02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Göbekli Tepe’deki son buluntular ilk üretimcili e geçi ve kentle me aras ndaki ili kiye yeni bir bak aç s getirdi Mustafa Çetiner [email protected] Uygarlığın temeli din ile mi atıldı? Arkeoloji kitaplarındaki klasik öğretiye göre insanoğlu, buz devrinden sonra değişen iklim koşullarıyla birlikte hayvancılık ve tarımcılığa başlayarak yerleşik yaşam biçimine geçmişti. Ancak son yıllarda Anadolu’da gerçekleştirilen kazılarla farklı sonuçlar ortaya çıkmaya başladı.. Nilgün Özbaşaran Dede ünümüzden 11.500 yıl kadar önce, buz devrinin bitimiyle dünyamızda ılıman bir iklim hüküm sürmeye başladı. Bu tarihe kadar kabaca yontulmuş taş ve kemik aletlerle avlanarak ve mağaralarda barınarak yaşamını sürdüren insanoğlu, yeni iklim koşullarıyla birlikte yaşam biçimini de değiştirdi. Pulitzer ödüllü Amerikalı evrim biyologu Jared Diamond’a göre, insanlık son buz devrinin bitimiyle tarım ekonomisine geçerek modern uygarlığın temelini atmıştı. Nitekim avcılık ve toplayıcılıkla geçinen göçebe insan, Neolitik Çağ’da yabani bitkileri tarıma almaya, genç yabani hayvanları evcilleştirmeye başladı. Ekonomide yaşanan bu değişim elbette ki kullanılan aletleri de değiştirecekti. Açkılanmış yontma Göbekli Tepe’nin kazı başkanı Klaus Schmindt taş aletler, orak ve saban ilk olarak bu devirde kullanılmaya başlandı. Besinlerin pişirilmesi ve depolanması için çanak çömlek üretildi. Ve tüm bu gelişmelerle birlikte insanoğlu önce yuvarlak kulübeler daha sonra dörtgen veya dikdörtgen evler inşa ederek yerleşik yaşam biçimine geçti. Böylece Yakındoğu’da yaklaşık olarak 10.000 yıl önce Eriha’da (Jericho), Anadolu’da örneğin Çatalhöyük termekte. D NSEL A VE SOSYAL YA AM G re yerleştirmeye özen gösterdi. Evlerinin duvarlarına kutsal saydığı hayvanların resimlerini yaptı, heykellerini astı. Yakın doğu’da arkeolojik ve etnolojik kaynaklardan yararlanarak araştırmalar yapan Avustralyalı kültür tarihçisi V.Gordon Childe, özellikle ekonomik gelişmeleri göz önünde bulundurarak 1936 yılında “Neolitik Devrim” terimini ortaya attı. Childe, insanoğlunun, iklim değişimi nedeniyle Arap Yarımadası’nda “Bereketli hilal” olarak isimlendirilen yarım ay biçimindeki verimli topraklarla yetinmek zorunda kalarak yaşamlarını köklü bir biçimde değiştirdiklerine inanıyordu. Ona göre bölgede yaşayan otçul hayvanlar düzenli bir tarımı teşvik etmişti. Childe’ın devrim tanımlaması arkeologlar arasında tartışmalar yarattı. Birçok arkeolog Neolitik Çağ’da yaşananın devrim değil, ancak evrim olabileceğini savundu. Oysa Childe devrim terimiyle daha çok insanoğlunun yaşadığı köklü değişimi vurgulamak istemişti. Peki insanoğlunu yerleşik yaşama geçmeyi teşvik eden gelişmeler gerçekte neydi? Neolitik toplumlar gerçekten de hayvanları evcilleştirip, bitkileri kültüre aldıkları için mi köylerde yaşamaya başlamışlardı? Anlaşıldığı kadarıyla aileler yeni sosyal sınıflar oluşturmadan ya da tapınak gibi ortak kullanım alanları kurmadan bir arada yaşamışlardı. Bununla birlikte tahminlere göre en az iki bin kadar ailenin niçin verimli çevreye yayılmak yerine dar bir alanda toplandıkları ilginçtir. Yerleşmedeki dinsel ya am ve sosyal a çözdüğümüz zaman Çatalhöyük’ü daha iyi anlayacağız diyen Hodder, Neolitik devriminin aslında kültürel evrim şeklinde, insanın zihinsel gelişimine bağlı olarak yaşandığına inanıyor. İnsanları yerleşik yaşama geçiren tarım ve hayvancılık değil, daha çok dini uygulamalarla ortaya çıkan ve Çatalhöyük’ün duvar resimlerindeki sanatsal betimlemelerle yansıyan yeni bir kültürdü. Çatalhöyük’ten biraz daha eski bir yerleşme olan Aşıklı Höyük yerleşmesi de klasik Neolitik Çağ tanımlamasıyla bire bir örtüşmemekte. Belli bir düzen içinde yerleştirilmiş yapıları o dönem için gelişkin sayılacak bir mimari geleneğini yansıtsa da Aşıklı Höyük’teki diğer buluntularla tarım ve hayvancılığın çok fazla geepe’deki Göbekli T ınağın tap üksiyonu tr s n reko ÇATALHÖYÜK YEN DEN CBT 1156/8 15 Mayıs 2009 CBT 1156/9 15 Mayıs 2009 İngiliz Arkeolog James Mellaart 1960’lı yılların başında Çatal Höyük’ü keşfedince, buluntu yeri arkeolojik bir sansasyon ve bilinen en eski kent yerleşmesi olarak kabul edilmişti. Aradan çok uzun yıllar geçmesine ve Yakındoğu’da ortaya çıkarılan yeni buluntu yerlerine rağmen Çatalhöyük önemini yitirmedi. Cambridge Üniversitesi’nden Ian Hodder başkanlığında 1990’lı yılların başından itibaren devam eden kazılarda en az on iki yerleşme tabakası gün ışığına çıkarıldı. Mikromorfoloji gibi henüz yeni sayılan araştırma yöntemiyle arkeologlar yerleşmeyi çok daha ayrıntılı olarak inceliyorlar. Buluntulardan anlaşıldığı üzere Çatalhöyük’te pek de gelişkin bir tarım yoktu ve Tapınak olduğu Neolitik Çağ’da hayvancılığın merkezi sayılacak düşünülen anıtsal yapı bir yerleşme değildi. Çatalhöyüklüler bir akarsuyun kenarına düzenli bir şekilde yerleşmişlerdi. Sulak bölgelerde çeşitli otlar ve buğday, arve A kl Höyük’te, İran’da Jarmo ve Ali Kosh’da ilk pa gibi tahıllar yetişiyordu. köy yerleşmeleri kuruldu. Ancak tahılın ekmek veya benzeri ürünler olarak işlendiğini gösteren kanıtlara rastlanmadı. Yabani SANAT VE D N’ N KE F hayvan kemiklerinin, daha sonra evcilleştirilen sığır keTarım ve hayvancılık öte yandan kültürel yaşamı mikleriyle karşılaştırılması da Çatalhöyük’ün sığırcılıda etkileyerek insanoğlunun sanatı ve dini keşfetme ğın geliştiği bir merkez olmadığını gösteriyor. Yoğun nüsine, doğurganlık ve mevsimler üzerinde düşünmesine fusuna rağmen Çatalhöyük kentten çok kalabalık bir yol açtı. Neolitik devir yerleşmelerinde bulunan, do köydü. Son araştırmalara göre gerçek işbölümünü gösğurganlığı simgeleyen şişman kadın heykelcikleri, ar teren kanıtlar bulunmuyor yerleşmede. Gerçi kerpiç yakeologlar tarafından “ana tanr ça” olarak yorumlanır. pılar aşağı yukarı aynı planda inşa edilmiş ama mikNeolitik Çağ insanı ölülerini evlerin tabanına gö roskobik analizler, kullanılmış olan kerpiçlerin ve dimerken, anne karnındaki bebeğin duruş biçimine gö ğer yapı malzemelerinin birbirinden farklı olduğunu gös lişmediği anlaşıldı. Yerleşmede bulunan bitki kalıntıları bazı tahılların tarımla alındığını kanıtlasa da Aşıklı insanı daha çok toplayıcılıkla geçinmiştir. Aşıklı Höyük’te bulunan kemiklerin tümü yabani hayvanlara ait. Koyun ve keçinin ön evcilleştirme aşamasında olduğunu gösteren bazı kanıtlar varsa da morfolojik açıdan evcil sayılabilecek hayvan kemiklerine rastlanmamıştır. GÖBEKL TEPE B R KANIT MI? Hodder’in dine ba l kentle me tezini Alman arkeolog Klaus Schmidt, Göbekli Tepe’de kanıtlamaya çalışıyor. Şanlıurfa’nın 15 km kuzeydoğusunda yer alan 300 m çapında ve 15 m yüksekliğindeki Göbekli Tepe bir dağ sırasının en yüksek tepesine kurulduğu için çok uzak bir mesafeden bile göze çarpıyor. Bugüne kadar gerçekleştirilen kazı çalışmaları sonucunda Göbekli Tepe’de üç tabaka bulundu. Yüzey dolgusunun (I.tabaka) hemen altındaki çanak çömleksiz Neolitik B evresi (IIA tabakası) dikme taşlı dörtgen yapıları, Nevali Çori’deki tapınak yapısıyla benzerlik göstermekte. Birbirine 25 km uzaklıktaki iki höyükte de T biçimli dikme taşlar var ve üzerleri kabartmalarla süslü. Ve kabartmaların üzerindeki kuş ve insan betimleri de birbirine benziyor. Kült alanlarının tabanları iki höyükte de aynı yöntemle (terazzo) kaplanmış. Çanak çömleksiz Neolitik A ve B arasında bir geçiş evresi özelliğini gösteren IIB tabakasında yuvarlak ve oval planlı yapılar bulundu. Son olarak kazılan III.tabaka en eskisi ve en önemlisidir. 1995 yılından bu yana Şanlıurfa Müzesi ve Alman Arkeoloji Enstitüsü’yle birlikte kazılara devam eden Schmidt, Göbekli Tepe’nin bu tabakasında insanlık tarihindeki en önemli değişimin çıkış noktasını bulduğuna inanıyor. Arkeoloğa göre Göbekli Tepe, tarıma geçişin çekirdek bölgesiydi. Schmidt burada ev veya savunma duvarı olabilecek yapılar yerine dairesel olarak düzenlenmiş T biçimli dikili taşlar buldu. Bugüne kadar gün ışığına çıkarılan dikilitaşlar içte ve dışta dairesel alanlar oluşturan duvarlarla birbirine bağlanmış, dairenin ortasına ise diğerlerinden daÜzerinde aslan kabartması olan dikme ha yüksek iki dikme yerleştirilmiş. Dikme taşların üzerine aslan ve boğaların, yabandomuzlarının, tilki ve yılanların büyük kabartmaları yontul olarak neye veya nelere tapınıldığını ya da bir tanrı kavramının gelişip gelişmediğini söylemiyor ama tepenin bir muş. tür tapınak olduğundan emin. Schmidt Göbekli Tepe ile yeni tezin savunucularınNASIL KURDULAR? dan biri oldu. Yazının başında ele aldığımız teoriye göre Anıtsal mimari niteliğindeki bu ilginç yapıların yaklaşık 11.500 yıl önce meydana gelen iklim değişimi geçmişi yaklaşık olarak 12.000 yıl öncesine kadar uzanmakta. Fakat o tarihte insanlar yerleşik yaşama geç Neolitik devrimi tetiklemişti. Besin kaynakları kıtlaşınmemişlerdi henüz. O halde avcı ve toplayıcılar nasıl bu ca insanlık tarım ve hayvancılığa başlamış ve köyler kurkadar dev alanlar kurabilmişlerdi? İnsanların tonlarca muştu. Bu gelişmelerin neticesinde ise din düşüncesi orağırlıktaki kaya parçalarını yük hayvanı olmadan ta taya çıkmış ve dini yapılar inşa edilmişti. Oysa Göbekli Tepe’deki tapınak alanları, avcılar ve şıyarak nasıl bir araya getirdikleri de ayrı bir soru. toplayıcılar tarafından kurulmuş. O halde gelişmeler ters Yedi metre yüksekliğinde ve üst kısmı üç metre yönde mi yaşanmıştı? Törelerin, kültlerin ve dinin önegenişliğinde olan dikme belki de en ilginç olanı. mi daha mı büyüktü? Dikme elli ton ağırlığında. Schmidt bu taşların yüzSon bilgilere göre avcılar ve toplayıcılar o tarihlerde lerce kişinin yardımıyla taşındığını tahmin ediyor. Bu nedenle o zamanki topluluğun bu muazzam ça yerleşik yaşamaya başlamışlardı ki bu yaşam biçimi onlışmayı koordine edecek ve tamamlayacak yetiye sahip lara daha etkili avcılık yöntemleri geliştirmelerine imkân vermişti. Hatta anıtsal yapı inşası tarım ve hayvancılığı olması gerekiyordu. Peki tepedeki bu gizemli yapının anlamı ne olabilir? tetiklemiş olabilir diyor Schmidt. Sonuçta yüzlerce insan Dikmelerin birinde ayı veya aslan gibi güçlü bir hayvan, taşları taşıyıp düzenlerken beslenmek zorundaydı. Arkeolog diğerinde insan başı betimlenmiş. Diğer dikmelerde ise tezini bu yüzden “Önce tapınak sonra kentleşme” şeklinde kuşlar veya insan başlı diğer hayvanlar da var. İnsan ka açıklıyor. fatasları taş devrinde bedenden çıkarılarak saklanmıştır. Schmidt, Göbekli Tepe’deki yapıların da bir tür ölü kültü olabileceğini tahmin ediyor. Kabartmalardan birinde bir turna görülüyor. Kuş sanki dans ediyormuş gibi tasvir edilmiş ama bacakları daha çok insanınkine benziyor. Belki de kuş kılığına girmiş bir insandı. Kim bilir belki de insanlar özel giysiler içinde dans ederek, başka dünyalardan aldıkları güçlerle hastalıkları iyileştirmeye çalışıyorlardı. Schmidt tepede tam Üzerinde çeşitli hayvan figürleri olan dikmeler Geçtiğimiz hafta içinde bir arkadaşım sordu. Bilim adamının görevi makale yazmak mı? Akademik değerlendirmede makale sayısına göre mi değerlendirme yapmak gerekir? Gerçekten de tıp çevrelerinde genel bir kanı hâkim son yıllarda. Akademisyenlerin değeri yaptıkları uluslararası yayın sayısı ile ölçülür oldu. Bu ölçüt gerçekten doğru, güvenilir ve objektif bir ölçüt müdür? “Gerçek” ve “Bilim” Üzerine ... Dr. Nezih Hekim soruyordu. Bir bilim adamına bu dünya ve ülken için akademik yaşamında neler yaptın diye sorduklarında yanıtı ne olmalıdır? Toplam şu kadar sayıda yayın yaptım, şu kadarında ilk sıradaki isim idim, şu kadarı uluslararası indekslerde yer aldı. Bu soruyu Einstein’a sorsalardı yanıtı çok daha kısa olurdu. E=mc2 Elbette kendi bilim insanlarımızdan dünyayı değiştirecek buluşlar yapmalarını bekliyor değilim. Ancak bir noktanın altını iyi çizmek gerekir. Bilimsel makale yayımlamak esas hedef değildir, bilimsel makale sorular sorduğunuz ve yanıtlar aradığınız bilimsel bir konudaki çalışmalarınızın sadece bir yan ürünüdür. Bilimin temel itici gücü var olduğu ilk andan itibaren “bilmek” istencidir çünkü. Bilimin doğduğu felsefe yani philosophia “bilmeyi sevmek” demek değil midir? Akademik kariyerde ilerlemek için bilimsel makale yazılmaz. Antik Yunan okullarında yazılı olan bugün için de geçerlidir. “Biz Hayat İçin Öğreniriz” Tüm çağların gerçek akademisyenleri, gerçek bilim insanları yaşamı öğrenmek, yaşamı kolaylaştırmak, kimi zaman ise salt içlerinde zaptedemedikleri “bilmek isteği” için bilim ile uğraşmışlar, doğanın, biyolojinin gizli sırlarına ulaşmışlardır. Ülkemiz akademik yaşamında, elbette genellemeler yapılamaz ancak önemli ölçüde isimlerin başlarına gelen “ön ekler” için makale yazılmaya çalışıldığı açıktır. Akademisyenler doğal olarak da bu yolla hakettikleri unvanları aldıklarında yani doçent olduklarında bilimsel makale yazma motivasyonlarını yitirirler. Profesör olmak için ise çoğu zaman makale yazmaya bile gerek yoktur, çünkü ülkemizde bu unvanlar akademik olarak alınamazlarsa “mahkeme kararları” ile alınabilirler. Bu süreç bir tek şeyi işaret ediyor. “Halen bir bilim toplumu olmanın çok uzağındayız” Dr Nezih Hekim anlatmıştı. Mevleviler birbirlerini görünce “o mirim, Allah derdini arttırsın” dermiş. Karşısındaki ise “o mirim Allah senin de derdini arttırsın” diye yanıt verirmiş. Derdiniz yoksa, yanıtlanmasını beklediğiniz sorularınız yoksa, yaşamdan bir alıp veremediğiniz yoksa soru sormaz, yanıtların peşine düşmezsiniz. Ülkemizde üniversitelerin ve toplumun temel eksiği budur. Ülkemiz üniversiteleri, sorgulamayan, sormaya cesaret edemeyen, itaat ilişkisi ile yürüyen “medrese” kültüründen, muhalif, dünyayı değiştirme iddiasında olan “üniversite” kültürüne geçememenin sancılarını yaşamaktadır. Biz yıllarca üniversite öğretim üyeliğini bilgileri meslek adaylarına aktarmak olarak gördük. O bilgilerin üzerine yenilerini eklemenin esas görevimiz olduğu çok sonraları aklımıza geldi. Şimdi biraz “zorla” bilim üretmeye çalışıyoruz. Ancak bu zorlanma yine “gerçek” yaşamdan kopuk, çoğu kez kimsenin umurunda olmayan makaleler yazmanın ötesine geçemiyor. Akademisyen kimliğimizi halen “miş” gibi yaşamayı sürdürüyoruz. Kabul etmeliyiz ki, bu ülkenin insanları olarak bizler genellikle gerçekle değil, onun sanal yansımaları ile uğraşıyoruz. Yıllarca kullandığımız “Türkiye’nin imajı” safsatası işte budur. Görmek istemediklerimizi görmüyor, onun yerine “imajını” değiştirmeye çabalıyoruz. Çocuk, annesinin yanında zorla yürüyor ve şikâyet ediyordu. “Anneciğim ayakkabım vuruyor, canım çok yanıyor”. Kadın telaş içindeydi, duymak ve anlamak istemiyordu. “Yürü hadi, vurmaz, vurmaz!” Akademisyenimizden, yöneticilerimize, sıradan yurttaşımızdan, en iyi eğitimlimize kadar büyük çoğunluğumuzun “gerçeğin algılanması” ile ilgili sorunları var. Yaşamlarımızı hep “miş” gibi yaşıyor ve ne yazık ki öyle tüketiyoruz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle