29 Eylül 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI Ordinaryus Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu Niye Öldürüldü? Başlıktan da anlaşılacağı üzere Prof. Karafakioğlu eski kuşak öğretim üyelerinin son örneklerindendi, Ordinaryüs unvanına erişmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin 19641965’te Elektrik Fakültesi Dekanlığı, 19651969 yıllarında rektörlüğü görevlerini yapmıştı. 1960 Kurucu Meclis üyeliği, OECD Bilimsel Araştırma Komitesi Türkiye temsilcisi, TRT Yönetim Kurulu üyeliği, gibi devletin birçok kurumunda değişik kademelerde görevlerde de bulunmuştu. Prof. Dr. A. Hamit Serbest, Çukurova Üniversitesi ([email protected]) Hayrettin Ökçesiz [email protected] A ncak, bunların hepsinin ötesinde Prof. Karafakioğlu iyi, dürüst ve vatanını yürekten seven bir insandı. Hocamızın ölümünü izinde olduğum bir gün akşam haberlerinde öğrendim, 20 Ekim 1978. 12 Eylül 1980 öncesi yıllar, hatırlanacağı gibi, ülkenin için için kaynadığı daha doğrusu kaynatıldığı bir dönemdi… Üniversiteye görevine gitmek için dolmuş durağına giderken öldürülmüştü. Bedri Hoca öldürüldüğünde İTÜ Elektrik Fakültesi’nin ikinci kez dekanlığını yapıyordu, Ordinaryüs unvanına sahip bir bilim adamı idi, devletin birçok üst kademelerinde görev yapmıştı ama bir sade vatandaş olarak dolmuş kuyruğunda bekler ve işine dolmuşla gidip gelirdi. Bedri Hoca “onlar” için kolay bir hedefti, onu takip etmek ve bir kuytuda kıstırmak işten bile değildi ve öyle de yapmışlar, Hocayı kurşunlamışlardı. Peki, böyle bir insan niçin öldürülmüştü, kimin ne düşmanlığı olabilirdi? Tabii, o yıllarda Bedri Hoca gibi birçok yurtsever aydın, bilim insanı, sanatçı da katledilmişti. Aynı soru bu kişiler için de geçerlidir ve şunu da unutmamak gerekir ki; bu cinayetleri işleyenleri de, ne hikmetse, devletin güvenlik güçleri bulamıyordu. Şimdi, günümüze gelecek olursak ülkede yine bir gerginlik var. Ancak, bu sefer gerginlik birden fazla nedenden üretilmiş durumda ve giderek de çeşitleniyor. Kendilerine “aydın” sıfatını veren bir grup insan “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası başlatıyor. Belirli siyasi gruplar “Kürtlere anayasal vatandaşlık hakkı tanınmalıdır” diyor, her ne demekse!.. Ülkenin bütünlüğünü bozacak bir yönetim yapısı arzulayan aynı grup, “Kuzey Irak’a yapılacak bir müdahale Diyarbakır’a yapılmış sayılacaktır” diyebiliyor. Dahası, bu ülkenin en üst düzeydeki yöneticisi Avrupa ülkelerini resmi ziyareti sırasında “Benim ülkemin insanlarının %99,9’u Müslüman ama benim insanım kendi ülkesinde dinini yaşayamıyor” diyor. Böyle bir konumdaki kişinin, yönettiği ülkeyi Avrupa’ya şikâyet etmesi ne kadar doğrudur ayrı bir mesele… Ama, ben kendi adıma kişinin Müslümanlıktan kastettiği ile benim anlayışımın örtüşmediğinden emin olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Daha önce de söylediğim gibi, bu örnekleri daha da çoğaltabilirsiniz. Derken, bir gün askeri bir darbe girişiminin ortaya çıkarıldığını duyduk. Peş peşe gelen açıklamalardan ilginç bir bilgi ortaya çıktı; darbe girişiminde ordu yoktu veya vardı da söylenemiyordu. Örgütün adı da Ergenekon idi; basının belirli bir bölümünün 3. Nöral işaret işleme ve modelleme 4. Nöronanoteknoloji 5. Nöral protezler 6. Nörorobotik 7. Kognitif bilimler ve mühendislik 8. Nöral enformatik Bu başlıklar altında 120’ye yakın poster sunumu ve 70’e yakın sözlü sunum gerçekleştirildi. Konferansın açılış konuşmasını 29 Nisan günü Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Theodore Berger gerçekleştirdi. Berger, beyin mühendisliğinin, epilepsi, Parkinson ve Alzheimer hastalıklarının tedavi süreçlerinde kullanılan son çalışmaları değerlendirdi. Bu çalışmalarda başarıya gidecek tabiriyle ETÖ – Ergenekon Terör Örgütü… Kimler yoktu ki ETÖ içinde; emekli askerler, aydınlar, rektörler, profesörler ve ne olduğu bilinmeyen karanlık tipler, cinayet zanlıları ve daha niceleri. Bu konuda çok şey yazıldı, söylendi ve daha da çok yazılacak sanırım; o nedenle bu konuda yorum yapmayacağım. Ancak, bu yaşananlar bana 12 Eylül öncesindeki olayları çağrıştırıyor. O yıllarda, toplumun gözünde saygın bir konumu olan toplumun sevdiği kişiler bir bir öldürüldü, yaşamlarına fiziki olarak son verildi. Amaç toplumda infial yaratabilmekti, toplumu kışkırtmak ve insanları birbirine vurdurtmaktı. Bu konuda başarılı oldukları da bir gerçek... Nitekim bunun böyle olduğunu da 12 Eylül sonrasında “Netekim Paşa” kendisi de söyledi. Bugün ise toplumun saygısını, sevgisini kazanmış insanlar belki silahla öldürülmüyor ama manen öldürülüyorlar. Bütün yaşamlarını ülkeleri için harcamış, yurdunu, insanını seven demokrasi aşığı kişiler bu ülkede darbe girişiminde bulunmakla suçlanıyor ve ne oldukları bilinmeyen bazı insanlarla aynı yapı içinde gösteriliyorlar. Ömürleri boyunca kişisel ve mesleki onurlarını titizlikle korumuş bu insanlara yöneltilen suçlamalar, evlerinin aranması, gün ışımadan evlerinden alınıp götürülmeleri gerçekte beyinlerine bir kurşun sıkmaktan beterdir. Bunun son örneği yakında Tanrı’nın rahmetine kavuşan Türkan Saylan olmuştur. Bu ülkede birileri iktidarı zorla ele geçirme veya kanunsuz yollardan devlet işlerine müdahil olma gayreti içine girmiş olabilir. Ama bu ülkemiz için zaten bu gün doğmuş bir sorun değildir. Bu yaşıma kadar gördüklerime bakarak kendime “hangi devlete hizmet ediyorum” diye sorduğum çok olmuştur. Böyle organizasyonlar, ülkemizdeki birkaç “özel yetiştirilmiş” kişinin yapabileceği işler değildir. Kökünün başka yerlerde aranması gerekir. Bugün devleti, rejimi, ülkenin dilini, bütünlüğünü kısaca bizi ulus yapan her şeyi tartışma konusu yapanları “vatan hainliği” ile suçlayacak değilim. Bence bunların dışındaki insanların yani bizlerin görevlerimizi yapmamız gerekmektedir. Örnek gösterdiğimiz Batı demokrasisinde vatandaş olmanın ne olduğunu iyi anlamamız gerek. Ülkenin sorunlarını bir lidere veya bir gruba havale etmekten, birileri gelse de bizi kurtarsa demekten vazgeçmeliyiz. Atatürk bize bu ülkeyi ve rejimi hediye etmiş, eğer bu hediyeye layık isek her birimiz tek tek üzerimize düşen vatandaşlık görevimizi yaparız. Yapmazsak zaten layık değiliz demektir, o zaman da layık olduğumuz şekilde yönetiliriz. yolun tıp ve mühendislik çalışmalarının birleşmesinden geçeceğini belirtti. Epilepsi hastalığının bunun için güzel bir örnek olduğunu söyledi ve bu hastalıkta nöronlarda birtakım bozulmalar olması halinde sinyallerin toplanması, analiz edilmesi ve bu bozulmaları düzeltmek için beyne uyarı verilmesinin tamamen bir mühendislik fikri olduğunu belirtti. Nöral Mühendislik konferansı, diğer pek çok konferanstan farklı olarak sunumların son gününde ve son saatlerinde bile ilk andaki heyecanını ve ilgisini yitirmeden sona erdi. Konferans teknik sunumların dışında farklı dallardan bilim insanlarının bir araya gelmesi ve birbirlerinin çalışmaları hakıında yüz yüze yapılan sohbetlerle ve yorumlarla katkıda bulunabilmesi açısından çok başarılıydı. Geçen yazımda yaşanılası bir Dünya’nın “Özgür Yargıç”ın, “Özerk Birey”in ve “Egemen Halk”ın emekleriyle kurulabileceğini düşündüğümü söylemiştim. Bunların her birinin, diğerlerinin bilincinde, ruhunda derinliğine kök salmakla gerçeklik kazanacağını da söylemeliyim. Halk yargıcı peygamber postuna oturturken, o lojmanda oturmayı yeğ tutuyorsa, böylesine bir sorumluluğu algılayabilecek bir özgürlük bilincinden çok uzaklarda demektir. Özgür Yargıç Her yönüyle “memur yargıç”tan söz ediyorum. Batı’da 20.Yüzyılın başlarında oluşturulmuş bir yargıç tipinden… Yani, yalnızca bize özgü değil. Özgürlük cesaret ister; bilmek, bilgelik ister; gayret, özveri ister; vicdan ister. Özgürlük eşitlik, kardeşlik ister; umut, inanç ister. Sessiz, sedasız bir sevgi ister en durusundan, havamız, suyumuz gibi. Özgürlük adalet ister. Dayanışma ister tüm bunlar uğruna. Kimdir öyleyse özgür yargıç? Bir yargıç böyle bir özgürlüğü düşleyebilir mi, düşleyebilmeli mi? Biz, hepimiz onu olabilir miyiz? Birbirimize yargıç isek, ancak böyle biri olabilmekten gayrisi bize cehennem değil midir? Sartre’ın dediği o cehennem yani. Yargıç özgür değilse o bir cehennemdir. Ama önce kendine... Antidemokratik düzenlemelerle kuşatılmış bir halkın sözde temsilcilerinin salt çoğunluğuna dahi gerek duymayan yasama normlarıyla gecelerin karanlığında geçirilen “yasa”lara körü körüne itaati bir yargıç en üstün vazife sayıyorsa, bu itaatin kendi bilincine bir deli gömleği gibi geçirilmesine izin verebiliyorsa, varlığının yegane sınırı olarak bu itaati tanıyorsa, o bir köle yargıçtır. Onun itaati bir kadavra itaatidir. Oysa, yargıç yasanın kölesi değil, efendisi olmalıdır. Efendisidir zaten. Çünkü ona anlam verendir. Anlam veren, hükmeder. Yasaya, reddetmeye varana değin anlam vermeye cesareti bulunmayan yargıç, bu yasaları yapanların gönüllü kölesi olmaya kendini ayar etmiş biridir yalnızca. Anlam özgürlük ister. Yıllar önce bir adalet bakanı, “adalet kördür, ama topal değildir” demişti: Hiç bir anlamı göremeyecek denli kör bir adalete bakanından böylesine bir avuntu… Şimdilerdeyse en lüksünden bir yüksek mahkeme binasının önünde kör olmadığını öğrendiğimiz bir afetin gözlerinin bu kez iyice açılmış olmasıyla, yargıçlarımızın işi nasıl kavradıklarını gözlemliyoruz. Bu sözlerime kızacaklarsa, önce gidip o plastik yığınını belediyenin çöp kamyonuna fırlatmalılar. Sonra her söz benim kabulüm. İlk taşı hiç günahı olmayan atsın. O dahi bu taşa uzanırken ne denli günahkar olduğunu kendi içinde duyumsayacaktır. Justitia’nın göz bandının; gördüğü, algıladığı her hakkı, kimin üzerinde olursa olsun, koşulsuz, kayıtsız tanıyıp koruyacağı güvencesinin bir simgesi olduğunu kim bilemezdi ki! Özgürlüğün sınırlarını çizmeye pek hevesli olduğumuzu biliriz. Özgürlüğü, olanaklarını değil, sınırlarını düşünerek kavramaya çalışırız. Kulluğun, köleliğinse olanaklarını ararız, sınırlarını sormayız. Özgürlüğün insanı olmayı düşünmek, buzullar ülkesinde yapayalnız kalmak gibi titretir bizi, ürpertir içimizi. Ama yargıç olmak özgür olmaktır: Önce kendine özgür, eğer başkasına yargıç olmak istiyorsan. Almanya’da öğrenciliğim sırasında, hukukçuların, “adalet istiyorsun, ama sana yalnızca karar verebilirim” anlamında alaysamalı sözler söyleyerek içlerini rahatlattıklarını görürdüm. Sağda solda bilim kurgu gibi; olay verilip, karar çıkartılan makinelerden söz edilirdi. Sonuçta yargıçların birer yargı otomatına dönüştüğü üzerine pek çok şey yazılıp çizilirdi. Geçen yüzyılın son yıllarında medeni haklar savunucusu Doğu Alman bir kadın, B.Bohley utanç duvarı yıkıldıktan sonra, acı bir sitemle “adalet istiyorduk, hukuk devleti verdiler” diyerek dinmez bir özlemi, onarılamaz bir düş kırıklığını, belki hâlâ tartışılacağını bilmeden, Batı Almanların yüzüne çarpıvermişti. Nerde, hangi ülkede bu sözlere kimse katılamaz? Özgür yargıç belki bir ütopyadır. Ruhunda özerk bireyin hükmettiği; egemen halkın yasalarına medeni bir itaat(sizlik)le bağlanmayı seçmiş; böyle bir halkın özerk bireylerinin yetiştirdiği özgür yargıç belki kimseye henüz bir gerçeklik değildir, ama hepimize bir özlem olamaz mı? Tüm bunların farkında olan bir yargıç, hiçbir şeyi beklemeden kendi içinde ve işinde özgür olmayı isteyemez mi? CBT 1159/15 5 Haziran 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle