27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> gelecek. Hepsini düz bir çizgi üzerinde anlattım. Ayrıca bir metni bozmak, zaaflarını bizzat kendim dile getirmek gibi bir iş yüklendim. Zaten bir yanıyla benim değil o genç kızın yazdığı roman gibi. Belki o. Bütün bu şüphelere ve akışa sanırım sizin bu güzel sorunuzun cevabıyla vardım. Bugün ve geçmiş arasında devletin, siyasetin hiç bedel ödemediği bir coğrafyada salınıp duran bir roman bu. Babaannenin acılarıyla geçmişte bir şehrin yaşadığı en büyük talana 67 Eylül olaylarına göbekten bağlı mesela. Yunus’un emekçi annesinin ölümündeki hikâyeyle toplumun yoksul kesimine dayatılan acılara... n Acıdan söz açılmışken oradan devam edelim... Acı mı birleştirmeli bizi sizce tıpkı Yunus ve Ağaçtaki Kız gibi? Ya da acı bir araya gelebilmek için doğru bir zemin mi? Çünkü kahramanlarınızı bir araya getiren rastlaşmalarından çok sıkıntılarının ortaklıkları... n Evet. Ben Gezi’de yanyana durduğum bütün insanlarla kardeşim. Berkin Elvan’ın cenazesinde yürüdüğüm, Ali İsmail’in duruşma kapısında beklediğim, Nihat Kazanhan davasını takip ettiğim insanlarla kardeşlik duygusu taşıyorum. Yaşanan acılar üzerinden hepimiz kardeş, arkadaş olduk. Romanda zaten iki genç birbirlerini önce tartar. Bu önemliydi benim için. Umulmadık bir yerdeki karşılaşmalar, bu iki genç âşığın başına gelen küçük bir mucizeydi. Öteki türlü aşk da mümkün olmazdı. n Bir diğer ortak nokta da Amy Winhouse. Özellikle belli bir yaş grubunun ikonu. Sizce neyin karşılığı ki Winehouse, yaşamını yitireli epey olmasına karşın hâlâ etkisini sürdürebiliyor ve Gezi merkezli bir romanın sayıklaması haline gelebiliyor? n Kaybedenlerin simgesi. İstediğin kadar yetenekli ve derin hislerle donanmış ol, dünyanın en güzel şeylerini içinden söke söke çıkar, bu hayat payeyi oyunun kurallarını bilenlere veriyor. Amy gibileri silkeleyip atıyor. Roman kahramanım, ailesi, sevdikleri hepsi birer kaybeden. Amy bu hikâyeyi taçlandıran bir azize oldu. Kaybedenlerin azizesi. “AĞAÇLARA VE FEMİNİSTLERE ÇOK ŞEY BORÇLUYUZ” n Romanın dikkat çeken yanlarından önde geleni şüphesiz dili. Okuyan herkesin ilk bakışta bir Şebnem İşigüzel romanının içinde olup olmadığını sorgulatacak denli uçuşan bir dil bu. Fakat sayfalar ilerledikçe görüyoruz ki bu dil aslında özel bir yapı. Ayrıca üstüne ciddi bir emeğin de kokusu sinmiş. Kendini yaratan bir dil mi bu? Yoksa kendini yazarına dayatan bir dil mi? Gezi’nin bu noktada romana katkısını da merak ediyorum ayrıca... n Aslında en başta çok korktum. Kızın frekansına girdiğimi anladığım anda rahatladım. Kahramanınız size teslim olmadan önce sınar sizi. Bu kız başka türlü anlatıyordu. Başka türlü anlatmak istiyordu. Bir anlatıcıyı reddediyordu. En fenası ona hayat veren benimle inatlaşıyordu. İlk bölümü yazarken öyle tuhaf hisettim ki kendimi, bu durumu sonra çözdüm. Tıpkı o kız gibi korkmuş, korkumdan dökülmüş tüm. Çenem takırdarmış gibi konuşuyor, öyle yazıyordum. Ya ben ona ya o bana teslim oldu ya da uzlaştık, bilmiyorum. Bir süre sonra kendisinin de bir roman yazdığını, yazmaya meraklı olduğunu anlayınca arkama yaslandım. Bu pekâlâ onun yazdığı bir şey olabilirdi. Metni bozmak hoşuma gtiti. Çünkü bunca zaman; Çöplük’te, Resmigeçit’te, Kirpiklerimin Gölgesi’nde, Venüs’te bir tür yazarlık gösterisine soyunmuştum. Gözyaşı Konağı ve bu roman bizzat kahramanlarımın kaleme aldıkları romanlarmış gibi olsun istedim. Gezi’nin kıpır kıpır ve mizah dolu diline hayran olmuştum tabii. O güncel dili yeniden doğurmak istedim. n “Bir ailenin hikâyesi eninde sonunda kadınlarının hikâyesidir,” diyorsunuz romanın bir bölümünde. Hiç itirazım yok, dahası bir toplumun hikâyesini de kadınlar üzerinden okumak gerektiği kanısındayım. Romanda, siz de bunu yapıyorsunuz. Sormak istediğim şu: Aile toplumun nasıl bir yüzünü yansıtıyor ki bize kadınlar bu yüzün hep karanlık tarafında kalıyor? n Bütün toplum tavuğun iyi tarafının erkeklere servis edildiği yemek masasında oturmaya devam ediyor. Varsın kızlar mutfakta erkeklerden kalanları kemirsin. Toplumun eğitimli tarafında da aynı şey, bu hiç değişmiyor. Kadın ezile ezile, sömürüle sömürüle aile içinde öyle bir şeye dönüşüyor ki öğrenilmiş çaresizlik hırkasını üzerine geçiriyor. Böyle olunca güçlüye hayranlık duyan kadınlar tarafından yetişitirilenler el birliğiyle bizleri karanlık tarafta saklıyor. O kadınların yerinde kim olsa yenilir, yorgun düşer, pes eder, yetti artık der ve teslim olur. Buna rağmen ben kadınların gücüne inanıyorum. Türkiye’deki feminist hareketin gücüne inanıyorum. Bir feminist olarak feministlerin, Türkiye’deki feminist grupların hepimiz adına yaptıklarına, direnişlerine, her olayda ilk tepkiyi ortaya koymalarına hayranım. Pek çok eylemlerine katılmaya, yetişmeye gayret ediyorum. Ağaçlara ve feministlere çok şey borçluyuz. n Son olarak şunu öğrenmek isterim; Ağaçtaki Kız ne öğretti size?? n Romanın bir yerinde Amy Winehous için söylediği şeyi öğretti: “Yaşasaydı hayat ona nasıl yaşaması gerektiğini öğretecekti.” Bazen ben de kendimi çaresiz, yenilmiş, defalarca hayal kırıklığına uğramaktan bezmiş, bitik hissediyorum. Bazen vazgeçmek, vazgeçmeyi bilmek gerekiyor. Bu söylediğim toplumsal meselelerde değil tabii. Kişisel, özel hayatta olan şey... Romancı olarak dili eğip bükebileceğimi, istediğim kaba dolabileceğimi gördüm bu romanı yazarken. O kız olmak, onun zihninde dolaşmak güzeldi. Zihin sesizdir ama sesini duyurana kadar hiç susmaz. Başka kahramanlara onun sesinden ses vermeyi sevdim. İlk defa kahramanıma fazla fazla teslim olarak yazdım romanımı. Ve kahramanımın şu dediğini: “Bir kalp, bir kitap gibi önünüze açıldığında, bir ağaç gibi yaprak yaprak dallandığında onun her bir parçasında bütün insani duygulara rastlayabilirsiniz.” n Ağaçtaki Kız / Şebnem İşigüzel / Can Yayınları / 360 s. KItap 1129 Aralık 2016
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle