07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 2 MAYIS 2021 PAZAR [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Edebiyatın sayfalarından pandemi notları... DR. SAMI EREN Tekhücreli organizmalar (mikroorganizmalar: bakteriler, virüsler, mantarlar), doğa sahnesine çıktığından beri insanoğlunun kendisini saymazsaken büyük düşmanı olmuşlar, enfeksiyon hastalıkları (bulaşıcı/mikrobik hastalıklar) milyonları kısa sürede engel ve ayrıcalık tanımaksızın yok etmiş, büyük göçler yaşanmış, uygarlıklar çökmüş ya da sarsılmıştır. Tarih boyunca, başta “çiçek hastalığı”, “tifüs”, “kolera” ve “grip” olmak üzere, enfeksiyon hastalıkları kısa sürelerde binlerce, on binlerce insanı hastalandırarak yığınlar halinde ölümlere neden olmuştur. Ama bu tür hastalıklar arasında, ismi bile benzersiz bir dehşet uyandıran, “kara ölüm” olarak da adlandırılan “veba”nın insanoğlunun tarihinde ve kolektif belleğindeki korkulu yeri farklıdır ve baştadır. Tıp tarihi kaynaklarına göre Akdeniz havzasında ve Avrupa’da ilk defa 6. yüzyılda ve ardından 14. yüzyılda ortaya çıkan aralıklı büyük veba salgınları milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. Avrupa’da en son 18. yüzyılda görülen veba, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. Vebanın oluşturduğu acı, çaresizlik, korku ve yıkım, tarihsel kaynaklar dışında, o dönemlerin bazı yağlı boya tablolarında (ör. P. Bruegel, “Ölümün Zaferi”, [15251569]; D. Gargiulo, “Napoli 1656 Veba Salgınında Mercatello Meydanı”, [16091675]; M. Serre, “Marsilya 1720 Veba Salgınında Belediye Binasının Görünümü”, [16581733]) ve nadir de olsa yine bazı öykülerde, romanlarda ürpertiyle izlenmektedir. ‘Decameron’ ve ‘Veba’ Tarihteki “veba” salgınlarını konu alan biri öykü diğeri roman, dünya edebiyatının iki başyapıtını, eski yıllarda okumuştum: “Decameron” (G. Boccaccio, 13131375) ve “Veba” (A. Camus, 19131960). Özellikle bu sonuncusunu derin bir merakla, zaman zaman belli belirsiz bir tedirginlikle ama hep bir güven duygusuyla okuduğumu anımsıyorum. Hatta her ne kadar roman, yazarın veba özelinde bulaşıcı hastalıklar için sanki bir tür “epidemiyolojik öngörü” ya da “uyarı” içeren satırlarıyla (“...Halkın bir şeyİnsanlık tarihindeki tüm şiddetli salgınlarda olduğu gibi bu zor günlerimiz de aşılacaktır kuşkusuz. Ayrıca bu üç edebi yapıtın anlattığı dönemlerden farklı olarak, bugün insanlığın elinde çok önemli ve mutlak etkili koruyucu ve tedavi edici olanaklar var. den haberi olmadığını ve kitaplarda okunduğu gibi veba mikrobunun ne öldüğünü ne de kaybolduğunu, sayısız yıllar boyunca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya dalabileceğini, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde, eski kâğıtlarda sabırla bekleyebileceğini ve zamanı gelince bir gün insanları yola getirmek ve felaketlerine sebep olmak için vebanın farelerini uykularından kaldırıp mutlu bir şehre ölmeye gönderebileceğini biliyordu.”) bitiyor olsa da. Çünkü bu tür felaketler sadece romanlarda olurdu; kitabı kapatıp, sayfayı katlayıp kenara bıraktığında ve dışarı çıktığında yaşam olanca güzelliği, güvenilirliği ve renkli umutlarıyla devam ederdi... İlginç Türk pasajları “Veba Yılı Günlüğü”nü (D. Defoe, 16601731) ise Covid19 günlerinde yani o eski kitaplarda, tablolarda izlediğimize eşdeğer bir görünmez düşmanla boğuştuğumuz şu amansız günlerin tam da ortasında okudum. Şimdiye kadar okuduğum, yazınsal değeri ve zarafeti bir yana, tıp ve tıp tarihi bağlamında da önemli kitaplardan biri diyebilirim. Yıl 1665. Londra’da veba salgını. Ünlü İngiliz yazar, bir günlükten (bir yakınının ya da bilinmeyen bir Londralının günlükleri olduğu düşünülüyor) hareketle, o günleri 1722’de yazmış. Aslında bir tür “belgesel” olarak da nitelenebilir. Sadece ortalarda kısa bir öykümsü bölüm var. Samimi, duru, insancıl bir anlatım ve biçem. Son derece duygusal, hüzünlendirici ama bazı yerlerde dehşete de düşüren satırlardan çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Pandemi günlerinde okuduğumdan mı ya da bir roman (yani kurgu) olmadığından mı ya da her ikisi birden mi acaba bilemiyorum? Arada 300 yıl, coğrafya ve kültür farkı olmasına karşın, birçok benzer “insanlık durumu”... O devirdeki Türklerin salgına yaklaşımları konusunda son derece ilginç pasajlar da var kitapta. Günlük, bazı çok önemli epidemiyolojik bilgiler ve ipuçları da içeriyor olabilir. Yaklaşık bir buçuk yıl süren salgının yıkıcılığı ve şiddeti 1665 ağustosunun son haftasında ve eylülde doruğa ulaşıyor, haftada on binlerce ölüden bahsediyor yazar. Ama sonra birden seyri değişiyor; bulaşıcılık ve hastalanma sürüyor hatta bazen artıyor ama ölümler azalıyor. Öyle ki salgın başlayınca Londra’dan ayrılan Kral, Noel’den hemen sonra geri dönüyor, yeni yılda da veba bitiyor. Aşı yok, ilaç (antibiyotik) yok, sadece iyi kötü karantina uyguluyorlar. Bilim ve bilimsel düşünce Olanağı olanlar şehri terk ediyor ya da evlere kapanıyorlar. Tütsü, duman vb. uygulamalar yapıldığını öğreniyoruz sayfaları çevirdikçe. Kitap boyunca, hep günümüzle bir karşılaştırma da yaptığımdan, bu uzak satırlardan ve eski sayfalardan romantik bir umut da oluşuyor ister istemez. Covid19’da da böyle keskin bir düşüş olur mu acaba? Bakteriler, virüsler ve diğer mikroorganizmalar, homo sapiens ve ataları ortaya çıkmadan çok önce dünyamızda yaşıyorlardı. Eğer uzak gelecekte ve herhangi bir biçimde mavi kürede yaşam sona erecekse bile, onlar olasılıkla en son yok olacak organizmalar arasında bulunacaklar yani salgınlar ya da salgın tehdidi belki de hep sürecektir. Ama insanlık tarihindeki tüm şiddetli salgınlarda olduğu gibi bu zor günlerimiz de aşılacaktır kuşkusuz. Ayrıca, bu üç edebi yapıtın anlattığı dönemlerden farklı olarak, bugün insanlığın elinde çok önemli ve mutlak etkili koruyucu ve tedavi edici olanaklar var: başta aşı ve ilaçlar (antibiyotikler, antiviraller, antifungaller vd.). En önemlisi de tüm bunları insanlığa sağlayan “bilim” ve “bilimsel düşünce”... Özellikle böylesi felaket zamanlarında ve öncesinde, bilimden ve bilimsel yöntemlerden başka başvurulacak hiçbir şeyin olmadığına inanan ve bunu eksiksiz uygulayan toplumlar, Covid19 gibi salgınları ve de gelecekteki olası salgınları daha kolay, daha hızlı, dolayısıyla da en az zarar ve acı ile atlatabileceklerdir... Dünya Dans Günü ve Atabarı OĞUZ ÖZLEM meşakkatli ama bir o kadar da büyük bir ESKI ANKARA DEVLET BALE SANATÇISI tanıtımdır. Bu dans zenginliğinin sahneye uygulanma sırası geldiyse uygulana29ve 30 Nisan 2019 tarihinde Ankara’da yüce Atatürk’ün dediği gibi medeni olma evrenselleşme adına Ankara Devlet Balesi, Ankara’nın opera bicak eserin baleye sosyal bir güzelliği, şiirsel bir anlatımı, müzik ve renk zenginliğinin evrensel bir sistem içinde olmasına dikkat edilmelidir. nasının sahne sıkıntısı, seyirci kapasitesinin yetersizliği sebebiyle 3 bin 100 kişilik ‘Milli bir gecikme’ kongresyumda (çok amaçlı sanat merkezi) En önemlisi bale terminolojisinden yaM. Theodorakis’in Zorba balesini oynadı. rarlanırken eseri göz alıcı şekilde cilalanBiletleri internette günler öncesinde biten mış güzellikte sahnede seyircilere sunmakbu şöleni arka arkaya iki gecede 6 bin 200 tır. Bu düşünce doğrultusunda dış dünsanat severin izlemesi, Türkiye genelinde ya gerçeklerini yakalamaksa gerçek mariki başta başkent Ankara olmak üzere ger fettir. Böyle ulusal ve kutsi bir koreografik çek opera binalarına olan özlem altı iki ke düzenleme; köylü danslarının bale adımlare çizilecek derecede önemli bir uyarıdır. rıyla biçimlendirilirken, can M. Theodorakis, ülkesine duyduğu sevgi, çevresel sorunlar, insan hakları ve onun müzik yeteneği L. Massine’ninde koreografik düzenlenmeHalk alıcı olan eseri baştan sonuna kadar götüren müziğinin müziktir. Hareketleve Türk köylü rin çarpıcı, temposi, Zorba Balesi 35’ten fazla ülkedanslarının el lu etkileyecek güde sergilenmiş, dünyanın saygın operalarının repertuvarında yerini almıştır. değmemiş olanlarından, mahalli özelliğini bozmadan popüler ve zel yerlerin müziğin beraberliğinde özünü yakalamak halkıyEvrensel ve özgün profesyonel yaratıcılıkla, la ona bağı ve Eserin bitiminde sanatsever gerçek yeniliklerle göz alıcı ilişkisinin kavlerin sanatçıları defalarca sah eserler yaratmak mümkün. raması, yüreneye davet etmelerini bir bale sanatçısı olarak meslektaşlarımı alkışlarken kendi kendime “ama neden niçin” deyip kahroluyorum. Köy danslarının sahneye uygulanması zor, meşakkatli ama bir o ğinde, ruhundaki akılcı kaynakla olacaktır. “Bizden olmayan” saDuygularımızı Cumhuriyetin de he kadar da büyük bir nat yakıştırmasına definde olduğu gibi öyük halindeki binin üzerinde Türk köylü danslarıtanıtımdır. karşılık olarak, “köylü” dediğimiz insannın zenginliğini, Cumhuriyetin hümanist ların Anadolu’nun hazifelsefesini bale sanatıyla ayağa kaldırmak ne değerindeki oyunlarını maönemli bir vazife. Kendi özgünlüğümüzün halli özelliğini bozmadan zamanımıza kaçekiciliğini, çağdaş ve dinamik yaratıcılı dar getirmeleri gerçek bir mucizedir. Onğımızı evrensel olarak dünya insanlarıyla ların titiz ve kıskanç bir şekilde kadınerpaylaşmak akıllı bir tutum değil mi? kek oyunlarını bizlere armağan bırakmalaHalk müziğinin ve Türk köylü dansla rı, danslara olan ilgilerinin müthiş kabilirının el değmemiş olanlarından, mahal yetlerinin göstergesidir. li özelliğini bozmadan popüler ve profesTürkiye’de uluslararası üne kavuşmuş o yonel yaratıcılıkla ve gerçek yeniliklerle sahnelerde eser koymuş, çalmış, oynamış göz alıcı eserler yaratmak mümkün. Köy sanatsal kariyerleri üst seviyede olan koredanslarının sahneye uygulanması zor, ograflarımızın ve kompozitörlerimizin varlıklarıyla bu duraklama devrini yaşamak milli bir gecikmedir. Burada temel olanın sahneye eseri uygulayan koreografın düşünceleri doğrultusunda kompozitörün müziği ile bir diyalog içinde çalışması, eseri eşsiz hale getirecektir. Yurtdışındayurtiçinde bir bale sanatçısının görüş ve bilgileri doğrultusunda; konservatuvar yıllarında Türk köylü danslarını merak edip çok zaman ayırmış bir sanatçı olarak böyle ulusal bir zenginliğin Zorba Balesiyle akıllara gelmesi benim için üzücü olmuştur. Özlem ve rahmetle andığım okul arkadaşım Duygu Aykal’dan bahsetmemek tabii ki mümkün değil. Değerli Duygu’nun bu çalışmaları ve idealleri benim duygularımın da başlangıcı olmuştur. Onun en büyük ideali Silifke’nin Keklik, Artvin’in Atabarı, Elazığ’ın Çayda Çıra oyunları ve diğer Anadolu köylü danslarıyla bir armoni düzeninde yerlisi yabancısına bütün dünya devletlerinin coşkuyla izleyebileceği Atabarı ismiyle ulusal bir grup kurmaktı. Özümüze sessiz kalmamalı Böyle bir günde 20. yüzyıl balesinin dünya ozanı ve Türk balesinin kurucusu Dame (İngiltere’de çok değerli bir nişan) unvanlı Ninett de Valois’i anmamak mümkün mü? Onun 1965 yılında sahneye koyduğu müziği Ferit Tüzün’e ait olan Çeşme Başı balesi, 56 sene evvel köylü danslarının olağan güzelliği onu şaşırtmış, kısa bir zamanda kimsenin aklına gelmeyen bu zengin esintileri fantastik bir şekilde sahneye uygulamıştır. Eserin librettosu (hikâye) köyde suya giden kızlar köy davulcusunu, satıcı kadınlar, çingeneler, Karagöz ile Hacivat sonunda âşık gariple sevgisinin dansıyla (pas de deux) sona erer. Bu eser bu topraklarda yaşayan insanlardan şahane bir sentezdir. Artık bağnaz düşüncelerimizden vazgeçelim. Ulusal bilinci oluşturarak altın değerindeki özelliklerimizle fark yaratalım. Uçsuz bucaksız insan değerlerine ve onların yaşam geçmişine sessiz kalmayalım. İnsan Hakları Eylem Planı’nın yayımlandığı sırada... İktidar, (sanıyorum bilinçli bir biçimde) Temel Hak ve Özgürlükleri daha da sınırlamaya ve kısıtlamaya gittiği sıralarda tam tersine söylemlerde ve resmi açıklamalarda bulunuyor... Örneğin “Özgür Birey, Güçlü Toplum; Daha Demokratik Bir Türkiye” vizyonu ile hazırlandığı iddia edilen “İnsan Hakları Eylem Planı”nın Resmi Gazete’de yayımlandığı ve “İnsan hak ve özgürlüklerine ilişkin standartların yükseltilmesiyle, demokrasimizin vatandaş memnuniyetine odaklı şekilde güçlenmesi süreci yeni bir ivme kazanacaktır” denildiği günlerde (medyadaki açık ve tekzip edilmeyen haberlere göre) Türkiye’de şunlar oluyordu: 1) KAVALA DURUŞMASI “Devletin gizli kalması gereken bilgilerini, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etme” ve “Anayasayı ihlal” suçlarından tutuklu olan ve AİHM’nin salıverilmesini istediği, tam salıverilme kararı çıktığında tekrar yeni bir suçlama ile tutuklanan iş insanı Osman Kavala’nın aylık tutukluluk incelemesinde, tahliye talebi reddedildi. Karar, oyçokluğu ile alındı. Mahkeme heyeti, “suçun vasıf ve niteliği, yargılamanın geldiği aşama, müsnet suçlara ilişkin kuvvetli suç şüphesini gösterir somut delillerin bulunması, yasada öngörülen cezanın üst sınırı ve adli kontrol tedbirlerinin yetersiz kalacağı” gerekçeleriyle tahliye taleplerini reddederek Kavala’nın tutukluluk halinin devamına karar verdi. Tutukluluğun devamı yönündeki karara, bir üye hâkim karşı oy kullandı. Üye hâkim, karşı oy gerekçesinde, “Osman Kavala hakkında suç vasfının değişme ihtimali, savunmasının alınmış olması, delillerin büyük ölçüde toplanmış olması ve tutuklu kaldığı süre dikkate alınarak adli kontrol tedbirleriyle yeterli ve etkin denetim sağlanabileceğini” belirtti. 2) EMNİYET’İN KAYIT ENGELLEME GENELGESİ Emniyet Genel Müdürlüğü, yayımladığı genelge ile kolluk personelinden kamusal alanda görevlerini yaparken ses ve görüntü kaydı alanların engellenmesini istedi. Polisleri kaydeden kişilerin engellenmesi ve haklarında adli işlem yapılması gerektiği belirtildi. Karara gerekçe olarak “özel hayatın gizliliğinin ihlali” gösterildi; ses ve görüntü kaydı alınmasının, kolluk personelinin görevini yapmasını engellediği öne sürüldü. Genelgeyi paylaşan Çağdaş Hukukçular Derneği ise Twitter’dan kamuoyuyla “Suç işlendiğini fark ettiğinizde ses ve görüntü cihazlarıyla kayıt yaparak delil toplayabileceğinizi hatırlatmak isteriz” dedi. ÇHD İstanbul Şubesi, genelgeyi paylaşırken “İçişleri Bakanlığı’ndan 1 Mayıs öncesi personelini garantiye alma genelgesi. Personeliniz görevini ifa ederken işkence yaparsa kayıt da alınır, delil de toplanır. Çünkü tekrarla, işkence yapmak görev sınırlarınızda değil, suçtur!” ifadelerini kullandı. ÇHD Ankara Şubesi de bir eylem sırasında polisin göstericilere yönelik muamelesini gösteren bir fotoğraf ve “1Mayıs2021” etiketi ile yaptığı paylaşımda, “Suç işlendiğini fark ettiğinizde ses ve görüntü cihazlarıyla kayıt yaparak delil toplayabileceğinizi hatırlatmak isteriz” ifadelerine yer verdi. 3) TURKUVAZ BASIN KARTI ENGELİ Karantina önlemleri bağlamında, yasaklardan sadece (iktidarın uygun bulduğu) turkuvaz renkli karta sahip olan medya mensuplarının muaf olduğu ilan edildi. Böylece yüzlerce, iktidarın sarı basın kartını onaylamadığı ya da telifle çalışan (köşe yazarları dahil) medya mensubu, polisle karşı karşıya getirildi. 4) KEYFİ İÇKİ YASAĞI Yazılı bir yasal dayanağı olmadığı halde, karantina süresince İçişleri Bakanlığı’nın sözlü emri ile içki satışı yasaklandı. 5) İSTANBUL’DA 1 MAYIS KUTLAMALARINA MÜDAHALE 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyen gruba polis Mecidiyeköy’de müdahalede bulundu. Polisin gözaltı esnasında ters kelepçe uyguladığı ve sert müdahalede bulunduğu belirtildi. İstanbul Valiliği, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü eylemlerine katılan toplamda 212 yurttaşın gözaltına alındığını bildirdi. HHH Sevgili okurlarım, yukarıdaki beş madde, benim medyada gözüme çarpan ve hemen aklıma gelenler. Daha, gerek hapistekiler gerekse dışarıdakiler için o kadar çok kanunsuz, haksız ve mantıksız uygulamalar var ki insanın aklı duruyor. Bugün, genelde burada değindiğim haksızlık ve hukuksuzluklara ilave olarak sadece “İnsan Hakları Eylem Planı”nın yayımlandığı sırada, yani bugünlerde göze çarpanların bazılarını kayda geçirebildim. “Şahsım Devleti” bırakınız sorunları çözmeyi, özel surette sorun yaratıyor: Bir an önce seçim yoluyla bu iktidardan kurtulmalı, “Parlamenter Demokrasiye”, “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” uygulamalarına, bağımsız yargıya ve güçlü Meclis’e geri dönmeliyiz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle