16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

D Ü NY A G Ö S T E R G E L E R İ Yönetenler ile yönetilenler arasındaki yaş farkı 76 yaşındaki Pranab Mukherjee, 22 Temmuz’da yapılan parlamento seçimlerinde, rakibi 65 yaşındaki Purno Sangma’ya karşı oyların yarıdan çoğunu alarak cumhurbaşkanlığına seçildi. 78 yaşındaki ülkenin ilk kadın Cumhurbaşkanı Prathiba Patil, kesin sonuçlar açıklandıktan sonra görevini Mukherjee’ye devretti. Hindistan’da, İtalya’da olduğu gibi sembolik bir mevki olan cumhurbaşkanlığının önemli bir siyasi gücü bulunmuyor. Görüldüğü üzere Hindistan’da siyasiler, yönettikleri insanlardan çok daha yaşlı. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in oluşturduğu BRIC ülkelerinde yalnızca Rusya’nın gerontokrasi (yaşlıların egemen olduğu siyasal ya da toplumsal sistem) ile yönetilmediğini görüyoruz. Ancak Arap ülkelerinde son yıllardaki sosyal ve politik ayaklanmaların da gösterdiği gibi, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki yaş farkı makası açıldığı zaman siyasal ve sosyal patlamalar kaçınılmaz oluyor. İlginç olan, zengin ülkelerde genç liderlerin işbaşında olması, yükselişte olan ülke liderlerinin ise görece olarak daha yaşlı olması. Ancak ABD burada da bir istisna oluşturuyor. Yöneticilerin yaşı açısından ABD modelinin, Avrupa’dan çok Çin ile benzerliği dikkat çekiyor. HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz [email protected] http://okcesizhayrettin.blogspot.com Michael Hardt ve Antonio Negri’nin “Duyuru” adlı ortak yapıtlarını tanıtırken Semih Gümüş, demokrasilerde, “gördüğümüz zaman karşılıklı iki çift laf etmeyeceğimiz, aynı masaya oturmayacağımız kişiler”in bizi temsil ettiğini; bunları, hepimizi ölüme götürecek kararlar almalarına bile yetkili kıldığımızı söylüyor (Radikal Kitap, 27 Temmuz 2012, s. 23). Demokrasi Gerçekten Palavra mı? Eleştirmenine, daha yazı başlığında, “Temsili Demokrasi Palavra mı?” diye sorduran ciddi bir söylemle yeniden karşılaşıyoruz. Erkan Canan aynı yerde, “Yeni Çıkanlar”da, “Antidemokrasizm. Bir Demokrasi Eleştirisi” adlı yapıtını sunarken, Çetin Yetkin’in “bugün anlaşılan biçimiyle demokrasinin bir aldatmaca olduğunu”, “adıyla hiçbir ilgisi bulunmayan çok sakıncalı bir yönetim biçimi olduğunu” düşündüğünü; onun demokrasiyi “yine de demokrasi dışı düzenlerden daha iyi olduğu için tercih ettiğini” yazıyor. Düşünüldüğünden ve uygulandığından beri itilip kakılan bu yönetim biçimi neredeyse hiç kimsenin gönlünde doğru dürüst taht kuramıyor. Kimseye istediklerini gönüllerince veremiyor. Oysa, onun verdikleri ekmek, su gibi yalındır. Taşlamak için, yavan da diyebiliriz. Doğrudur. Hangi biçimiyle, hangi gerçekliğiyle olursa olsun, bizim ondan aldıklarımız ama, başka hiçbir yönetim biçiminin veremeyeceği şeylerdir. Önce, demokrasiler birbirleriyle kolay kolay savaşmıyorlar. Gelen, gideni aratıyor olsa da, bir tiranı göndermenin yolu yordamı olarak, daha çok işe yarayabiliyor. Sorunların “layıkıyla” çözülmesine yaramasa da, onların enine boyuna tartışılmasını sağlayabiliyor. Yönetimi saydamlaştırabiliyor. Eşit oy ilkesi önce bizim birbirimizi eşit olarak görebilmemize yardım ediyor. Düşüncelerin, doğru bulmasak da, saygıya değer olduklarını düşünebiliyoruz. Demokraside her şeyin eşitçe, sırayla ve sayıyla olduğunu bildiğimiz için, birbirimize daha kolay katlanabiliyoruz. Çoğunluğun azınlığa, azınlığın çoğunluğa tahakkümüne onun adına karşı çıkabiliyoruz. Özgürlüğe, eşitliğe ve güvenliğe onun ışığıyla daha çok yaklaşabiliyoruz. Yanılgımızın ve düş kırıklığımızın nedeni, bizim onu bu değerleri sağlamakla yükümlü tutuyor olmamızdır. Oysa o bize bunları yalnızca gösterebiliyor. Ulaşabilmek için zahmetini göze almamız gerekiyor. Çoğunluk oyuyla işlerken, çoğulcu, katılımcı, doğrudan halleriyle de olsa oyların tartılmasına asla izin vermiyor. Çılgınlar çıldırsa da, oylar onda ancak sayılabiliyor. Onun işleyebilmesi için bizim tüm bu saydığım mütevazı şeyleri arzu etmeye değer bulmamız gerekiyor. Onun daha iyi işleyebilmesi için bizim bu küçük şeyler uğruna biraz güç harcamamız gerekiyor. Onun ama layıkıyla işleyebilmesi için bizim bu önemsiz şeyler uğruna çok ciddi bir savaşım vermemiz gerekiyor. Görülüyor ki biz, yurttaşların en iyisi olursak, demokrasi de yönetim biçimlerinin en iyisi olacak... Onun karşısında tembelce, bencilce dudak bükmenin hiçbir âlemi yok! Demek istediğim, yönetenlerin demokrasisinden çok, bizim demokrasimizdir. Onu kimse bizden alamaz, biz onu yeterince bilir, ister ve dayatırsak. Başımızda ahkâm kesen ucubelere bakarak demokrasiye niye kızıp, küselim ki? Gidebilecekleri yolu göstermeye niyetliysek, bu yeter de artar bile. Hangi hal ve biçimiyle olursa olsun demokrasiyi kimler sevmiyor? Acelesi olanlar sevmiyor. İşgüzarlar sevmiyor. İçerik devrimcileri sevmiyor. Megalomanlar sevmiyor. Aristokratlar sevmiyor. Kapitalistler sevmiyor. Dinciler sevmiyor. Üçkâğıtçılar sevmiyor. Elbette, diktatörler, tiranlar, despotlar, zalimler hiç sevmiyor. En fazla, gidecekleri yere kadar binmeyi seviyorlar. Demek ki, özellikle bu sonunculara karşı, demokrasi devrimcilerini koşulsuz ayırmak gerekiyor. M. Duverger’in Atatürk’e “Demokrat Diktatör” demesi bunun içindi. Siyasal gelişim aşamasındaki ülkelerde seçimciliği demokrasi gibi göstererek, Atatürk’lerin yetişmesini önlemenin demokrasiye götürmeyeceğini birileri söylemelidir. Bu ülkelerin Atatürk’leri kendi halklarına bunu çok iyi anlatmalıdır. Demokrasi sömürgenlerine karşı, bu sömürgenlerin demokrasiyi kötüye kullanmasına karşı gereksindiğimiz güvenceleri de burada irdelemeliyiz. İlk önce onun bir araç olmadığını söylemeliyiz. İnsan için onur ne ise, kamu için de demokrasi odur. O, kamusal var oluşun zorunlu koşuludur. hukuk devleti” düşüncesidir; Hukuk devDemokrasinin en köklü güvencesi “h letinin hukuku ve onun sosyal devlet siyasetidir. Bir başka güvence, demokratik tartışma düzlemleri kurmamız; ülke sorunlarını sosyal medyada konuşup, tartışmamızdır. Bugün pek çok şey zor olduğu kadar, kolaydır da. Gelecek yazımda bunlardan söz edeceğim. BAZI ÖNERİLER O halde, 2023 hedefleri arasında olan Tür CBT 1324/19 3 Ağustos 2012 temel, hem de uygulamalı araştırmalara önem veren kurumlar vardır. Örneğin Helmholz Topluluğunun 18 değişik merkezinde 31.000 kişi astrofizik, biyoloji, kimya, nükleer fizik ve tıp, çevre, deniz bilimi ve enerji gibi konularda çalışıyor. Max Planck Topluluğu 80’den fazla merkezde 13.000 kişi çalıştırmakta. Frauenhofer topluluğu 60 laboratuvarda 34.000 kişi ile bilimsel faaliyetlerde bulunmakta. Bu topluluklar, DESY, ANKA, BESSY, Münih, Potsdam, Dresden gibi yerlerde elektron, proton, iyon hızlandırıcılarına, sinkrotron x–ışını ve nötron kaynaklarına, yüksek manyetik alan, yüksek basınç veya sıfıra yakın sıcaklık deneyleri yapabilen, Dünya’nın en gelişmiş laboratuvarlarına sahipken, Türkiye’nin bunlardan yoksun olarak yarışmaya katılması yaşadığımız güçlüklerin kökeninde yatmaktadır. Avrupa’daki mali krizin topluma yanlış yansıtılmış olması, bu milyarlarca liralık yatırımların sözde mali kriz yıllarında yapıldığı gerçeğini saklayamaz. Ne yazık ki Türkiye’nin Avrupa entegrasyonu ile ilgili bakanlığının kurduğu bilgilendirme merkezlerinde bu araştırma altyapıları ile ilgili bir yayına rastlamak mümkün değildir. Söz Almanya’dan açılmışken, büyük ölçüde yüksek teknoloji ürünü satan Almanya’nın ihracatının 1.4 trilyon dolar olduğunu hatırlamamız, tırmanmak zorunda olduğumuz dağın yüksekliğini anlamak için şarttır. kiye’nin ARGE harcamalarını GSMH’nin % 3’üne çıkarmak için bazı önerilerimiz olmalıdır. Ben konuşmamda Türk Hızlandırıcı Merkezi’ni örnek olarak gösterdim. Öngörülerimize göre 4 milyar liralık bir yatırım gerektiren ve 10 yıl içinde başarılabilecek böyle büyük bir merkez olmadan teknoloji üretme zorluğunu aşmak imkânsız olacaktır. Bu tür merkezlerin kurulması sadece mali zorluklar içermez. Bu konuda bilgi birikim eksikliğini gidermek için bir an önce, üyelik bazında, bu merkezlere dahil olmamız gereklidir. Bu anlamda, CERN üyeliği biraz tartışılmakla beraber, benzeri diğer kurumlara da, örneğin Avrupa Sinkrorton Radyasyonu Tesisi (ESRF, Fransa), Avrupa Serbest Elektron Lazeri (EuroXFEL, Almanya), Antiproton ve İyon Araştırma Merkezi (FAIR, Almanya), Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü (ITER, Fransa) ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA) gibi büyük ölçekli laboratuvarlara üyelik sürecinin bir an önce başlamasını önerdim. Merak edenler için şunu belirtmekte yarar olabilir: bizim gücümüz buna yeter mi? Hem mali hem de teknik kapasite olarak? Birinci soruya verilen cevap, eğer ekonomide sağladığımız gelişmeler doğruysa, evet olmalı. İkinci soruya verilecek cevap ise zeki ve çalışkan bireylerden oluşan ülkemiz insanları için kesinlikle evet. Sonuç olarak, yararlı bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Süreç olarak bu Kurultay’ın kalıcı bir konuma gelmesi gereklidir. Her yıl olmasa bile düzenli aralıklarla, yeni kişilerin de katılımı ile bu diyalog sürecinin devam etmesi Türkiye’nin yararına olacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle