27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 14 MAYIS 2021 CUMA OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İsrail, bölge ve Türkiye PROF. DR. MITHAT BAYDUR İSTANBUL OKAN ÜNİVERSİTESİ İsrail, alışkanlık haline getirdiği düzenli Mescidi Aksa baskın ve saldırılarına bir yenisini daha ekledi. 1967’deki Doğu Kudüs işgalinin yıldönümünün, bu yıl ramazan ayının 28. gününe denk gelmesi sebebiyle, fanatik Yahudi gruplar öncülüğünde bir baskın düzenlendi. Hep söylenildiği gibi her 3 semavi din açısından fevkalade ruhani, uhrevi ve tarihi önemi olan Mescidi Aksa, İslam âlemi için de tartışılmaz bir önem arz etmektedir. Orası, İslam âleminin ilk kıblesidir... Orası, avlusunda bulunan Kubbetüs Sahra’dan Hz. Peygamber’in göğe yükseldiğine inanılan bir mekândır... İsrail’in tüm dünyada infial yaratan (her ne kadar infial yaratsa da artık sıradanlaşmış cılız tepkiler dikkat çekmez oldu) bu saldırısını, siyasi iklime dayalı olarak zaman ve mekân koordinatlarında incelemek gerekir. Bu kalkışmanın iç ve dış dinamikleri Önce dış dinamiklerden başlayalım: İsrail, Biden göreve gelmeden önce Mısır ve Ürdün ile Abraham/İbrahim Anlaşması adı verilen saldırmazlık anlaşması imzaladı. Trump döneminde, ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının ardından, bu hamleye BAE ve Bahreyn’den de destek geldi. (Aslında, içinde Avusturya, Sırbistan, Çekya ve Macaristan gibi Orta Avrupa ve Balkan ülkelerinin de bulunduğu 31 ülke, bu ABD hamlesini destekledi.) İsrail’in bölgedeki bu çevreleme hareketi, Batı Şeria ve Golan Tepeleri konusunda manevra alanını oldukça genişletti. Kaldı ki İsrail’in bu tür eylemleri sonrası genelde Türkiye de Suriye ve Libya’da iç savaşa müdahil olması, oluşturduğu siyasal perspektifin bir sonucu olarak bazı cihatçı gruplarla işbirliği içinde olması sebebiyle bugün Filistin meselesinde artık etkisini hissettiremeyen bir aktör durumunda. Aşırı militarize olan bir dış politika dili ve Hamas da dahil olmak üzere aşırı İslamcı grupların hamiliği, Türkiye’yi bölgede bir arabulucu rolünden de mahrum bırakıyor. ilk tepkiyi veren ülkelerden Lübnan, büyük bir iç kargaşa ve siyasi krizin ortasında. Suriye, 10 yıldır büyük bir iç savaş yaşıyor ve territoryal bütünlüğünü kurtarmaya çalışıyor. İran, Trump sonrası Biden yönetimi ile üzerindeki ambargoyu kaldırıp dış dünyaya entegrasyon çabası içinde. Türkiye ise göstermesi gereken tepkiyi göstermekle beraber, bölgesel ve Doğu Akdeniz’deki yalnızlığı giderebilme muradıyla, Mısır ve Suudi Arabistan ile yeniden diyalog hamlelerinde yakalandı... Dış politika her ne kadar pragmatik, faydacı perspektifler içerse de belli ilkeler üzerine bina edilmesi gerekir. Bu itibarla, Türkiye’nin tepkisi önemlidir. (Her ne kadar siyasi pratikler içinde bir sonuç getirmese de...) Dışişleri Bakanımız, “Kuru kınamalarla olmaz, ümmet aksiyon bekliyor” diyor. Kuşkusuz, “Hangi ümmet” diye sormak gerekiyor. Ümmet denilen kesimin bir kısmı ABDİsrail ekseninde, diğerleri de radikal ve cihatçı İslamcıları kendi içlerinden temizlemek istiyor. Netanyahu zorda İç dinamikler açısından bazı önemli parametreler var. İsrail son 2 senede 4 seçim gördü. Netanyahu son seçimde 30 sandalye kazandı. Oysa hükümet için 61 sandalye gerekiyor. Netanyahu, hükümeti diğer sağ partilerle kurmak istedi. Dolayısıyla bu tür sert ve irredantist (soy, ırk kökenli siyasi anlayış) hareketlerin hem Netanyahu’nun yolsuzluk dosyalarının unutulacağı hem de muhafazakâr ve sağcı Yahudi seçmenler içinde bir konsolidasyon sağlayacağı hesap ediliyor olabilir. Ancak şunu da söylemeliyiz ki Filistin hareketi, 60’lı ve 70’li yıllarda dünya sol hareketinin, protest eylemlerin ve “ne ABD ne SSCB” diyenlerin, antiemperyalist cenahların referans merkeziydi, ilgi odağıydı. Oysa özellikle SSCB’nin dağılması sonrası, Filistin meselesi İslamcı ideolojiyle özdeş görüldü. (Bugün için de öyle) Kötü politikanın sonucu Hamas, bir dönem terör örgütü olarak görüldü. Seçimlere girmesiyle bir miktar meşruiyet kazansa da ElKaide ve IŞİD türü radikal, cihatçı İslamcı hareketlerin yarattığı eylemler, global düzeyde İslamcı yaklaşımların mahkum edilmesine sebep oldu. Türkiye de Suriye ve Libya’da iç savaşa müdahil olması, oluşturduğu siyasal perspektifin bir sonucu olarak bazı cihatçı gruplarla işbirliği içinde olması sebebiyle bugün Filistin meselesinde artık etkisini hissettiremeyen bir aktör durumunda. Aşırı militarize olan bir dış politika dili ve Hamas da dahil olmak üzere aşırı İslamcı grupların hamiliği, Türkiye’yi bölgede bir arabulucu rolünden de mahrum bırakıyor. Kim bilir, belki Filistinliler de Türkiye’den çok şey beklemiyorlardır... Zira tazminatlarını beğenmeyen Mavi Marmara mağdurları seslerini yükseltince “Giderken, bana mı sordunuz?” denildi. Dış politikada, hem yanınızdaki hem de karşınızdaki ülkeler “Her konuda anlaşamıyoruz” deseler de size güven duyuyorlarsa bu etkili ülkesiniz demektir. 14 MAYIS 1950: İnönü ve demokrasi DOÇ. DR. MEHMET KABASAKAL SIYASET BILIMCI 14Mayıs 1950, CHP’nin 27 yıllık iktidarını DP’ye devrettiği tarihtir. İktidar değişiminde, yeni seçim yasası hazırlatan, muhalefet partisinin kurulmasını teşvik eden, sandık oyunlarına itibar etmeyen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün rolü büyüktür. Çok partili hayata geçiş çabaları, 1930’da Atatürk’ün sağlığında, Serbest Fırka deneyiyle başlamış, başarılı olamamıştı. 1930 sonrası devrimler, biraz da demokrasinin yeşereceği koşulları hazırlamaya yönelikti. İnönü, Atatürk’le birlikte oluşturmayı arzuladıkları çok partili demokrasiyi gerçekleştirme kararlılığını sürdürmüş, bunu yakın çevresine de yansıtmıştı: Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü yönetimler genellikle pek parlak başlar hatta bir süre parlak devam eder. Fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline geçemedikleri, hiç değilse zorunlu olan geçişi tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır. Yıkıntının arasında da birçok güçlüklerle meydana getirilen birçok eserin hepsi boşa gitmiştir. Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddi ve esaslı denetim ve muhalefet sistemlerine süratle geçmeliyiz. (...) Ben ömrümü tek parti rejimi ile geçirebilirim. Ama soİnönü’nün demokrasiye geçmek yönündeki kararlılığıyla çok partili yaşama geçişin dördüncü yılında, yargı gözetiminde yapılan dürüst ve adil seçimlerle iktidar, barışçı yolla el değiştirmiştir. İnönü, ülkeye demokrasiyi getiren kişi olmuş, sonucu da “Benim en büyük yenilgim, en büyük zaferimdir” sözleriyle değerlendirmiştir. nunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten vakit geçirmeksizin işe girişmeliyiz. İnönü, 19 Mayıs 1945’teki konuşmasında, Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her yönde gelişeceğini belirtmiştir. Bir süre sonra CHP milletvekilleri Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, CHP Meclis Grubu’na “Dörtlü Takrir” diye bilinen ve “yasalardaki ve parti tüzüğündeki antidemokratik hükümlerin ayıklanmasını” içeren bir önerge verirler ancak önerge reddedilir. İnönü, Atatürk’ün başvekilliğini yapmış Bayar’ın laiklikten ödün vermeyeceğinden, yapılan devrimleri tehlikeye atmayacağından emindir. Bu nedenle önerge sahiplerini yeni bir parti kurmaya teşvik eder. Bununla da yetinmez, 1 Kasım 1945’te, Meclis’i açış konuşmasında “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır” diyerek Bayar ve arkadaşlarına “parti kurmaları” için yeşil ışığı yakar. DP’nin kuruluşu İnönü, 3 Aralık’ta CHP’den istifa eden Bayar’ı, ertesi gün yemeğe davet eder. Bayar’ın sunduğu DP programında laiklik, eğitim seferberliği ve dış politika konularında radikal farklılık olmayacağını görünce girişimi onaylar. DP, program ve tüzüğünü 7 Ocak 1946’da İçişleri Bakanlığı’na sunar. Hükümet başvuruyu aynı gün kabul eder, DP kurulur. Sancılı süreç Türkiye’nin çok partili hayata geçişinde ana etkenin, başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin baskısı olduğu yaygın olarak söylenir. Oysa temel etken, toplumdaki dönüşüm talebini gören İnönü’nün, demokrasiye geçme konusundaki kararlılığıdır. Çok partili yaşama geçme kararını, yakın çevresinin kendisine yaptığı ikazlara rağmen, bizzat İnönü vermiştir. Çevresindekilere “Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne âlâ. Olmazsa vazgeçer, birkaç sene daha eski usulde gideriz. Sonra yeniden tecrübe ederiz” demiştir. “Başvekilim Adnan Menderes” adlı kitabında Bayar da “CHP lideri İnönü’nün Türkiye’de demokrasinin kurulmasını samimiyetle istediğinden” emin olduğunu belirtmiştir. Çok partili hayata geçiş, İnönü’nün çabalarına karşın, sancılı olmuştur. DP’nin örgütlenme aşamasında karşılaştığı sorunlar, İnönü’nün gayretiyle giderilmeye çalışılmıştır. İnönü’nün 12 Temmuz 1947 Beyannamesi, bu doğrultuda DP’ye güçlü bir destek niteliğindedir. 1950 seçimleri Gazeteci Abdi İpekçi’nin aktardığına göre 14 Mayıs 1950’de İnönü istese CHP iktidarını sürdürebilirdi: “Dört general İnönü’yü ziyaret etmişler, kendisine askeri bir müdahalede bulunup, iktidarı DP’ye teslim etmemeye amade olduklarını söylemişler.” 1950’de CHP İstanbul İl Başkanı İlhami Sancar da İnönü’nün, seçim gecesi 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı’nın benzer önerisiyle karşılaştığını belirtmiştir. Çankaya Köşkü’ne telefon eden ilgililere İnönü, “milli iradenin tecellisine bağlı kalmayı” salık vermiştir. Siyaset bilimci Dankwart A. Rustow, bu nedenle İnönü’yü “Dünyada, elinde ancak bir diktatörde bulunabilecek güç varken demokrasiyi mümkün kılmak üzere bundan feragat eden tek devlet adamı olmanın eşsiz onuruna” sahip kişi olarak değerlendirir. İnönü’nün demokrasiye geçmek yönündeki kararlılığıyla, çok partili yaşama geçişin dördüncü yılında, yargı gözetiminde yapılan dürüst ve adil seçimlerle iktidar, barışçı yolla el değiştirmiştir. İnönü, ülkeye demokrasiyi getiren kişi olmuş, sonucu da “Benim en büyük yenilgim, en büyük zaferimdir” sözleriyle değerlendirmiştir. Oğlu Erdal İnönü’ye yazdığı mektupta bunu, “Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir” diye açıklamıştır. ‘Şahsım devleti’nde videolu Saray entrikaları Devletin yazılı kurallarını ve yerleşik kurumlarını yok ettiğiniz ve yerlerine, örneğin padişah gibi “tek bir şahsın” kültürünü, bilgisini, duygularını, düşüncelerini ve KARARLARINI koyduğunuz zaman “ANOMİ” ortaya çıkar. “ANOMİ” durumu iktidar değişikliği ile bitmezse, bir zaman sonra, zalimler arasındaki güç kavgasının yarattığı bir “CEHENNEM”e dönüşür. Günümüzde de iktidardaki politikacılar ile “aile”, “örgütlü suç liderleri”, “ticaret erbabı” ve “tarikat şeyhleri” arasındaki ilişkiler de bu bağlamda görülmelidir! HHH Salı günkü yazımda, devlet yapısıyla, aile, ticaret, tarikat, mafya ilişkilerinin temel farkını yazmıştım: Devlet yazılı kurallara bağlıdır; ötekiler ise kişisel ilişkilere ve en tepedeki şahsın duygu, düşünce ve kararlarına göre işler. Bu nedenle devlete, aileyi, mafyayı, ticareti, tarikatı soktuğunuz zaman ortada devlet filan kalmaz, en güçlünün emirleri geçerli olur, bu da iktidar içinde müthiş bir güç kavgasına yol açar. HHH Uluslararası Antlaşmaların, Anayasa’nın, yasaların, yönetmeliklerin yazılı kurallarının ortadan kaldırılması toplumda “ANOMİ” yaratır. Biliyorsunuz, “ANOMİ” kuralsızlık demektir. “ANOMİ” durumlarında insanların başarı ve yükselmek için kullanabileceği, eğitim gibi diploma gibi geleneksel yollar ortadan kalkar... Halkın liderlere olan inancı ve güveni sarsılırz... Sonuç olarak iktidar değişir. “ANOMİ”, iktidar değişikliğiyle çözülmediği zaman, yozlaştırılmış olan devlet içinde güç kavgası başlar. Bu güç kavgası, kuralsızdır, acımasızdır, haindir, zalimdir; çünkü kavgayı kaybedenler yok olacaktır. Böylece “ANOMİ”, “CEHENNEM”e dönüşür. Bir bayram sabahı medyaya düşen Peker’in dördüncü videosu ve Soylu’nun buna verdiği yanıt, bu bağlamda görülmelidir. HHH Zaten “örgütlü suç liderleri” ile olan ilişkileri SusurlukAğar ve BahçeliÇakıcı vasıtasıyla aleniyete dökülmüş olan iktidar mensuplarının, Peker’in dördüncü videosuna karşı gösterdikleri tepki TARİHE GEÇECEK İBRETLİK bir nitelik taşımaktadır. Şu anda hâlâ iktidar içindeki bazı yerlerle temas ettiği ve destek gördüğü izlenimi veren Peker’in dördüncü videosu, Demokrat Parti’nin eski Genel Başkanı iken, o zamanın başbakanı Erdoğan’a en ağır saldırılar yapmış olan, şimdiki İçişleri Bakanı, Soylu’yu hedef alıyor. Buna karşılık iktidarın sözcüsü Kalın şöyle diyor: “İçişleri bakanımız @suleymansoylu meseleyi açıkça ortaya koyarken muhalefetin küçük siyasi hesaplarla ve mafyatik bir şahsın hezeyanlarından medet umarak iftira ve tezviratta bulunması muhalefet adına ne hazin bir durumdur. Umarım bu yaptıklarından hicap duyarlar.” Soylu, videoda dile getirilen, Peker’le işbirliği yaptığı da dahil olmak üzere, çeşitli suçlamalar karşısında, bunları aşırı bir dille reddettiği yanıtının bir yerinde bakın, iktidara destek vermek için akademisyenlerin kanlarıyla duş yapacağını söyleyecek kadar aşırı Erdoğan/AKP yanlısı olan Peker için ne diyor: “Nasıl olsa Kemal Kılıçdaroğlu gibi ağabeyin var. Nasıl olsa Meral Akşener gibi ablan var. Nasıl olsa Ali Babacan gibi kardeşin var. Nasıl olsa Ahmet Davutoğlu gibi hocan var. Nasıl olsa BirGün gibi gazeten var. Nasıl olsa Cumhuriyet gibi gazeten var. Nasıl olsa Sözcü gibi yayın organın var. Nasıl olsa FETÖ’nün sosyal medya ağı var. Nasıl olsa HDPKK’nın tam desteği var.” HHH Türkiye artık “CEHENNEM”e dönüşmüş olan bu “ANOMİ” durumunu sonlandırmalıdır... “ANOMİ” ise ancak iktidar değişikliği ile sonlandırılabilir: Türkiye bir an önce seçime gitmelidir!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle