19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Metin Fındıkçı’yla ‘Sardunyanın Kehribar Zamanı’ üzerine ‘Şairin dilini oluşturan bir geçmişi vardır’ Sardunyanın Kehribar Zamanı, şair ve aynı zamanda çevirmen olan Metin Fındıkçı’nın altıncı şiir kitabı. Aşk ve İstanbul’un ağırlıklı yer kapladığı dizelerde Fındıkçı, kendi şiir dilini nasıl yarattığını da gösteriyor bir bakıma. Fındıkçı’yla Sardunyanın Kehribar Zamanı’nı konuştuk. Ë Didem GÖRKAY ardunyanın Kehribar Zamanı, altıncı şiir kitabınız. Kitaptaki ilk şiir ve kitabın son üç şiirinden başlamak istiyorum, mutluluk ve mutsuzluk ya da mutluluk ve coşkuyla başlayan bir miladın, hüzünlü şiirleriyle sardunyanın bir dalını kırmaya kadar giden o patika yolunu, sessizliği ve bekleyişi sormak istiyorum? Peki, kitabın bu can alıcı notasından başlayalım. Evet bu kitabın ilk şiiri bir coşkuyu dile getirir, “sen burada mavi kızıl ve çakırkeyf/ tükenmeden yıldızlar kumda” gibi. Çünkü yeni bir şeye, yeni bir dünyaya başlama anıdır, bu şiirin anı ve yeni bir aşk beni her daim coşturmuştur. Bu dünya ile başlayan yeni ilişkiler, kişiler sokaklar hatta şehirler beni kendisine çekmiş; bana yeni kapılar açmış yeni eşikler gözüme iliştirmiştir ve yeni imgelerin avına çıkarmıştır. Kısacası, içimdeki şiirin dönüşüm halini yaşatır ve bu benim için bir mutluluktur. Kitaptaki son üç şiir coşkulu bir ırmağın uçurumun tepesine varma; denize şelale gibi dökülecek suyun tökezleyip kırılma hali ve bu durum oluşurken nasıl gelişen bir mutluluk elinde olmadan gelişiyorsa, mutsuzluk da öyle gelişiyor. Yani sebepli sebepsiz denizin suyuna bir şelalenin şiddetiyle karışırken mutsuzluk bize sığınacağımız bir kılıf olur, sessiz sedasız sığınırız ve gözümüzün önünde günden güne solan bir sardunyanın dalını istemeden de olsa o güzelim bedeninden kırıp atarız. Bundan ötesi bir sessizliktir ve usta şairin deyimiyle “insanın sebepli umutsuzluğu” başlar. “YAŞADIĞIMIZ ŞEHİR BİZE YOLDAŞ OLUR” Kitapta yer alan şiirlerin birçok yerinde İstanbul’a ait imgeler yer alıyor. “Kızıl Itır Çiçeği’’ isimli şiiriniz de bunlardan biri, şöyle sesleniyorsunuz: “Bu akşam/ İstanbul kızıl ıtır çiçeği, pandanın derin gözleri ya da bir perşembe akşamı içilen rakıya benzer.” İstanbul için benzetmelerin yer aldığı bu şiiri dikkate alarak sormak istiyorum, şiirlerinizde yaşadığınız kentin etkisi nedir? Her şairin dilini oluşturan bir geçmişi mevcuttur. Çocukluktan hatta bebeklikten kopup şairin peşinden sürüklenen bir dil. Bu dil doğup büyüdüğü bir şehirdir, daha sonra göç ettiği bir şehir. Bu doğup geçtiği şehirlerin mekân ve zamanları ona bir dil oluşturur ve bu oluşan dil zamanla yazılan şiirlerin kimliği olur, dolayısıyla şairin kimliği de S olur aynı zamanda. An gelir bu dile konuk olan anlık (günlük) imgeler eklenir, bu imgeler içinize siner. Alıp bir kenarda tutamıyorsunuz, çünkü mutluluğunuz kalbiniz ve aşkınıza dönüşür. Yarına kalsın istersiniz anlık bir coşkuyla şiirlerinize yüklersiniz ve başka bir aynada başka bir yüzünüz olur. Doğal olarak bu anları yaşarken ve şiirlere aktarırken yaşanan bu anların mekânları olur ve bunları da dışarıda tutamazsınız. Ben bu mekânları şiire işlerken şiirlerin zenginleştirdiğini ve nesnesini genişlettiğini söylüyorum; bilerek ve isteyerek İstanbul’un kızıl ıtır çiçeğini ve gününü yazıyorum. Ayrıca bir insanın yaşadığı şehir sadece yaşamak için olmamalı, insan yaşadığı şehrin ayrımına varmalı, gözleriyle mekânlarını sokaklarını didik didik etmeli. Hele bir şairseniz, etraftaki birçok şeyin değişimini görmelisiniz boş veremezsiniz. Kısacası güzel veya acı şeyler yazarken yaşadığımız şehir bizlere yoldaş olur. Şiirlerinizde aşk önemli bir yere sahip. Rene Char “Başını eğeceksen sadece aşk için eğil ve kırıl’’diyor. Siz başınızı aşk için eğdiniz mi? Rene Char doğrusu güzel bir gerçeği söylemiş ve bu sözü ilk defa duyuyorum. İlk gördüğün yerde tutkuyla ilgi duyarsan ve bu ilgine karşılık tutkuyla karşılık görürsen; tutkulu bir fısıltıyla başını eğmesini bileceksin ve gerektiğinde yanıtsız kaldığın yerde çırılçıplak bir yürekle aşkın için kırılmayı da bileceksin. Aşk iki kişi arasında yaşandığı için, kısacası gerektiğinde fedakârlık yapmasını bileceksin. Çünkü “Güz bir şeylerin kokusuyla/ derinliğin ve güzelliğin içinde/ bir ırmağın ıslığıyla geliyor.” Evet bazen şartlar bunu gerektiriyorsa önünde duramazsın. ¥ da haliyle her babayiğitin harcı olmadığından, Tolstoylar, Dostoyevskiler falan etrafta fink atamıyor. Tam da bu nokta da yine Valery’e kulak vermek gerekiyor: “Düzyazının özü ölmektir, demek ki anlaşılmak, demek ki geçersiz kılınmak, geri dönüşü olmayacak şekilde yıkılmaktır. Dilin uzlaşımına göre, bildirdiği imge ya da itkinin bütünüyle yerine geçmesidir.” Yani, her türlü yazınsal faaliyetin aynı zamanda bir zanaat işi olduğunda hemfikirsek, o zaman ortaya çıkardığınız “ürün”le vedalaşmak için hakikatli bir özyıkımı göze almak işin elif ba’sı gibi duruyor ve haliyle yazarla yazının ilişkisi, okur işin içine girdi mi bitiveriyor. Her ne kadar “ürün”dediysek de iade kabul edilmiyor, son kullanma tarihi de yazarın hem tutkusuna hem de talihine kalıyor! Bir de Henry James gibi hiçlikten tüme varan (ki teoride bunun yeri yok malum, ben uydurdum) yazarlar var ki dalıp gidenler, aklı karışanlar, uzun yürüyüşler sonrası evinin yolunu şaşıran yazarlar için umut veriyor: “Şimdi romanımı (Bir Kadının Portresi) yazmadan önce tohumunu oluşturan düşünceyi hatırlamaya çalışırken görüyorum ki ortada önceden tasarlanmış herhangi bir olay örgüsü (ne kötü bir addır bu) olmadığı gibi hayalimde birden belirmiş birtakım kişiler arası ilişkiler ya da kendine özgü bir mantıkla hemen harekete geçen, canlı adımlarla, hatta koşarcasına ilerleyerek gelişen bir olay da yoktu. Tohum, yalnızca aklımdaki tek bir kişiden, sevimli genç bir kadının karakteri ile dış görü¥ nüşünden oluşuyordu. Bu kişiye Yazarların eserlerini oluşturma süreci Ah o ilk cümle... İshak Reyna’nın derlediği Yazarın Kuramı kitabında Tolstoy’dan Paul Valery’e, Elias Canetti’nden Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar otuz ünlü yazar ve şair, eserlerini yazmaya başlamadan önce yaşadıklarını adeta okurla dertleşir gibi anlatıyor. Ë Figen ŞAKACI azen başlarken kullandığım yöntem bana önemsiz görünüyordu, bazen de o dönemle ilgili bildiğim ve hissettiğim her şeyi yüceltmek istiyor ve bunun olmayacağını biliyordum. Bazen romanın edebi araçları bu yüce, derin ve çok yönlü içeriğe uygun değilmiş gibi geliyordu, bazen de içimde beliren imgeleri, resimleri, düşünceleri birbirine bağlamak olanaksız geliyordu, o zaman tam tersini yapıyor, söylemek istediğim ve söylemem gerekenlerin hepsinin dile getirilme olanağından umudu keserek, çalışmayı bir kenara bırakıyordum”diye anlatıyor Tolstoy, Savaş ve Barış’ı yazmadan önce neler çektiğini. Öyle ki “Yazdıklarımın herhangi bir biçime girmeyeceğinden, ne roman ne kısa roman, ne nazım ne tarih olamayacağından korkuyordum” diye devam edip, edebi ıstırabını gayet sarih bir biçimde dillendirmekten çekinmiyor. İshak Reyna’nın (takdire şayan emek ve seçicilikle) derlediği Yazarın Kuramı kitabında, daha pek çok yazar ve şairin benzer acılar çekmesinde genellikle “o ilk cümle” derdi göze çarpıyor. Marguerite Yourcenar gibi bir hikâyeyle yatıp kalkıp yıllar geçirenler, kafasında beliren bir tek fotoğrafa vurulup da altına ne yazacağım diye dön be baba dön kıvrananlar ya da Ahmet Hamdi Tanpınar gibi çözümü kahramanına mektup yazıp, had bildirmede bulanlar, yazıyla hemhal olan ya da olmak için çırpınan herkese uyarı niteliğinde. Çünkü çoğunun eline kalemi alır almaz çektiği, kabir azabından hallice, öyle ilham geldi bir anda döktürüverdim yok yani. Ahmet Hamdi Tanpınar “B Peki, neden? Bu sorunun yanıtı da zannımca Paul Valery’de: “Ben çalışmayı çalışmak için severim. Başlangıçlar canımı sıkar ve ilk anda aklıma gelen şeylerin geliştirilebilir olduğundan kuşku duyarım. Eşsiz bile olsa, çekici bile olsa, kendiliğinden olan bana asla yeterince benim gelmez. Haklıyım demiyorum, ben böyleyim diyorum. Ben kavramı da tıpkı yazar kavramı gibi basit değildir. Bir bilinç derecesi daha, ‘yeni bir kendi’yle yeni bir öteki’ni karşı karşıya getirir.” DİL DÜNYASI... Bütün mesele de bu değil mi zaten? Çünkü matruşkalar gibi kendimizden yarattığımız ötekileri hizaya getirmekle bitmiyor ki iş. Kurduğumuz dil dünyasının içinde hikâyemizle mütenasip dolanan karakterlerin (ya da şairler için imgelerin) her biri, öncelikle bir kendilik bilgisine sahip olmayı, sonra da ne kadarını bulduysan o kadar kendini, yıka devire yol almayı gerektiriyor. Bu SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1089
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle