19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SUMİA SUKKAR’IN ROMANI ‘Halepli Çocuk’ “Halepli Çocuk”ta, on dört yaşındaki Asperger Sendromlu Âdem, kendi gözünden savaşı anlatıyor. ADALET ÇAVDAR S uriye’de savaş başladığında biz hep dışarıdan seyredeceğimizi sandık. Yanı başımızda yaşananların etkisini görmeyeceğimizi düşündük. Oysa savaş öyle bir şey değil. Bir yerde patlayan bomba dünyayı sarsmaya yeter; tabii dünya duymak isterse. Sonra komşularımız oldu Suriyeliler. Savaştan kaçıp hayatlarını kurtarmaya çalışan insanlara kötü davrananları gördüğümüz gibi iyi niyetle onlara komşuluk edenleri gördük. En çok kadınların ve çocukların hayatları alt üst oldu, Ege Denizi mezarlığa döndü. Biz rakamlara baktık, bazı fotoğraflar ciğerimize işledi ve uzun süredir yankısının büyük şehirlerde ekonomik olarak görüldüğü ama doğuda görmezden gelemediğimiz bir savaşla yaşamaya başladık. “Bir devletten kendi vatandaşını neden öldürür?” Bu soruyu Halepli bir çocuk, savaşı anlamlandırmaya, olanı biteni anlamaya çalışırken soruyor. Suriye ve Cezayir asıllı İngiliz Sumia Sukkar’ın 2013’te yayımlanan Halepli Çocuk adlı kitabı, Tümay Tin çevirisiyle yayımlandı. Halepli Çocuk, okuru, anlatılan sahneleri gözünde canlandırmasıyla 254 sayfalık kitabı kapatıp kapatıp tekrar açmak zorunda bırakıyor. on dört yaşındaki Asperger Sendromlu Âdem, kendi gözünden savaşı anlatıyor. Âdem annesini kaybetmiş, iki ağabeyi, ablası ve babasıyla beraber yaşayan özel bir çocuk. Her şeyi renklerle anlamlandırıyor, kokulara karşı hassasiyeti var. Annesini kaybedince uzun bir süre gü lümsememiş ama ablası Yasemin onun hayata devam etmesi için elinden geldiğince çabalamış. Âdem bir tek ablasının yanında kendini güvende hissediyor. Ayrıca çok güzel resimler yapıyor. Bir savaşın ne demek olduğunu anlayacak yaşta ama inatla anlamak istemiyor. Korkuyor. Sesler, kokular, insanlar onu korkutuyor. Evde olmak istiyor, evinde siyasetten ve savaştan konuşulmasın istiyor. Halepli Çocuk okunması zor bir roman. Sumia Sukkar, Âdem’in dilinden savaşı anlatmayı, on dört yaşında ve özel bir çocuk olarak her şeyi renklerle ve kokularla betimlemeyi öyle iyi başarmış ki romanı okudukça insanın insanlığa dair tüm inancı sarsılıyor. SAVAŞIN KARANLIK YÜZÜ Âdem, komşularının öldüğünü görüyor; bir evde ölü anne babasıyla baş başa kalan bir komşu oğlu onların yanına geliyor, uzaktan akraba kocasını kaybetmiş bir kadın yerleşiyor evlerine zamanla. Bir ağabeyi ölüyor, diğer ağabeyi bir yığın işkenceye maruz kalıyor, eve döndüğünde artık eskisi gibi olmuyor hiçbir şey hayatlarında. Yasemin ise Âdem’in gözünün önünde götürülüyor. Günlerce evine dönemiyor. Yasemin işkence sırasında yaşadıklarını kendi diliyle anlatıyor. Yasemin’in anlattıklarını okurken etiniz kemiğinizden ayrılıyor. İnsanların bu kadar gaddarlaşabilmesine akıl sır erdiremiyorsunuz. İşkence. Bu kelimenin ağırlığı altında kalıyorsunuz. Bir şekilde kurtuluyor Yasemin o cendereden, içinde tutulduğu hücreden. Evine dönüyor. Evinin darmadağın olduğunu, babasının akıl ve beden sağlığını kaybettiğini görüyor. Ardından ailenin yeni ve kalan fertleriyle Şam’a doğru yola çıkıyor. Yolculuğun çocuk için ne demek olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Âdem her yerde kendine resim yapacak bir şeyler ya da oyun oynayacak birilerini buluyor. Yoruluyor, çıplak ayakları yaralar kabuklar bağlıyor. Yaralanıyor. Krizler, ataklar geçiriyor. Bütün aile her daim sadece dua ediyor. Başlarına ne geldiğini, neden geldiğini anlamaya çalışıyorlar. Savaşın bir tarafının olmadığını bir zaman sonra kanıksıyorlar. Şam’a ulaştıklarındaysa koca aileden geriye sadece Âdem ve Yasemin kalıyor. Kitabın bir yerinde Âdem, “Savaş sevdiklerinizi kaybetmek demek. Barış da savaş bittiğinde elinizde kalan” diyor. Harfler gözünüzün önünde büyüyor, kelimeler anlamlarını yeniden keşfediyor. n Halepli Çocuk / Sumia Sukkar / Çeviren: Tümay Tin / Doğan Kitap / 254 s. ERTUĞRUL ÖZÜAYDIN’DAN “SOKAK KAPISI” ‘Ankara bir göç şehri’ Ertuğrul Özüaydın’ın “Yalnızlık Özgürdür”, “Fesleğen Öğüdü” ve “Eksilir Söz, Kalırsa Şiir Kalır” isimli kitaplarının ardından yeni dizeleri, “Sokak Kapısı” adlı kitapta okurla buluştu. Özüaydın’la şiirleri üzerine söyleştik. NURDANE ÖZDEMIR SAGKAN S okak Kapısı’nın içeriğinden söz eder misiniz? n Sokak Kapısı; şehir izleğinin birleştirici öğelerinden oluşuyor. Şöyle bir göz atılırsa oda, ev, sokak ve mahalle içinde şehir kurgusunun yaratıldığı görülür. Orada şehre ilişkin ne varsa bir nesne olarak kalmadan yaşamsal bağlarıyla dizelerime yansıyor. Doğrusu şiir de kendini gösteren biçimiyle sokaklardan renk alır. Orada şiirsel bakış açısının şehirle kurduğu bir ilişkiden söz edebiliriz. Bunun sonucunda şehir, şiirde değişen niteliğine bürünür. Kitaba bakıldığında, şiir ve şehir arasında bir duygu birliği oluşturma çabası sürdüğüm görülecektir. n Siz şiirle şehri bize, görünenin dışın da farklı bir biçime dönüşmüş olarak mı gösteriyorsunuz? n Şiirde söz ettiğiniz olay, nesne, düşünce ne varsa yalnızca şiir anlamında. Şiirle o şey bir araya gelerek bir bütünlük yaratır ki artık o şeyin kendi olduğu söylenemez. Şiirle onu gerçek kimliğinden ayırarak başka bir şeye dönüştürüp soyutlayabilirsiniz. Söz konusu edilen, ortada bulunmasına karşın başka bir varlığa dönüşebilir. İşte yaşadığınız toprakları şiirinize taşımanız böylesi bir birleştirme yöntemi. Anlatılmak istenen, sizin yaşayıp bildiğiniz ve bilmediğiniz şehirdir. Anımsatmalar, bireysel söylemlerle yazılan başka bir şey. Burada benim yaptığım, yaşadığım şehre bir başka gözle bakmak. Yaşadığım kentle birlikte zaman zaman da memleketim Eskişehir’e uzanırım. Şi irle yolculuğumda ikisinin arasında gidip geldim; hem birleştirici hem de ayrılıkçı yolları deneyerek yazdım. “KÖPRÜNÜN İKİ YAKASINDA GÖRÜNDÜM” n Ankara’da yaşıyorsunuz, doğduğunuz kent Eskişehir; Sokak Kapısı, iki şehirden de izler taşıyor mu? n Doğduğum ve büyüdüğüm iki şehir arasında geçen çocukluk, gençlik ve yetişkinlik zamanlarımı şiirlerime yerleştirdiğimi göreceksiniz. Bozkırın iki güzel şehri çok yönden, birikimleri ve duyarlılığı bakımından birbiriyle benzeşiyor. Ortak değerleri, güzellikleri var. Beni kendine çeken ne varsa görülmesini istedim. İçinde bulunduğum durumu “taşım Ankara olsun, toprağım Eskişehir / taşa kalmayı çizdim / dönülmeyi toprağa” biçiminde yazdım. Bir oraya bir buraya yıllarca iki nokta arasında gezip onların benliklerinde yaşadım ve baktığım noktadan şiirledim. Kimi dizelerde, bile isteye kimi dizelerde ise bilmeden bir köprü kurdum. Köprünün iki yakasında göründüm. Biri ve öteki arasında Sakarya Nehri upuzunve geniş akıyordu. Sakarya Nehri’ne katılan Ankara Çayı ve Porsuk Çayı söz uçmaz kervan geçmez bir şiirimde birleşti. n “Son Göç” adlı şiiriniz bir düzyazı... n İlk meclisin açılıp Cumhuriyet’in ilan edildiği günlerde Ankara, adı öne çıkmayan küçük bir şehirdi ve nüfusu çok çok azdı. Şimdi nüfusu altı milyonu aşmış bir şehirden söz ediyoruz. “Son Göç”te, yıllar içinde gerçekleştirileni anlama ve anlamlı kılma düşüncesiyle cumhuriyet gerçekliğinden yola çıkarak başkentimizi değerlendiriyorum. Hemen hemen hepimiz, Anadolu’nun uzak yakın ili ilçesi köylüğünden geldik bu şehre. Cumhuriyet inancı ve düşüncesiyle bir başka şehre dönüşmesine katkı verdik. Kişi ve şehir arasındaki duygu ve derin zıtlıklar biçimlendirici bir etki taşıyordu. Biraz düzenli biraz kendiliğinden bir gelişme yaşandı. İşte bu nedenle Ankara büyük bir göç şehri. Yazdıklarım düzyazı biçiminde ama yine de şiir denebilir mi, bilmiyorum. n Sokak Kapısı / Ertuğrul Özüaydın / Bilgi Yayınevi / 64 s. 14 28 Haziran 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle