19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Murat Gülsoy’la ‘Tanrı Beni Görüyor mu’ üzerine ‘Hayat en can acıtıcı olanı hep sona saklar’ Murat Gülsoy kısa zaman aralıklarında farklı türlerde kitaplarını okurlarıyla buluşturdu. 602. Gece adını verdiği denemeleri, Karanlığın Aynasında adlı romanı ve şimdi de Tanrı Beni Görüyor mu? Bu yeni yapıtı, Gülsoy’un geçmiş zamandan günümüze yazdığı öykülerden oluşuyor. Son dönem çalışmalarında deneysel çalışmalara da imza atan Gülsoy kitabını, ekseriyet unutmahatırlama, orta yaş bunalımları, inanç gibi temalar üzerine kuruyor. Murat Gülsoy’la yeni kitabını konuştuk. Ë Erdem ÖZTOP eni kitabınız, Tanrı Beni Görüyor Mu? bu kez öykü türünde. Gün geçtikçe metinlerinde daha bir deneysel çalışmalara imza atıyor Murat Gülsoy, ne dersiniz? Oldukça farklı öykü denemeleri yapıyorsunuz. Olağandan farklı, yeni altyapılar, yeni kurgu teknikleri… Ben yazmaya ilk başladığım andan itibaren deneysel edebiyatın büyüsüne kaptırmıştım kendimi. Çok yıllar önce, ilk kez öykü yazdığımda bir arkadaşımın teşvikiyle Yunus Nadi yarışmasına göndermiştim, üçüncü olmuştu neredeyse tek sayfalık kısa öyküm. “Adı Akla Ziyan Hikâye”ydi. Şehirlerarası otobüs yolculuğu sırasında kendisinin gerçek olmayabileceği, bir kurmaca karakter olduğu vehmine kapılan bir adamı anlatıyordu. Aslında adam bu kuşkusunda tamamen haklıydı! Ama kendi gerçekliği içinde bu akıl dışıydı. Bu öyküyle başladım ben yazmaya diyebilirim aslında. Hep de bu kanal devam etti. Romanlarımda da öykülerimde de, internet üzerinde yayımladığım metinlerde de bu tema sıklıkla döner gelir. Deneysel olan özellikle ilgimi çekiyor başından beri. Çünkü ben, tıpkı modernist yazarlar gibi edebiyatı insan aklının, bilişinin, zihinsel süreçlerinin bir araştırma alanı gibi görüyorum. Hakikati anlattığı iddiasında olan edebiyat aynı zamanda kendi zihinsel süreçlerimizin bir işlevi, onunla sınırlı, aklımızın tüm zayıflıklarıyla malul. Dolayısıyla edebiyatı anlamak aslında insan bilişini anlamak demek; kurmacanın sınırlarında dolaşmak insan varoluşunun imkânlarını araştırmak demek. Bu beni heyecanladıran tarz. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası’yla birlikte de metni görsel ögelerle birlikte ele alıyorsunuz. Bu yeni kitapta da buna benzer bir çalışma söz konusu. Nedenlerini konuşalım istiyoSAYFA 16 rum bu yeniliğin biraz da… Y mak için. İstanbul’da yaşayan yazarın tanıdığı yedi kişiye gönderilen bu re“YAZDIKLARIM NEREDEYSE simlere otomatik olarak yazılmış meTÜM SANAT DALLARINDAN tinlerden oluşuyordu roman. Yedi BESLENİYOR” farklı yaşam, yedi farklı üslup ve yedi Evet, resim, heykel, fotoğraf hatta farklı bakış açsısı vardı romanda. Tadaha ileri giderek sinema, tiyatro. bii bildik anlamda bir girişgelişmeTüm bu sanat dallarından besleniyor sonuç çizgisi takip etmiyor, roman sayazdıklarım. Nasıl ki edebi türler aranatının vaat ettiği bütünlüğü farklı bir sında dolaşmaktan heyecan duyuyordüzlemde gerçekleştiriyordu. Bu tabii sam sanat dalları arasında gezinmekhemen, ilk bakışta herkesin dikkatini ten de o derecede zevk alıyorum. İsçekecek denli “deneysel” bir kitap oltanbul’da Bir Merhamet Haftası bu muştu. Ama bence, en uç noktalara tarza güzel bir örnek oldu. Max son romanımla ulaşmıştım: Karanlığın Ernst’in, döneminin dergi ve gazeteleAynasında. rinden kestiği çizimlerden ürettiği ko Kitaptaki öykülerde ekseriyet lajları kullandım romanın çatısını kurunutmahatırlama, orta yaş bunalımları, inanç gibi temalar üzerine kurulu. İlk öykü, “74 Mercedes”e dair bir soruyla başlayayım. İnsan unutmak için mi yazar ya da geçmişi yeniden ele geçirmek için bugünü feda mı eder? Biraz kahramanınızın dertlerinden yola çıkarak soruyorum… Hep öykülerin, metinlerin deneysel yanlarından söz ettik ama tabii bir de anlatılan, işaret edilen hikâyeler, insanlık durumları var. Bellek meseleleri bunların başında geliyor. Bellek git gide üzerine daha çok kafa yorduğum bir kavram. Hatırlama denilen aslında son derece öznel olan o güvenilmez sürecin sonunda dünyayı anlıyoruz, kendimizi kuruyoruz. Aslında kendimiz dediğimiz şey hatırladığımız bir hayattır. Dünya dediğimiz yer de öyle. Dolayısıyla unutuşun da hatırlama kadar önemli bir parçamız olduğunu söyleyebiliriz. Yaşlanmak da bellekle farklı ilişkiler geliştirmemize yol “Dünya üzerindeki zavallı halimizi düşünüce çok iyimser olaaçıyor. İnançlarımız ise çamıyor insan. Sonu ölüm gibi korkunç bir yok oluşla biten bir hikâye bizimkisi...” diyor Murat Gülsoy. resizliğimizin kollektif bir ifadesinden öteye gitmiyor. İnanç sadece hayal kırıklığını besler. Ne yazık ki diyalektik bir varoluşun ortasında öyle değilmiş gibi yaparak yaşıyoruz. Bir önceki sorunun başında da belirttim, hayatı sorgulayan karakterler yoğunlukta bu kez. Bakın “Hayatım Yalan”da bir yayınevi depo sorumlusunun yalan hikâyesini okuyoruz. Yalan hayatları mı, yoksa eserlikli insan iç dünyasını mı mesele edinmeliyiz sizce? Hadi bir düşünceyle daha, tanrısal inançlarımızı mı sorgulamalıyız bu öyküden hareketle? Her üç durum da düşünülebilir. Bu öykü de diğerleri gibi sadece yazının içindeki dünyada mümkün olabilecek bir gerçekliği kuruyor. Bizim yaşadığımız dünyanının diline tercüme edersek delilik ile mecaz arasında gidip geliriz anlamlandırmak için. Ama bir de şöyle düşünelim, zaman zaman öyle anlar yaşarız ki, var olan tüm gerçekliğin anlatılandan, özellikle de başkalarının bize söylediğinden çok farklı olabileceğini anlarız. Anlar gibi oluruz. Bu tabii çok sarsıcı bir deneyim. Bu öykünün odak noktası kahramanın başka insanlarla arasında yaşanan gerilime düğümleniyor. Sokaktaki insanlardan, doktora, işyerinde çalışanlardan hiç tanımadığı kişilere kadar herkesin kahramanımız Fırat Saner’e söylediği, yönlendirmek istediği bir hedef var. Oysa hikâyesini yaşamayı reddeden bir karakter. Aynı öykünün bir yerinde, Çin’den ithal deli virüsü konu olur. Biraz biraz, büyülü gerçeklik üzerine kafa yorduğunuzu düşünebilir miyiz? Büyülü gerçeklik, fantastik edebiyat, gerçeküstücülük, farklı zihinsel durumların araştırılması noktasında çok önemli işlevler kazanabiliyor. Her zaman yazdıklarımın bir yerlerinde bu fantastik sapmalar gizleniyor, zamanını bekliyor. Her ne kadar benim aklı başında, soğukkanlı anlatıcılarım onların yatakların altlarındaki karanlıkta bekleyen çocukluk korkuları ve hayalleri olduğunu söyleseler de içten içe karakterlerimin hissettiği şeylerdir. “SANAT DUYULARIMIZ YOLUYLA BİR DENEYİM OLARAK YAŞAMAMIZI SAĞLAR” Aynı öyküde fazlaca duruyorum… Hayatı hikâye olan Fırat, bizi de ortak etmeye çalışıyor kendi hikâyesine. Bizi de hikâyeleştirme gayesinde! Aslında Fırat’ın bu gayesi ileriki öykülerde de peşimizde! Okuyucu sen de hikâyesin, hikâyenin içindesin bu hikâyeyle… Yoksa yoksa… Siz yazarının bir parmağı mı var bu işte? Tabii insan kendini durmadan sorgulamalı. Sanatın, edebiyatın bize en büyük katkısı da bu değil mi? Öyle olduğunu sandığımız gerçekliğin aslında hiç de öyle olmayabileceği kuşkusunu düşürmek içimize! Bu neden önemli peki? Neden sürekli bundan söz ediyor yazarlar, sanatçılar? Neyin peşindeler? Bence gerçekliğin sorgulanması şu noktada önemli: İnsan, zayıflıkları ve korkularıyla yüzleşemediği için her zaman kolay çözümlere teslim olur. Bu belki de doğamızdan kaynaklanıyor. Gerçekliği saptıran ve bizi rahatlatan idelojik olandır. Zihnimizi şekillendirir; bizim kim olduğumuzdan tutun da, doğrunun, ahlaklı ve iyi olanın ne olduğu, ne olması ¥ gerektiği gibi en temel sorulara CUMHURİYET KİTAP SAYI 1089
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle