21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KONGRELERDE BİTKİBİLİM Nobel Komitesi Neher ve Sakmann'ı hücre biyolojisinde devrim yapan çalışmaları , hastalık mekanizmalarının daha iyi anlaşılması ve ilaçların geliştirilmesine buluşlarının katkısı nedeniyle layık gördü Ru, abartılmış bir gerekçe değil. Ağrı kongresinin ardından Başlıbaşına bir hastalık olarak ağrı üzerine çalışmalar, son 20 yılda hız kazandı. Doç. Dr. Senhır Erdine Ist. Tıp Fak. Algoloji Bil. Dalı Baş. I Erwin Neher Ervvin Neher fizikçi. 20 Mart 1944 Landsberg / Lech doğumlu. Münih Teknik Üniversitesinde ve VVisconsin Ühiversitesinde öğrenim görmüş, 1967de master, 1970te doktorasını vermiş Bu tarihten itibaren Max Planck Enstitüsü Psikiyatri bölümünde ve 1972'den itibaren biyofiziksel kimya bölümlerinde (Göttingen) çalışan Neher, Sakmann ile birlikte zarlardaki iyon kanallarını araştırmış. 1977de Alman fiziksel kimya cemiyetinin Nernsl ödülünü, iki yıl sonrada Feldberg ödülünü almış. 1981de doçent olan Neher, 1983'ten beri Göttingen Enstitüsü zar biyofiziği bölümünü yönetiyor. Bert Sakmann Stuttgart doğumlu Tıp öğrenimi görmüş ve 1969da Münih Max Planck Enstitüsü Psikiyatri bölümünde araştırma asistanı olmuş 1971de Londra'ya giderek biyofizik çaiışmaları yapmış. 1974'te dönerek Max Planck biyofiziksel kimya bölümünde çalışmaya başlamış. 1981'de doçent olan Sakmann, 1985'te Göttingen Enstitüsü Hücre Bölümü direktörü olmuş 1989'dan beri Heidelberg Max Planck Enstitüsü Tıp Araştırma bölümünde çalışıyor. Bert Sakmann 1 Haziran 1942 2 nsanlık için ağrı yeni değil Ancak yüzyıllar boyunca tıpta ağrı, özellikle kroniksüregen ağrı yalnızca diğer hastalıkların bir bulgusu olarak kabul edildi Halbuki bir çok kronik ağrıda hastayı işinden gücünden alıkoyan temel neden ağrıdır. Bu nedenle 1974 yılında kurulan Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı (IASP) öncülüğünde ağrının başka hastalıkların bir bulgusu olduğu gibi, başlıbaşına bir hastalık olarak değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi önemli taraftar buldu Ağrının başlıbaşına bir hastalık olarak değerlendirilmesi ile birlikte, dünyanın bir çok yerinde ağrıyla ilgili hekimler biraraya gelerek ağrıyı çok yönlü olarak değerlendirdikleri ağrı klinikleri kurulmaya başlandı. Bugün yeryüzünde beşyüzün üzerinde ağrı merkezi bulunuyor Ülkemizde de bu anlamda ilk merkez, 1986 yılında Istanbul Tıp Fakültesinde kuruldu. Ağrı konusundaki çalışmalar özellikle son 20 yıl içerisinde büyük ivme kazandı. 1965 yılında ağrı mekanizmasını açıklamaya yönelik Melzack ve Wall tarafından ileri sürülen Kapı Kontrol Teorisinden sonra hızlanan çalışmalar sonucu, vücudun ağrıyı kontrol altına kendi kendine alabilmek için "inen kontrol sistemi" adı verilen beyinden omuriliğe doğru hareket eden bir sistemden yararlandığı ortaya kortdu. Yino beyin ve omuriliğin çeşitli bölgelerinde ve başka organlarda morfinle aynı kimyasal yapıda endorfin ve enketalin adı verine maddelerin bir çok hastalıkta ve ağrılı durumlarda salgılandığı ortaya kondu Morfin ve benzeri maddelerin beyin omurilik, bağırsaklar, akciğer gibi çeşitli organlarda özel algılayıcılar tarafından algılandığı gösterildi. Vücutta endorfin gibi çeşitli maddelerin de ağır mekanizmasında rol oynadıkları kanıtlandı Ağrının tıpta bu denli yoğun olarak ele alınması doğal ki klinik çalışmalara yansıdı Eldeki veriler ışığında yeni yöntemler ağrının kontrolu için yeni olanaklar yarattı. Ûrneğin kanserll hastalarda geçmişte ağrı ancak % 60 oranında kesilebilirken, bugün gelişmiş ağrı merkezlerinde bu oran % 95'lere ulaşmaktadır Aynı şekilde hiçbir tedaviye cevap vermeyen çok şiddetli ağrılarda omuriliğe yerleştirilen elektrotlar aracılığı ile elektriksel uyaranlar verilerek ağrı kontrol altına alınabilmektedir Bu gelişmeler ışığında ağrı konusunda batıdaki gelişmeleri, izleyebilmek ve uygulayabilmek amacıyla ülkemizde de 1980li yıllarda çalışmalar başlatıldı. Bu ği kuruldu Ağrı Demeği ilk kez 1988 yılıoamaçla 1987 yılında Algoloji Ağrı Derne da Ortadoğu ülkelerine yönelik 1. Türk Mısır Ağrı ve 1 Ulusal Ağrı Kongresini, 1989da da 2. Ulusal Ağrı Kongresi'ni düzenledi. Bu dönemde Ağrı Derneği tarafından düzenli olarak Ağrı Dergisi yayınlanmaya başlandı Bu çalışmalar sonucunda ağrı çaiışmaları ülkemizde Yüksek öğretim Kurulu tarafından 1990 yılında bilim dalı olarak kabul edildi ve ülkemizdeki ilk Algoloji Bilim Dalı Istanbul Tıp Fakültesinde kuruldu. Algoloji Derneği 35 Ekim 1991 tarihleri arasında 3. Ulusal Ağrı Kongresini düzenledi. Kongreye ülkemizin çeşitli tıp fakülteleri ve hastanelerinden toplam 450 bilim adamı ve hekim katıldı. Kongreye Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı Gelecek Dönem Başkanı Prof. J. Loeser, Dünya Ağrı Klinisyenleri Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. J. Chrubasik, Dünya Sağlık Teşkilatı Temsilcisi Noreen Teoh, Avrupa Rejyonal Anestezi Cemiyeti Kurucu Başkanı B. Scott ve Leiden Üniversitesinden Prof. Ferrari konuşmacı olarak katıldılar. Ayrıca ülkemizde kendi dallarında her biri önemli bir isim olan 24 konuşmacı, ağrının nörofizyolojisinde ağrı sendromlarına ve tedavilerine kadar çeşitli konularda konferans verdiler. Bu konferansların yanısıra bel ağrılarında yaklaşım biçimleri ve Türkiye'de Ağrı Kliniklerinin örgütlenmesi konulu iki sempozyum düzenlendi. Kongrenin en önemli yönü Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatının aktif desteği ve ülkemizde ağrı kliniklerinin örgütlenmesi konusunda hekimlerimızin ne denli istekli olduklarının çarpıcı biçimde ortaya çıkmasıydı Konuşma ve sempozyumların yanısıra ağrının çeşitli yönleriyle ilgili 52 serbest bildiri sunuldu. Dünya Sağlık Teşkilatı tarafından baslatılan ve ülkemizde de Algoloji Derneği tarafından yürütülen Kanserli hastalarda Palyatif Bakım konusu özellikle ele alındı. Ülkemizde de kanserli hastaların daha insanca yaşayabilmeleri, kanserli hastanın yaşamının niteliğinin yaşayabilmeleri , kanserli hastanın yaşamının niteliğinin düzeltilmesine yönelik Palyatif bakımın bir devlet politikası haline gelmesi üzerinde özellikle duruldu Kongrede yapılan konuşmalar Ağrı Derneği tarafından Ağrıda Multidisipliner Yaklaşımlar adı altında 200 saytalık bir kitap olarak basıldı. Ülkemiz ağrı konusunda dünya ülkeleri içerisinde önemli bir yere sahip bulunuyor Ağrı bilimi algolojinin bilim dalı olarak kabul edildiği beşinci ülke olan Türkiye Uluslararası Ağrı Teşkilatının 10 kişilik yayın komitesinde temsil ediliyor ve ortadoğu ülkeleri sorumluluğunu yürütüyor 1994 yılında yapılacak olan 6 Dünya Ağrı Klinisyenleri toplantısının da ülkemizde düzenlenebilmesi için çalışmalar sürdürülüyor. Sonuç olarak 3. Ulusal Ağrı Kongresinin ülkemizde ağrı çalışmalarının yaygınlaştırılması, ve ağrı kliniklerinin kurulması yoluııda önemli bir adım olduğu kanısındayız Kendini gübreleyen bitki yapılıyor mu? Y umru bakterileri adı verilen bir bakteri türü, baklagiller ailesinden bitkilerin köklerinde havadaki azotu bağlayabiliyor Bitki bu bakterilere azot sağlıyor, buna karşılık bakteriler ürettikleri enerjiden zengin besin maddelerini bitkiye veriyorlar. Oysa aynı ışlem endüstriyel olarak gübre üretmek için ancak 500 derece sıcaklık ve 200 bar basınç altında yapılabiliyor. Bu koşullarda kazanlar içinde üretilen amonyak, azotlu gübrelerin temel yapıtaşını oluşturuyor. Gübre sanayii her yıl 40 milyon ton azotlu gübre üretiyor. Ithaka'dakı Cornell Üniversitesi'nden (ABD) bilim adamları sansasyonel bir buluş yaptılar. Çalışma grubundan Dr. Ralph Hardy tropik bataklıklarda yetişen bir baklagil bitkilerden Aeschynomene'leri incelerken azottan yoksul topraklarda bu bitkilerin saplarında yumrular oluştuğunu gözlemledi Hardyntn incelemelerinde bu yumruların şimdiye kadar bilinmeyen bir bakteri tarafından oluşturulduğu ortaya çıktı. Botanikçi Dr. Hardy yeni bulunan bakteriye "Photorhizobium thompsonum" adını verdi. Yeni bakterinin en ilginç özelliği, aynen bitkiler gibi fotosentez yapması ve böylece azotu bağlamak için doğrudan güneş enerjisini kullanabilmesiydi. Şimdi genetikçiler Photorhizobium bakterisinin "birlikte yaşayabileceği" başka bitkiler arıyorlar Şayet sözkonusu bakteri örneğin tahıl bitkileriyle birlikte ortak bir yaşam sürebilirse her yıl milyonlarca ton yapay azotlu gübre tasarrufu sağlanacak. Bitki genetikçileri Photorhizobium bakterisinin azot bağlayıcı enzim sistemlerinin özellikle oksijene karşı duyarsız oluşuyla ilgileniyorlar. Çünkü oksijen şimdiye kadar bilinen bütün bakteri türlerinde azotun bağlanmasını önlüyor. Şayet oksijene duyarsız olan bu enzim sistemlerinin genetik manipulasyon yoluyla bitkilere aktarılması sağlanırsa bitkilerbakterilerin yardımı olmaksızın havadaki azotu kullanabilecek ve böylece moleküler biyologlar ve tarım uzmanları "kendi kendini gübreleyen bitki" konusunda büyük bir adım atmış olacaklar (bdw i. m.) 2407 cu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle