19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> da benim gibi sadece yazmakla kalmayıp o dönemde bölgeye sık gelerek çatışmaları durdurmak için elini taşın altına koyan, çabalayan insanlardandı. “O sesler”i duymaya çalışanlardandı. Surönü Diyalogları o dönem yaptığımız birçok konuşmayı da kapsıyor. Surönü Diyalogları bir Türk’ün yaşananları anlama çabasıydı daha çok. Ve çok kıymetliydi. O Sesler ise bu yakıcı savaşın içindeki insanların yaşamlarını, hissiyatlarını anlama çabası. “HER DİYARBAKIRLI SUR’DAN ÇIKMADIR” n Kitabın sonunda ‘O Seslerin Sahipleri’ başlıklı bir bölüm var. Burada röportaj yaptığınız insanların kimler olduğunu görüyoruz. Din görevlisinden hemşireye, hayatın içinden hemen herkese dokunmuşsunuz. Tüm bu insanları bir araya getiren sadece acıları mı? n Elbette bu insanları bir araya getiren sadece acılar değildi. Birçoğunun mücadeleye bir şekilde devam ettiğini görüyoruz. Bir öğretmen ama öğrencileri için mücadeleye devam ediyor, bazen bir işadamı ama yıkılan 7 bin yıllık kentinin hesabını sormak için mücadele ediyor, imam ise yanık, parçalanmış bedenleri toparlayarak gömmeye çalışıyor, hepsi bir mücadele biçimi. Acı bitmiyor, zulüm bitmiyor ama mücadele de bitmiyor. Bir diğer ortak nokta da her Diyarbakırlı gibi Sur’a âşık insanlar kitabın konuğu. Her Diyarbakırlı Sur’dan çıkmadır zaten. Sur demek, geldiğin yer demektir Amed’de. Sur, Amed’de yaşayanların yuvasıdır. Aslında şahit olunan yuvanın, evin yıkımıdır aynı zamanda. n Son olarak Sur’a ve Sur’un o dönemine dair başka ne türden çalışmalara ihtiyaç var ya da sizin bu yönde ne gibi planlarınız var? n Öncelikle Sur’u ve yaşananları kayıt altına almak çok önemli; filmlerle, fotoğraflarla, yazıyla... Çünkü yirmi birinci yüzyılda Mezopotamya’nın en önemli merkezi olan 7 bin yıllık bir kentin yarısı bombalanarak yıkılmıştır. Size anlatırken bile acı duyuyorum. Mümkün olursa Sur’la ilgili kısa bir film yapma planım var. Bir diğer yapılması gereken, bundan sonraki her türlü yıkıma yüksek sesle karşı çıkmak olmalı. Kimden gelirse gelsin bu yıkım, karşı çıkılmalı, buna karşı örgütlenilmeli. Hükümet Sur’u şimdi de “kentsel dönüşüm” adı altında yıkıyor. Bu çerçevede 2017’de üzerine türküler yazılmış, binlerce yıllık Alipaşa’yı yıktılar. Bu kentsel dönüşüm projesini derhal durdurulması için çabaları yoğunlaştırmak gerekiyor. Sur’un yeniden inşası hükümet tarafından kendi bildiğince yürütülmeye başlandı. Buna karşı durmalıyız. Sur, Dünya Mirası ve tam da bu nedenle yerelin ve uluslararası yapıların birlikte çalışarak ortaya çıkaracağı bir proje üzerinden yeniden inşa edilebilir diye düşünüyorum. n O Sesler / Nurcan Baysal / Çizimler: Seywan Saedian / Dipnot Yayınları / 168 s. ‘O sesler’i ben de duymuştum Nurcan Baysal, yüz gün boyunca Sur’un bombalanmasını, sokak çatışmalarını, ölümleri, hendekleri, ablukayı, evlerini terk edenleri, evlerinin içinde öldürülenleri, sokaklarda kalan ölüleri, yıkımı; farklı insanların, farklı kesimlerin diliyle, bakışıyla, sözleriyle anlatıyor. OYA BAYDAR N urcan Baysal’ın yeni çıkan O Sesler kitabını nasıl adlandırmalı? Anlatı mı, belgesel mi, günce mi yoksa Diyarbakır Suriçi’nden ve bütün bölgeden yükselen bir çığlık mı? Resmî tarihin yalanlarına, iktidarın gerçekleri karartma çabalarına, hafızamızın unutkanlığına, vicdanlarımızın suskunluğuna karşı bir çığlık, yakılıp yıkılan Sur’a bir kızının ağıt. Hepsinden önemlisi tarihe cesur, namuslu, vicdanlı bir not düşme. 20 Aralık 2015: Diyarbakır’da Sur bölgesinde 6. Sokağa çıkma yasağının 18. Günü. “Şehir günlerdir bombardıman altında. Bom! Bom! Bom... Bugün atılan 18. Bomba... Çocuklar gökyüzüne bakıyor. Bomba seslerinin yanı sıra silah sesleri de geliyor. Daha çok taramalı tüfek gibi. Tak tak tak tak... Bom! Bom! Bom... 22. Bomba. Çalışmaya devam edemeyeceğim. Büromdan çıkıyorum.” Böyle başlıyor, böyle sürüyor Baysal’ın anlatısı. Sur insanlarının, Diyarbakırlıların ağzından izliyoruz o günleri: “Kar yağıyordu. Kar, o kış Surlulara acımadı. Bom! Bom! Bom! Tak tak tak tak... Dün gece yoğun bombardıman vardı. Sur’a 8 km uzaklıktaki evimde bile uyuyamadık. İlk başlarda şehrin bombalandığını gizlemeye çalıştım çocuklardan. Sonra küçük oğlum Aras, bir gün ‘Anne devlet bizi bombalıyor, senin haberin yok mu?’ deyince çocuklara yalan söylenemeyeceğini tekrar hatırladım. Bugün yeni yıl, 31 Aralık 2015. Sokağa çıkma yasağının 29. Günü. Bomba sesleri arasında yapıyoruz keklerimizi. Bombardımandan dolayı Sur’u terk etmek zorunda kalan ailelerinin çocuklarını şehrin başka bir semtinde biraraya getirecekler...” DİYARBAKIR İNSANININ SESİ Diyarbakır’a yoğun kar yağıp da havaalanının kapandığı 30 Aralık gecesi ben de oradaydım. Olayları kendi gözlerimizle görmek, gerçeği öğrenmek, insanlarla dayanışmak için yüz kişilik bir sanatçı, yazar, aydın, insan hakları savunucusu heyetle birlikte gelmiştim. Biz de o sesleri duyuyorduk; kahroluyorduk. Biraz yardımcı olabilmek, en azından Suriçi’nde vurulup sokaklarda kalmış ölülerin cesetlerinin ailelerine teslim edilmesini sağlamak için umutsuzca çabalıyorduk. Benim Surönü Diyalogları kitabım, “31 Aralık 2015/ Diyarbakır Surönü: Surların, güllerin, çiğnenmiş çimenlerin, yıkık duvarların, delik deşik asfaltın üzerine kar yağıyor” diye başlar. Kitabın ikinci bölümünün başlığı ‘Sesler’dir. “Art arda ateşlenen silahlardan çıkan mermi sesleri şehri sarıp sarmalayan beyaz sessizliği yırtıyor. Alaca sabahta o seslerle uyandığımda anlamamıştım; yüzlerce ağaçkakanın ahşabı bite viye gagalarken çıkardıkları tak tak taklara benziyordu ya da yüksekçe bir yerden fırlatılan kalasların yere düşerken çıkardığı tok sese” der diyalogların Batı’dan gelen sesi. “Burada küçük çocuklar bile ayırt edebilirler hangi tip sesin hangi silahtan çıktığını. Yere düşen kalas sandığın gürültünün toptan mı, bazukadan mı geldiğini, ses bombasıyla gaz bombasının farkını herkes, hepimiz biliriz” diye cevap verir Diyarbakırlı arkadaşı. Bu satırları kendi kitabımdan, Surönü Diyalogları’ndan söz etmek için değil, dışardan bakanla içerden olanın: Orada o korkuları, o yıkımı, o acıları yaşayanın farklı bakışının, farklı algısının, farklı duygularının altını çizmek için yazıyorum. O Sesler’de “içerdeki”nin, o günleri yaşamış ve yüreğinin taa derinliklerinden yaralanmış Diyarbakır insanının sesini duyuyoruz. Çaresizlik, öfke, umutsuzluk, korku, tepki, isyan, güvensizlik, yürek sızısı, yardım feryadı, hepsi birbirine karışıyor ve biz “dışardakiler”i sarsıyor. AYNI KÂBUS GÜNLERİ... Nurcan Baysal, yüz gün boyunca Sur’un bombalanmasını, sokak çatışmalarını, ölümleri, hendekleri, ablukayı, evlerini terk edenleri, evlerinin içinde öldürülenleri, sokaklarda kalan ölüleri, yıkımı; farklı insanların, farklı kesimlerin diliyle, bakışıyla, sözleriyle anlatıyor: Yoksul mahallelerde, okullarda, hastanelerde, çarşıda pazarda, korunaklı lüks sitelerde, daracık Sur sokaklarında, camilerde nasıl yaşandı o günler? Kendisi de bir Sur çocuğu olan yazar, bomba seslerinin altında dolaşıyor şehrini. Kendisiyle ve insanlarla konuşuyor. Lice’de 1992’de köyleri yakılınca Diyarbakır’a gelip Sur’a yerleşen bir ailenin Sur’da doğup büyümüş oğlu Mehmet, Suriçi’nde yaşayan dört çocuklu Saniye, zenginlerin yaşadığı Dicle Vadi Evleri’nde oturan Songül ve aynı siteden avukat Nergiz, öğretmen Nevin, bir hastanede çalışan Diclekent’te oturan Arin, Suriçi’nin yıkılan ve hâlâ yasaklı olan Hasırlı mahallesinden, kardeşi Suriçi’nde öldürülen Salih, üst gelir grubunun yaşadığı bir sitede oturan işadamı Fırat, kapıcı Şerif, dinadamı Ramazan, Sur’da kuyumculuk yapan Abdullah, hemşire Azize, Suriçi’nde otoparkçılık yapan Hasan ve yazarın kendisi. O Sesler’de; hepsi aynı kâbus günlerini kendi açılarından ve acılarından anlatırken biz dışardakilere, özellikle Batı’ya, algı operasyonları ve yalanlarla karartılmış dünyamıza alışılmış şablonların ötesinde bir bakış açısı getiriyor. Özellikle çatışmalar sırasında ve sonrasında olup bitenleri farklı yorumlasalar da hendek çatışmalarına, örgüte, hatta önlemekte ve çocuklarına sahip çıkmakta yetersiz kaldıkları için kendilerine eleştiriler getirseler de ortaklaştıkları nokta; o çocuklar, ölen o insanlar bizim çocuklarımızdı, yakılan yıkılan mahalleler bizim yurdumuzdu, ocağımızdı oluyor. Devlet isteseydi böyle olmazdı, devlet bizi düşman gördü, “Devlet Kürdün izini silmeye çalışıyor bu topraklarda” algısı ve artık ortak bir yaşamın mümkün olmadığı duygusunun kederi yansıyor cümlelerinde. O Sesler’in son satırları 16 Haziran 2017’de yazılmış. Yazar, hâlâ yasaklı olan mahallelerin boşaltılıp yerle bir edildiği Sur’a yüksek bir binanın üst katından bakıyor: “Karşımda koca bir düzlük var. Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin ve Kürtlerin birlikte yaşadığı Xançepek (Gavur Mahallesi) artık koca bir düzlük; ortak tarihimiz yok artık. Düzlüğün içinde yeni karakollar yükseliyor.” Surönü Diyalogları’nın son bölümü ise 1 Nisan 2016 tarihini taşır. “Veda” bölümüdür bu. Batı’dan gelen Türkle Diyarbakırlı Kürt arkadaşı veda eder birbirine. Hüzünlü bir vedadır bu. Birbirlerinden kopamayan ama bir arada yaşamayı da başaramayan iki sevgili gibi: “...Baharda yeşil çayırlarda açan sarı papatyalar, kırmızı gelincikler hep seni hatırlatacak bana. Bütün karlı dağlarda seni göreceğim. Ne zaman senin dilinde konuşulduğunu duysam yüreğim kalkacak. Surdibi’nin gülünden kızıl bir gonca koparıp ver bana, Sur’un kanayan yüreğini hiç unutmamam için.” Dışardan gelenle içerdeki aynı buruk ve hüzünlü duygularda buluşur. Hâlâ umut beslemek isterler... O Sesler’i okuyun. Baştan reddetmeden, yüreğinizi açarak duygudaşlıkla birbirimizi anlayabilmek için. Ortak gelecek umudu, birbirimizi anlayabilmekte saklı. n KITAP 1328 Haziran 2018
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle