27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ALTAY ÖKTEM’DEN “THOMAS DÜŞERKEN” Uçurumun kenarına yolculuk “Thomas Düşerken” türlerin hudutlarına hapsedemeyeceğimiz bir roman. Gizem, yeraltı, hatta bir nebze de olsa fantastik gibi türlere yaklaşır gibi yapıp aynı hızla uzaklaşan öykünün türünü yaftalamak zor. YANKI ENKİ yankienki@yahoo.com A ltay Öktem’in 2015’te yayımlanan romanı O Adam Babamdı tanımlaması güç bir eserdi. Yazar, yer yer bir gizem ya da suç öyküsü, yer yer de ironik bir antikahraman anlatısına dönüşen romanda rahatsız edici unsurlarla süslü bir babaoğul ilişkisinin karanlık dünyasına götürmüştü bizi. Türler arası sınırların inceldiği bu kitapta intikam ve yüzleşme gibi temalar öne çıkıyordu. Öktem’in son romanı Thomas Düşerken de tıpkı O Adam Babamdı gibi türlerin hudutlarına hapsedemeyeceğimiz bir roman. Yukarıda dediğimiz gibi gizem, yeraltı, hatta (bir nebze de olsa) fantastik gibi türlere yaklaşır gibi yapıp aynı hızla uzaklaşan öykünün türünü yaftalamak zor. Belirli noktalarda düşselliğin ortaya çıktığı, kimi zaman da gerçekçi bir maceranın ağır bastığı, bizi şüpheye, çelişkilere, kararsızlıklara sürükleyen, akıl ve mantığın sınırlarını zorlayacak ölçüde tuhaf, ters köşelerle dolu bir öykü anlatıyor Öktem. Gerçeklik ve kurgu arasındaki ilişkinin çukurlarını ve zirvelerini gösteren, bizi kimi zaman kurgunun uçurumundan aşağı yuvarlayan kimi zaman da kanatlandırıp hakikatin göklerine yükselten romanı okumak, postmodern zamanlarımıza yakışan bir okuma deneyimi. Kurgu ve gerçeklik arasındaki alışverişi edebiyatın konusu yapan, bizi bulmacalara davet edip zihnimize akıl oyunları işleyen romanlara alışığız, iyi örneklerini de biliyoruz ama Thomas Düşerken hem içerik hem de öyküsünü işleyiş biçimi olarak çok da eşi benzerine rastladığımız bir eser değil. Roman bittikten sonra değil, henüz okurken kafamızdaki soru işaretlerinin ağır geldiği, daha doğrusu hafif olduğunu sandığımız için birden ağırlığı altında ezildiğimiz soru işaretlerinin üst üste bindiği, makul bir açıklama beklentisi Akıl ve mantığın sınırlarını zorlayacak ölçüde tuhaf, ters köşelerle dolu bir öykü anlatıyor Altay Öktem. yerine duraksamalarla okuyacağımız bir kitap. Kısacası Altay Öktem, hem kurguya hem de gerçekliğe olan inancımızı eşit derecede sorguluyor bu romanda. “Bu romandaki kişiler, mekânlar ve olaylar tamamen gerçektir,” diye başlayan eser, Alp Dağları’nda çekim yaparken uçurumdan yuvarlanarak ölen fotoğraf sanatçısı Thomas Dumas’ın hayatını ölmeden önce son çektiği karenin ışığında, onun hakkında bir çalışma yapan İsveçli sanat eleştirmeni Anders Bauman’ın gerçeklik ve hayal arasında gidip gelen tekinsiz öyküsüyle birlikte anlatıyor. Thomas ve “şüpheli” anlatıcımız Anders’in yanına, Dumas’ın çektiği o ölümcül son karede modellik yapan Maria Saura’nın eklenmesiyle üçgen tamamlanıyor. Dumas’ın sapkınlığının farklı bir ahlak anlayışına tekabül ettiğini öğreniyoruz Anders Bauman’dan: “Onun hiçbir değer yargısı, hiçbir inancı yoktu ki! Mutlak olan, kutsal olan bir şey yoktu onun için. Bir şeye inanmaya başladığında, inandığın şeyi yok etmiş olursun. Deşifre edilmiş bir inanç, inanç değildir,” diyor Bauman. Yazar bu cümlelerle sadece Dumas’ın antiahlakçılığını anlatmıyor, kurguyla kurduğumuz inanç ilişkisini sorgulamamız için hazırlık yapmaya da davet ediyor bizi. THOMAS’I SÜRÜKLEYEN DUYGU Çevresi tarafından sapkın olduğuna inanılan ve bu yüzden zamanında yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalan Thomas Dumas, on yaşındayken aniden konuşmayı bırakmış ve hayatı boyunca susup sadece çektiği kareler aracılığıyla iletişim kurmuş biri. Kollarını kullanma yetisini kaybettiği için ayaklarıyla fotoğraf çeken ve rahatsız edici eserleri nedeniyle akıl mantık diyarlarından sürgün edilen, laneti ile şöhreti birbirine girmiş bir sanatçı. Kimilerine göre erotik, kimileri için ise “insanı kendi ruhundaki şiddetle yüzleşmeye davet eden tahrik edici” fotoğrafların sahibi. Ona poz veren son kişi olarak tarihe geçen Maria ise kendi ülkesi İspanya’dan günahkârlıkla suçlanıp sürgün edilmiş bir model. Dumas’ın çekerken öldüğü son fotoğrafı anlatırken “Bu kareyi, ancak uçurumun tam ucundan” çekmesi gerektiğini belirtiyor Maria. İşte böyle, ancak ölümcül bir açıdan çekilen bir fotoğraf karesiyle, uçurumun dibinde buluyor kendini Thomas. Biz de o açıyı yakalamaya çalışıyoruz roman boyunca. Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine (Agora Kitaplığı, 2008, Çev: Osman Akınhay) başlıklı kitabında fotoğraf ve ölüm arasındaki alışverişi şöyle dile getiriyordu: “Bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun, vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliğine... dâhil olmaktır. Söz konusu ânı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar.” Thomas Dumas da ayaklarıyla çektiği o son kareyle hem kendi ölümüne hem de onun hayatını bir roman boyunca dilimleyecek olan anlatıcımız Anders’in uçuruma sürüklenen hayatına müdâhil oluyor. Thomas’ın ölümüyle hayatları kesişen Anders ve Maria gizemli bir ağın içinde savrulmaya başlıyor. Maria’yı görmek Thomas’ın yerine geçmek de mek bir bakıma, kısa bir anlığına da olsa onun gözlerinin, zihninin yerine geçmek anlamına geliyor Anders için. Belki de Maria’nın belirttiği gibi fotoğrafçının öldüğünü, uçurumun dibini boyladığını kabullenemiyor anlatıcımız. Belki de kabullenebilmesi için o uçurumdan onun da yuvarlanması ve Thomas’ın son ânında gördüğü manzaraya tanık olması gerekiyor. Maria ve Anders’in uçuruma kıyısında bitecek tuhaf yolculuğu başlıyor böylece. Thomas’ı uçurumdan aşağı sürükleyen duygu neydi? İşte bu soru, anlatıcımızın başına çok dert açıyor. HAKİKATİN KIYISINDA... Dumas’ın hayaletinin peşine düşen ikilinin yolu garip bir biçimde İstanbul’a da düşüyor. Neredeyse tarihsel/belgesel bir şekilde ilerleyen kurgu yavaş yavaş tekinsiz bir gizem/macera anlatısına dönüşüyor. Marjinal fotoğrafçının bir zamanlar İstanbul’a da geldiğini öğreniyoruz ve takibin boyutu değişiyor. Adım adım Thomas’a yaklaşması gereken çift, tam aksine birbirinden ayrı düşmeye başlıyor ve takip eden ile edilen birbirine karışıyor. İzler iç içe geçtikçe Thomas Dumas’ın lanetinin süslü bir yakıştırmadan ibaret olmadığı ortaya çıkıyor. Hakikatin kıyısına yaklaştıkça gerilim artıyor ama oraya ne kadar yaklaşıyoruz, o da ayrı bir gerilimin konusu. Thomas, Maria ve daha sonra karşımıza çıkan ve kaderleri gereğinden fazla birbirlerine bağlı karakterlerin hepsinin, anlatıcımızın yanılsamalarla dolu düşsel dünyasına ait olup olmadığını sorgulamaya başlıyoruz bir noktada ama bu nokta romanın son noktası değil. Altay Öktem’in kitabın finalinde tekrar tarihsel/belgesel unsurlar ile kurgusal unsurları girift bir şekilde yansıtmasıyla şüphelerimizi, belki de kitabın en başına dönerek elekten geçirmemiz gerekiyor. Az önce atıfta bulunduğumuz Susan Sontag şunu da belirtiyordu kitabında: “Mallarmé, dünyadaki her şeyin bir kitapta sona ermek için ortaya çıktığını söylemişti. Günümüzdeyse her şey bir fotoğrafta sona ermek için vardır.” İşte Altay Öktem, Thomas Düşerken adlı romanıyla bu iki cümleyi bir potada eritiyor sanki. Bir kitapta sona erecek bir öyküyü, yani bir sanat eleştirmeninin gizemli öyküsünü, bir fotoğrafla sona ermiş olan bir hayatın, uçurumdan aşağı bırakılmış bir fotoğraf karesinin, ölümle yüzleşmiş bir bakış açısının paralelinde anlatıyor. “Şöyle düşünün,” diyor Öktem nihayetinde ve romanın muğlaklığını pekiştiriyor bizim için: “Belki içinde olmayı arzu ettiğim, yetişmeye çalıştığım bir fotoğraf karesi vardır, kim bilir?” n Thomas Düşerken / Altay Öktem / Can Yayınları / 160 s. 6 4 Ocak 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle