Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
‘Bizi öldürmekten başka ne yapabilirler ki...’ Pablo Neruda Yirminci yüzyılın önde gelen şairlerinden, 1971 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Pablo Neruda’nın başyapıtıdır “Canto General”. Yirminci yüzyıl dünya şiirinde yalnızca Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”yla karşılaştırılabilecek, 560 sayfalık bu yapıtta Neruda, yalnız ülkesi Şili’nin ve kendi tarihinin değil, bütün Latin Amerika’nın destanını yazmıştır. Bu büyük yapıttan bazı şiirleri, Şiir Atlası okurlarıyla paylaşıyoruz. PABLO NERUDA / ŞİİRLER ÇEVİREN: AYTEKİN KARAÇOBAN CARACAS’A, MİGUEL OTERO SİLVA’YA MEKTUP (1948) Nicolas Guillen(*), giysisi üstünde, gözlerinde görünmez sözcüklerle yazılı mektubunu getirdi. Ne kadar neşelisin Miguel! Ne kadar neşeliyiz! Alçıya alınmış ülserli bir dünyada bizden başka, tükenmez sevincimizden başka şey yok. Önümden geçer karga ve bana kötülük edemez. Akrebi gözlüyorsun sen, gitarını parlatıyorsun. Yırtıcılar arasında şarkı söyleyerek yaşıyoruz ve bir insana, inandığımız bir varlığın özüne dokunduğumuzda bayat bir pasta gibi dağılıyorsa insan Venezuelalı mirasında derliyorsun kurtarılabilen ne varsa, yaşamın korunu savunurken ben. O ne sevinç öyle, Miguel! “Neredesin birader?” diye soracaksın şimdi, hükümete yalnızca yararlı ayrıntıları verirkendiyeceğim ki: Yaban taşların bol bulunduğu bu kıyıda tarlalar ve deniz birleşiyor, dalgalar ve çamlar, fırtına kuşları ve kartallar, köpük ve çayır çimen. Çok yakından gördün mü bütün bir gün nasıl uçtuklarını deniz kuşlarının? Sanırsın gittikleri yerlere dünyanın mektuplarını götürmekteler. Pelikanlar rüzgârın gemisi gibi geçerler, ok gibi uçarlar öteki kuşlar ve And kıyılarındaki turkuvaz iple ölü kralların, prenslerin haberlerini taşımaktalar, yuvarlak beyazlıklarıyla geçmekteler martılar da. Miguel, ne kadar mavi yaşam içine aşkı ve kavgayı, ekmek olan, şarap olan sözcükleri, henüz kirletemedikleri sözcükleri koyduğumuz zaman, sokağa çıktığımız zaman şarkılar ve tüfeklerle. Miguel, yenemezler bizi. Bizi öldürmekten başka ne yapabilirler ki, öyle olunca da iş kötü onlar için, yapacakları tek şey evimizin karşısında bir apartman kiralamak ve bizi izlemektir bizim gibi gülmeyi ve ağlamayı öğrenmek için. Her yanımdan fışkıran aşk şiirleri yazdığımda ve üzüntüden geberirken aylak, terk edilmiş, abece atıştırırken: “Aman ne büyüksün, ey Yazartanrı!” diyorlardı bana. Hayır, Yazartanrı değilim: yaşama gelince, yakaladım onu, önünde kamp kurdum, yola getirmek için sarıldım sımsıkı, sonra maden dehlizlerine gittim öteki insanların nasıl yaşadıklarını görmeye. Ve çıktığımda acıyla, pislikle boyalı ellerimi kaldırdım, altın sicimler üstünde gösterdim: “Cinayette suç ortağı değilim” dedim. Boğazlarını temizlediler, darıldılar, artık selam vermez oldular, bana Yazartanrı demekten vazgeçtiler, sonunda küfretmeye vardırdılar işi ve bütün polisleri peşime saldılar, artık bir tek metafiziğe gömülüp gitmemiştim iyi ki. Fethetmiştim sevinci. O zamandan beri deniz kuşlarının uzaktan getirdikleri mektupları okumaya kalkarım, mektuplar ıslak geliyor, usul usul çeviriyorum yazılanları, usul usul ama emin: Bu tuhaf işte bir mühendis kadar titizim ben de. Ve birden pencereye koşuyorum. Otun ve kayaların uzaklığı tertemiz bu saydam karede ve sevdiğim şeyler ortasında böyle çalışıyorum, dalgalar, taşlar, eşekarıları ortasında, deniz mutluluğuyla esrik. Ne var ki neşeli olmamız hoşlarına gitmiyor, sana babayiğit rolü verildi: “Bundan yararlanmayın ama. boş verin gitsin” dendi ve beni böceklerle iğnelemek istediler gözyaşları arasında boğulayım diye ve nutuk çeksinler diye mezarımın başında. Anımsıyorum da bir gün güherçilenin kumlu pampasında beş yüz grevciydiler ve Trapaca yakıcıydı akşam. Bütün kumu ve kanayan çölün kuru güneşini topladıkları zaman yüzler yüreğime geldiğini gördüm eski bir sevdanın. Tuzlaların kederinde, o bunalım saatinde, kavganın o kritik anında yenilecektik belki, madenlerden gelen solgun yüzlü bir kız kristalin ve çeliğin birleştikleri yiğit bir sesle senin eski şiirlerinden birini okudu, hani o, ülkemin, Amerika’nın işçilerinin ve köylülerinin kırışıklı gözleri arasında yuvarlanan şiirini. Ve şarkının bu kırıntısı parladı birden bire ağzımda kızıl bir çiçek gibi, kanıma indi senin sözcüklerinden doğup taşan bir sevinçle doldurarak yeniden. Seni düşündüm, acı Venezuela’nı. Çok oluyor, bir öğrenci görmüştüm, bir generalin zoruyla zincirlerden bir işaret taşıyordu ayak bileklerinde, birbirlerine zincirlenen insanların yollarda nasıl çalıştıklarını anlatmıştı, ölünüp gidilen zındanlardan sözetmişti. İşte budur bizim Amerika’mız: parçalayan sulu ve kelebek takımyıldızlı bir ova (bazı yerlerde zümrütler elma büyüklüğündedir) ne ki gece ve ırmak boyunca kanayan ayak bilekleridir: Eskiden petrolden kanardı, şimdi güherçileden kanıyor iğrenç bir zorbanın ölsün diye, kemiklere karışsın diye ülkemin çiçeğini soktuğu Pisagua’da. Ve sen bunun için şarkı söylüyorsun yaralı ve kırık Amerika kelebeklerini titretsin, cellatların ve tüccarların elinde cezanın pıhtılmaşmış kanı olmadan zümrütlerini toplasın diye. Anladım Orenok’un yanında kendinden emin şarkı söylerken, evine şarap alırken, yerini kavgada ve sevinçte alırken dönemimizdeki bütün şairler gibi geniş omuzlarınla açık renk giysiler ve yürüyüş ayakkabılarıonca sevinçli olmanı. O zamandan beri bir gün yazacağımı düşündüm ve Guillen geldiğinde senin üstüne nice öyküyle, giysisinden taşan ve çatımın kestane ağaçları altına yayılan nice öyküyle: “Tam zamanıdır” dedim kendi kendime, ne ki kalemi almadım elime. Bugün direnemedim: Penceremin altından binlerce kuş uçuştu, toprağın kıyılarına taşıdıkları ve sonunda döküp saçtıkları, kimsenin okumadığı bu haberleri topladım. Herbirinin üstünde senin sözcüklerini okudum, yazdıklarıma, düşlediklerime ve türkülediklerime benzeyen ve burada bitiriyorum bu mektubu pencereden dünyaya, varlığımıza bakmak için. (*) Nicolas Guillen: Küba’nın ulusal şairi. 1902’de Camagüey’de doğmuştur. Müzikli ve popüler şiirlerinde, devrimden önceki Kuzey Amerika emperyalizmini ve diktatörlük altındaki Küba’nın durumunu yansıtmıştır. Batista yönetimin kara günlerinde Paris’te sürgündeydi. “Ses Motifleri” (1930), “Songoro Cosongo” (1931), “West Indies Ltd.” (1934), “Bütün Ses” (1947), “Halk Uçuşlu Güvercin” (1958), “Sahibim” (1963) adlı yapıtların yazarıdır. n 18 19 Ekim 2017 KITAP