayımladı Leylâ, dille süpürdüğü harman yeri renkleriyle, dile giydirilmiş bir ritüel havasında: Savruluş (2014), Şşşşt! (2017). Hüzünle umudun, karamsarlıkla iyimserliğin dilsel yapıda her seferinde yeniden kurulduğu anlatısal bir süreğenlik kendini duyurmakla kalmıyor Leylâ Serpil yapıtlarında, bu yanıyla ayrıca dikka ti çekiyor. Evet yazar, kurgudan, kurguya dayalı biçim oyunlarından alabildiğine uzak duruyor. Öyle ki, yer yer düz bakışımlı hatta sıradan sayılabilecek bu anlatı yolculuğunda Leylâ’nın tek sığınağı dil neredeyse. Bu nedenle Leylâ Serpil hep anlatımcı bir yazar izlenimi bırakıyor görece. Ancak yine de metnini öne çıkarıp parlatabiliyor doğrusu. Peki nasıl oluyor bu? “Savruluş”, “Şşşşt!”... Diklenen bir dişil dille yazıyor Leylâ. Bu açıdan onun kadın karakterlerini uzak çağrışımlarla da olsa Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Erendiz Atasü kanalından fısıltılar taşıyormuşçasına alıyorum biraz. Öteki kimi kadın yazarların kadınlarıysa daha içlek kalıyor Leylâ’nın kadınları yanında. “Diklenen dişil dil”, derken, başta bu yönde kararını almış roman kişilerinden söz ediyorum. Gerek Savruluş’un Selma’sı, gerekse Şşşşt!’in kadın sığınma evindeki Züleyha’sı, Menekşe’si hayat karşısında büyük direngenlik sergileyen kadın karakterler olarak dikkati çekiyor. Gerçekten de hem koygun bir mistik sabır sergiler bu karakterler hem de bıçak kemiğe değdiği anda büyük gözü karalılık içinde ikircimsiz adım atıp kafalarının dikine yürürler. Bunlara bir başka açıdan özgür tutumla kadınca aşk yaşamını sürdüren, bu tür bir yaşam anlayışını savunan sığınma evi psikoloğu Gönül de eklenebilir. Ancak “direnmeye karar ver(en)” (Savruluş, 50) kadınların davranışının asla bir çizgisellik yansıtmadığını eklemeliyim bu satırlara. Yazar, söz konusu direnişi, yarattığı kadınların kendi iç dünyalarından damıtarak çıkarıyor ortaya. Nitekim Selma, bütün yaşamının temel ilkesi yapacaktır “direnme”yi. Kızına “spastik cerebral palsy” “teşhis(i) kondu(ğunda)” da (76) bu direnişi sürdürecektir otuz üç yıl boyunca, son nefesine kadar. Çünkü “tırnaklarını sivrilt(ip), kılıcını kuşan(ır) ve yalnız savaşa hazırlan(ırken)” hep kızını “iyileştireceğine inan(ır) ve bu inancını hiç kaybetme(z).” (85, 87) Şşşşt!, âdeta bir kadın sığınma evi oyunu olarak da okunabilir. Tiyatrodan birileri el uzatıp sahneye taşıyabilse romanı, ne güzel olur. Hiç boşalmayan, her an birilerinin katılımıyla doluluğun sürdüğü ortamdır burası. Kimileyin annelerin yanında küçücük çocuklar da konuk olur sığınma evine. Yapıtın adı, küçük kadın Menekşe’nin karabasanlarından geliyor: “‘Şşşşt kız korkma benim.’ ‘Şşşt ses etme sakın benim ben’ ya da yalnızca ‘Şşşşt’ sözcüklerinin hangi ağızdan döküleceğine kulak kabart(ır)” (Şşşşt!, 58) ensest kurbanı Menekşe. Kadın odaklı dilanlatı zenginliğiyle dikkati çeken, üstelik kolay okunan, ama hafifsenemeyecek bir yazar Leylâ Serpil. n 18 26 Aralık 2019 ÖYKÜDENLİK… İbrahim Tığ; “Söğe”... İ brahim Tığ, şiirle öykünün yanında yöre kültürüyle birikimine dönük, bu arada Rüştü Onur üzerine yaptığı çalışmalarla biliniyor ama bunların yanında on beş yıldır Devrek’te çıkardığı, tüm gücüyle yaşaması için çabaladığı Şehir adlı yazın dergisiyle de önemli bir yer tutuyor yazınımızda. İlk öykü kitabı Karabayır’dan (2005) on beş yıl sonra yayımladığı ikinci öykü kitabı Söğe’yi (Artshop, 2019) okudum İbrahim’den. Yazar Söğe’de geleneksel hikâye kalıbını sürdürse de gündelik yaşam içinde insanı kucaklayan, bin bir duyguya taşıyor denebilir. Toplumsal, sınıfsal zemin üzerine yerleştirdiği bireysel acıları böylece yeniden kuruyor hemen her öyküsünde. Evet, düz anlatımlı ama sıcak, içten, şaşırtmacalı sıçrayışlar eşliğinde örüntülüyor bunları hep. Doğaya dönük anlatı bölümlerinin iç ferahlatıcı hava yaydığını da ekleyeyim bunlara. Şairliği de var ya serde, kimileyin ipin ucunu kaçırıp bir anda şairaneliğe kaptırabiliyor kendini İbrahim. Örnekse “gözyaşlarımı ektim” (12) deyiveriyor. Yerel kimi söyleyişleri elbette tat salıyor (“dilenip dirsenmek”, “tırkızlamak”, “çitlik” vb.), ne ki arada yöre diyalektine yer açtığında metin enikonu zorluyor okuru. Bunların dışında kimileyin gülücüklerle okunan, hatta yer yer gülmece havası yayan hikâyeler de kuruyor İbrahim. Ama bu arada gazetelerde okuduklarımıza benzer iletişim diline dayalı anlatımlar da çıkabiliyor karşımıza. İbrahim Tığ, Söğe’de, Devrek’ten taşıdıklarını iç yakıcı kuşatmayla sunuyor, bir somun sıcaklığında. Nice yıllara şimdiden, dili güzelleştiren dileklerle. www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle