Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
msaslankara@hotmail.com.tr dile Dgieldzeenn taönyıkkülınğüı.n.. Bütün sanatlar insanlık tarihindeki toplumsal dönüşümlerle dönemsel eğriler kadar farklı iniş çıkışların, içe kapanışla dışa açılışların da yansıtımını yapıyor kuşkusuz. Sanatsal tanıklık da bu bağlamda öne çıkıp kendini gösteriyor. Hatta yazın sanatlarında neredeyse birer yazılı belge haline geçiyor. Ne var ki bu, kuru kuruya tanıklık değil. Dönüştürülüp soyutlayımdan geçirilmiş, artık bütün zamanlara seslenirlik kazanmış bir aynalık yine de… A lice Munro (d.1931) ile Raymond Carver (19381988), bizdeki 1950 kuşağı öykücülerinin dengi sayabileceğimiz ilki Kanadalı ötekisi ABD’li Amerikalı iki yazar, önemli iki öykücü… Her iki yazarın da önceki kitaplarına yer açmıştım Kitaplar Adası’nda. Tümü de Can tarafından yayımlanan bu kitapları sıralayalım önce. Munro imzalıları, Bazı Kadınlar (2011), Çocuklar Kalıyor (2012), Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik (2013), Firar (2014), Sevgili Hayat (2014)… Carver imzasını taşıyanlar ise Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? (2012), Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz (2013), Katedral (2014), Fil (2015)… Son olarak yine Can’ın yayımladığı iki Munro’yla bir Carver daha eklenmiş oldu kitapçı sergenlerine. Munro’dan Gençlik Arkadaşım (Çev.: Erhun Yücesoy, 2016), Castle Rock Manzarası (Çev.: Roza Hakmen, 2016); Carver’dan ise Azgın Mevsimler (Çev.: Ayça Sabuncoğlu, 2016)… Bu iki yazarın söz konusu üç kitabını masama alarak bunlarla ilgili diziyi bütünlemeye girişelim istiyorum… RAYMOND CARVER: “AZGIN MEVSİMLER” Gelecek kaygısı, Carver öykülerindeki ana izlek bağlamında bu anlatıları neredeyse ipotek altına almış, ötesinde öykü evrenlerinden karakterlere, öykü gereçlerinden öğelerine her yana âdeta karabasan halinde sinmiş hatta bunların üzerine çökmüşçesine görüntü veriyor. Bu nedenle “acı”, “çözümsüzlük” bunlarda ana karşılayıcı olup çıkıyor. Onun içindir ki insan onurunu kemiren yaşam savaşımı, insanın varoluş kavgası her satırda, üstelik tragedya gerçekliği halinde yeniden yeniden okurun önüne geliyor. Carver’ın kişileri öykülerde hep bölünük karakterler olarak yansıtılıyor. Aynı karakter, birer değişke havasında aynı öyküde bile birden fazla görüntü verebiliyor. Bir yanılsama bu. Şizoid parçalanmadan söz edilemez elbette ama öykü kişilerinin geçmişlerinden, gününden, geleceğinden aktarılan farklı resimler, öyküye birer sıçrama ayağı da kazandırıyor böylece. Raymond Carver öyküleri okunurken bir çalım da olsa Horace McCoy’un Atları da Vururlar (1935) adlı trajedik anlatısı anımsanabilir sanıyorum. Birbirinden biçemce ayrılsa da tek umutları birbirine sığınmak olan ama bunu dahi başaramayan karakterler, hünerli yalnızlıkları ve umutsuzluklarıyla öyküyü de havalandırıp okuru peşine takmakta gecikmiyor çünkü. Tüm öykülerini âdeta bir toplumsal altüst oluş üzerine oturtuyor Carver. Bunun yanında bu toplumsal karmaşanın yol açtığı etkimeleri de işleyip yerleştiriyor anlatısına. Böylelikle Carver, bir yandan kuşak çatışmasına yer açarken 1950’lerdeki soğuk savaş kuşağının birbirine tahammülsüz kişilerini de örsüne yatırıyor. Toplumsal çalkantılar arasında karmaşaya sürüklenen bu insanlar alabildiğine derin ama sessiz, hatta çıldırı aşamasında isyanlar yaşarken bunu dillendirme, apaçık yansıtma girişiminden uzak duruyor. Öykü kişilerinden birinin, kendilerini, “bitik Hemingway karakterleri gibi” (105) görmesi olguyu içeriden aktaran bir veri olarak da alınabilir. Sonuçta Carver, yaşadığı dönemin tanıklığı çerçevesinde, cennetmiş gibi sunulan ABD’de, yaşamın artalanından sızan cehennemle yüzleştiriyor okuru. ALICE MUNRO: “GENÇLİK ARKADAŞIM”, “CASTLE ROCK MANZARASI” Alice Munro’nun, bir yazar olarak gerek öykü evrenleri gerekse yapılandırıp ortaya koyduğu karakterleri, çok geniş bir yelpazeye yayılmış görünmese de hatta öykülerinde işlediği konu, izlek bağlamında çeşitliliğe pek rastlanmasa da öyküler, işleniş biçimi, ortaya konulup geliştirilmesi, işçiliğiyle, yaydığı yazınsal tatla kişide nerdeyse müzede geziniyormuş duygusu bırakışıyla ne yalan söyleyeyim daha ilk satırlardan başlayıp okuru bağlamaya yetiyor. Bir “geçmiş” imgesinin Munro’nun hemen bütün öykülerinde karşımıza çıktığı söylenebilir. Eskimişliktir, tarihtir, yaşanmışlıktır bu; anıdır, ekindir, folklordur; alabildiğine geniş bir yelpazeye yayılır bu nedenle. Bunların taşıyıcı aktarıcısı da takipçisi güncelleyicisi de kadındır hep. Ama fark, bunların asla dümdüz yansıtılmayışı, her seferinde Alice Munro hüneriyle yoğrularak kıvamı, tadı yerinde bir anlatının düzeyli örnekleri halinde karşımıza çıkarılması aslında. Gerçekten Alice Munro, küçücük bir ayrıntıyı öne çekip buradan yola çıkıyormuş havasında anlatısını geliştirirken âdeta halkayı yaya yaya çok geniş bir öykü evrenine ulaşıyor. Bu çerçevede yazar hem bir Tanrı yazar olarak kendini gözleyebiliyor hem de ilginç bir bireşimle sanki birer roman evreni kuruyor sonra da bu evrenler üzerinde öyküsünü yapılandırmaya girişiyor. Yaygın öykü evrenleri, bunlar içinde alabildiğine gezinen, geniş ilişki ağı sergileyen karakterlerine karşın verimlerini birer kısa öykü olarak okutmayı başaran Munro, bunlarda örgüleme, giriştirme yaklaşımıyla da farklı bir anlatım kurmaya çabalıyor denebilir. Öte yandan ince alaysamaları açığa vurmak yerine gülümsemeleri dudak kıvrımlarında saklayan, çok derinlerde irin bağlamış ya da kabuklaşmış yaraları deşmeyi ustalıkla beceren bir yazar portresi ortaya koyuyor. Sonuçta Munro, görece daha genç sayacağımız kendi toplumunda bireyi yine kendi tarihi içinde ama bütün halinde al mak gerektiğini gösteriyor bize. CARVER İLE MUNRO’NUN ÖYKÜDE TANIKLIĞI BİZE NE SÖYLÜYOR? Bir öykücü, kendi toplumunu anlatadu rurken biz onu bizim toplumumuzun yazarı olarak da algılıyorsak, büyük yazarlık hüneri sergilediği kestirilebilir yaratıcısının. Bu açıdan bakıldığında Alice Munro ile Raymond Carver bizim için çok katmanlı bir anlam yoğunluğunun önünü açıyor. Munro’nun kadınları genelde ihtiyatlı, sabırlı, direngendir, derin bir mücadele gücüne sahiptir. Oysa Carver’ın erkek karakterleri, geleceksizliğin yol açtığı bir pusulasızlıkla yönlerini belirleyemez, bu nedenle dış etkilere açık, kendini olayların akışına bırakmış savrukluk, savrulmuşluk sergiler. Munro kadınları dışarlak, Carver erkekleri ise içerlek karakterlerdir daha çok. Gerek Carver gerekse Munro, öykü evrenlerini ekonomik, sınıfsal cangıl üzerine oturtup geliştiriyor sürekli. Bu yanıyla öyküler, toplumsal altüst oluş, geçirilen sarsıntılar eşliğinde akıyor okur önünde. Raymond Carver dıştan bakmadan öznesinin gözüyle evrene doğrudan katılarak bu evrenle öznesi arasında sınırlar sınırsızlıklar çizerek o en geniş tabii öznesinin algı evrenindeki kadar bir evrene ulaşıyor denebilir. Onun kişileri bu evrenin bunaltıcı, nefes kesici, boğucu baskısı altındadır çünkü sürekli. Bu döngüden bir türlü kendilerini kurtaramaz karakterler. Oysa Munro öykülerinde de kişiler, üzerlerine çökmüş bu toplumsal yaşamın baskısı altındadır ama savaşım gücünü yitirmezler. Kadınlar durmadan çalışır, ezilir, mutlu da değillerdir. Ama bunların çevrintisini büyük hünerle gözler önüne serer bize yazar. Bu mücadeleci kadınlar, cinsel yaşamları için bile savaşımı sürdürür. Şehvet, görünürlük, teşhir, arzu, cinsel kışkırtı, özlem vb. erosal savruluş yaşasa bile dışa karşı açıkörtük bir utanma duygusuna girerler belki ama kendilerine karşı alabildiğine açık, içten bir duruş sergilerler. YENİ YILDA NOTOS’A, SİLİVRİLİ YAZARLARA MERHABA Sözcükler’in ardından Notos da AralıkOcak altmış birinci sayısıyla on birinci yılına girdi… Turgay Fişekçi ile Semih Gümüş, Adam Sanat’la AdamÖykü’deki birlikteliklerini, bu bağlamda sırtlandıkları sorumlulukları, Adam Yayınları’nın kapanışı sonrasında bir tarihsel görev bağlamında ayrı ayrı ama sanki görünmez bir eşgüdüm temelinde yeni baştan yapılandırarak sürdürmeye giriştiler denebilir. Nasıl da görkemli bir tutum! Elbette bu başarıda her ikisinin, Adam’dan çok önce başlayıp on yıllara yayılan yazın dergiciliğindeki emeklerinin büyük payı var. Gelin yeni yıla Semih Gümüş’ün Notos’uyla girelim, diyeceğim ama yazıyı hazırlarken ben, tutukluluğu kırkıncı güne varan, Gırgır’dan Cumhuriyet Kitap’a üstlendiği yayın yönetmenliğiyle Turhan Günay kardeşim düşüyor aklıma… Üçü de yayın yönetmenliğimi yapmış, yapmayı sürdüren sevgili kardeşlerim. E, Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay gibi yazarlara ne diyeceğiz? Ya Silivri’de mukim Gazeteciler Bölüğü muvazzaflarına? Buna göre yeni yıl dileğinden önce yeni kavrayış dileği gerekiyor bize! Öyle ya bunca sap samanın arasında esamisi okunabilir mi artık yeni yılın? Yeni yıl için de dilek kararı sayacağız demektir o halde: “Yeni yılda, yine umutla!” n 18 22 Aralık 2016 KItap