05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
DİZİ 9 30 NİSAN 2021 CUMA Sığınmacı yurdu Türkiye Ülkelerindeki çatışmaların başlangıcından bu yana 13 milyon Suriyeli yerinden edildi. Milyonlarcası, Türkiye’ye sığındı. Avrupa ülkeleriyle pazarlıklar yürütüldü, Türkiye’de “tutulmaları” için milyarlarca Avro’luk anlaşmalar yapıldı. İlk Suriyeli göçmenlerin Türkiye’ye girişinin üzerinden tam on yıl geçti ve yıllar boyunca mülteciler konusu içinden çıkılmaz devasa bir sorun haline geldi. Batılıların “Arap Baharı” adını verdikleri süreçle başlayan gelişmelerin etkisini en kanlı biçimde gösterdiği ülkenin Suriye olduğuna kuşku yok. Yaklaşık on yıldır, kimi bilgilere göre, 60 ülkeden binlerce cihatçının savaştığı bir ülke Suriye. Çatışmaların başlangıcından bu yana ülke içindeki göçler de dahil olmak üzere on üç milyon Suriyeli yerinden edildi. Bu, çatışmalardan önceki nüfusun yüzde 60’ı demek. Bu göçler onyıllardır süren Filistin krizinden sonra sayı olarak Suriye’yi ikinci sıraya yükseltiyor. 2011’den bu yana yedi milyon Suriyeli ülkelerinden kaçıp aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 45 ülkeye sığındı. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu, UNICEF’e göre 2011’den beri yaklaşık bir milyon Suriyeli çocuk, mülteci bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Hemen belirtelim, Türkiye uzun zamandır birçok ülkeden mülteci barındırıyor. Konuyla ilgili yapılan araştırmalara göre “Temmuz 2017 tarihi itibarıyla 3.2 milyon Suriyeliye ilaveten Türkiye’de 132 bin 300 Iraklı, 123 bin Afganistanlı, 32 bin İranlı, 3 bin 500 Somalili ve 8 bin 300 kişi de diğer ülkelerden olmak üzere en az 315 bin mülteci bulunmaktadır. Yani Nisan 2017’de Türkiye’deki toplam mülteci sayısı 3.5 milyonu aşmıştır. Bu sayı Türkiye’nin 80 milyonluk nüfusunun yüzde 4.5’ine denk gelmektedir. Suriye’ye büyük emperyal çullanmanın doğrudan etkilediği ülkelerin başında elbette Türkiye geliyor. AKP iktidarının “durumdan vazife” çıkarıp bütünüyle dahil olduğu Suriye krizinin faturası, yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca Suriyeli göçmenin ülkemize sığınmasına yol açtı. Dün, 29 Nisan 2011’de başlayan bu göç dalgasının yıldönümüydü. Bu tarihte “Hatay’ın Yayladağı ilçesinde, sınırdaki Harabjoz bölgesinde bulunan Güveççi köyündeki tel örgüleri yararak geçen 252 Suriyeli Türkiye’ye girdi.” (1) TC İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM) verilerine göre 14 Eylül 2017 itibari ile Türkiye’de biyometrik kayıtları alınarak kendilerine Geçici Koruma Kimlik Belgesi (statüsü) verilen (3 milyon 181 bin 537) ve ön kayıt altına alınan (81 bin 777) Suriyeli mülteci sayısı 3 milyon 263 bin 514’e ulaşmıştır. (2) Misafir mi mülteci mi? Gelişmeleri az çok bilen herkes 252 Suriyelinin ülkeye girişinin daha başlangıç olduğunun farkındaydı. Arkası kesilmedi sığınmacı dalgasının. Can güvenliklerinin olmayışı bu talihsiz insanları komşu ülkelere kaçmak zorunda bırakmıştı. Bu ülkeler arasında en çok Suriyeli sığınmacının olduğu ülke Türkiye’ydi. AKP iktidarının gelenlere yaklaşımı, daha onları tanımlarken sorun yaratır nitelikliydi. İktidar, gelenleri “misafir” olarak adlandırıyor, bunu sayıları milyonlara vardığında da söylemeye devam ediyordu. Uluslararası mülteci literatüründe “misafir” diye bir kavram yoktu oysa. Kuşkusuz “din kardeşliği”, “kültür birliği”, “coğrafya ortaklığı” gibi nedenlerden ötürü gelenlerin “kardeş” olduğuna elbette itiraz edilemezdi ama siyasi olarak gelenleri “misafir” gördüğünüzde onlara tanınan mülteci haklarını tanımamış olur, uluslararası topluluktan resmi yardım talep edemezdiniz. Çünkü onlar sizin “misafiriniz”di, başkalarının değil. Sayı arttıkça bu kez Batılı devletlere mülteciler konusunda yardım edilmediğini söyleyerek yakınmalara başladı iktidar. Durum gittikçe çirkin bir hal aldı. Batı’yla mülteciler üzerinden pazarlıklar yapıldı. Başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri mültecilerin Türkiye’de tutulması karşılığında paralar teklif etti. Türkiye AB ülkelerinden iki ödeme şeklinde 6 milyar talep etti, aldı da. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Brüksel’de 2016’da yapılan ABTürkiye zirvesinde “Kayseri pazarlığı yaptık” diye nitelemekten çekinmedi yaşananları. Koruma altındakiler Bugünkü iktidarla ilgili olmayan bir durumu belirtmek gerek. Türkiye 1951’de aldığı bir kararla sadece Batı’dan gelenleri mülteci olarak kabul ediyor. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı’dan gelecek olanlar düşüncesiyle alınmış bir karar. Kimsenin aklına ülkenin doğusundan da mülteci geleceği gelmemiş. “Misafir” denmesinin bir nedeni de bu. Türkiye’deki yasal ve idari düzenlemeler Suriyelilerin “mülteci” olarak tanımlanmasına izin vermemektedir. Türk kamu kurumları ve siyasetçiler uluslararası hukukta karşılığı olabilecek ve Türkiye’ye yükümlülük getirecek ya da bu algıyı yaratacak “mülteci” gibi kavramlardan özellikle kaçınmış, genel kullanımda “sığınmacı” ya da daha çok “misafir” kavramı tercih edilmiştir. Ancak Türkiye’deki Suriyelilerin uluslararası hukuk bağlamında tanımlanması, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin de önerisi ile 30 Mart 2012’de yayımlanan bir genelgeyle netleştirilmiş ve Suriyeliler resmen “geçici koruma statüsü altındaki yabancılar” olarak tanımlanmışlardır. (3) Buna rağmen halen siyasilerin dilinde Suriyeli sığınmacılardan “misafir” olarak söz edildiğini duyuyoruz. Paralar alınsa da birtakım yardımlar koparılsa da Türkiye, sayıları son derece artmış “misafirleriyle” baş başa kaldı. Ülkemizde halen mevcut Suriyeli sığınmacı sayısı 3.6 milyon. Çoğu kentlerde yaşıyor. Kurulan kamplarda yaşayan sığınmacıların oranı sadece, yaklaşık olarak yüzde 8. İlk mültecilerin girişinden üç yıl sonra yani 2014 yılından bu yana Türkiye “geçici koruma” kapsamına giren Suriyeli mültecileri yasal olarak kabul ederek açık kapı politikasını halen sürdürüyor. Bu politika üç ilkeye dayanmakta: 1. Sınırlarımız güvenlik arayanlara açıktır. 2. Mültecileri iradeleri dışında evlerine geri göndermeyeceğiz. 3. Savaştan kurtulanların temel insani ihtiyaçlarını karşılayacağız. Bunlara insani olarak karşı çıkmak elbette doğru değil. Ancak iktidarın sığınmacı varlığını siyasi hesapları için kullandığı inancı bu “masum” ilkelere gölge düşürüyor. Çünkü mültecilere misafir gözüyle bakılıyorsa, 2011’den bu yana resmi olarak 56 bin, gayri resmi olarak çok çok daha fazla Suriyeliye vatandaşlık verilmesinin nedeni konusunda endişe duymakta haklılık var. Üstelik “açık kapı” politikası gereğince “geçici statüde” oldukları belirtilen sığınmacıların bir kısmının neden vatandaş yapıldığına açıklık getirilmeli. Şu açık: Hiçbir sığınmacı istekleri dışında “zorla” gönderilemez. Kim olursa olsun, ülkemizde yaşamak zorunda kalanların emeküretim sürecinde yer edinmesi sağlanmalıdır. Bunda sayısız yarar var. Batılı ülkeler, vatandaşlık vermeden de bu sürece mültecileri dahil edebiliyor. Çözümlerden biri sığınmacıların emeküretim sürecinde yer almalarını sağlamaktır. Ancak toplumumuzun büyük bir bölümü bunun bir çözüm olduğunu düşünmüyor. Kültürel dokuya nüfuz edemediklerini söyleyip karşı çıkanlar olduğu gibi, tam tersine kültürel dokuya nüfuz ettikleri için karşı çıkanlar da var. İçinden çıkılmaz devasa bir sorun bu. Sıradan Vatandaş Öfkesi Bazı tahminlere göre Türkiye’de çalışma çağındaki Suriyeli sığınmacıların oranı yüzde 17’yi aşıyor. Onların da içinde bulunduğu tüm Suriyeli sığınmacılar arasındaki işsizlik oranı yüzde 50’yi geçmiş durumda. Bu manzaraya toplumumuzda yaygın olan Suriyeli sığınmacılarım maddi yardım aldıkları, üniversitelere sınavsız girdikleri, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından daha fazla ekonomik ayrıcalıklar elde ettiği inancını da ekleyin, ortaya endişe verici başka bir görüntü çıktığını göreceksiniz. Yani, “Sıradan Vatandaş öfkesi”ni. Zaman zaman rastlanmıştı ama sığınmacılara yönelik en büyük kitlesel öfke 2019 Temmuz ayında İstanbul’da patlak verdi. İkitelli semtinde Suriyeli bir gencin bir Türk kızını taciz ettiği gerekçesiyle kalabalık gruplar dövdükleri Suriyelilere ait işyerlerine saldırdı, araçlarını tahrip etti. Daha sonrasında küçük çaplı da olsa benzeri olaylarla karşılaştık tabii. Bu, kamuoyunda var olan öfke patlamasının sadece bir örneği. Ülkelerinin içinde bulunduğu durumdan kaçıp gelen Suriyeli mültecilerin Türkiye’nin emeküretim sürecinde yer almayışlarının ekonomiye bindirdiği bir yük var. Gelenlerin çoğunun bu süreçte yer alabilecek vasıflara sahip olmadığı da biliniyor. Dolayısıyla istihdam edilmeleri kolay da olmuyor. Milyonlarca Suriyeli mülteci içerisinde ülkemizin hem emeküretim sürecinde hem de akademik dünyasında yer alabilecek olanlar da var ama. Doç. Dr. Murat Erdoğan, Doç. Dr. Armağan Erdoğan ile Yrd. Doç. Dr. Başak Yavcan’nın Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi(HUGO) ile İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi(İGAM) işbirliği çerçevesinde 2017’de sekiz ay boyunca yaptıkları araştırmaya göz atmalı. “Türkiye’deki Suriyeli Mülteci Akademisyen ve Üniversite Öğrencilerinin Durumu, Sorunları ve Beklentileri Araştırması” adını taşıyan saha çalışmasında ilginç veriler yer alıyor. Hepsi niteliksiz mi? Araştırmaya göre Nisan 2011’den bu yana Türkiye’ye gelen 3 milyon 188 bin 909 Suriyeli mülteci içinde çok sayıda üniversite öğretim elemanı ve öğrencisi bulunmakta. Türkiye’de 500 ile 700 arasında, Suriye’de daha önce üniversitelerde görev almış Suriyeli akademisyen bulunmakta. Bunların 392’si Türkiye’nin farklı üniversitelerinde görev yapıyor. Çok önemli bölümü “ilahiyat” ya da benzeri alanlarda çalışıyor. Aralarında 13 profesör, 15 doçent ve 115 yardımcı doçent bulunuyor. 251 Suriyeli akademisyenin ise doktora unvanı bulunmamakta, bunlar uzman, okutman, araştırma görevlisi, öğretim görevlisi vb. olarak istihdam edilmekte. Yaklaşık 200300 akademisyen ise halen Türkiye’de ya çalışmıyor ya da kendi meslekleri dışında görev yapıyor. 20142015 yılları arasında çok önemli sayıda (bu sayı 34 bin olarak ifade edilmektedir) Suriyeli akademisyenin Türkiye’den başka ülkelere gittiği anlaşılmaktadır. Araştırmacıların şu vurgusu hayli dikkat çekici: “Akademisyenler evrensel olarak dünyanın en büyük yatırımı yapılan ve her topluma katkı verme potansiyelinde olan aydın insanlardır. Aynı zamanda oldukça kırılgan oldukları da unutulmamalıdır. Maruz kaldıkları zorunlu göç ve yaşadıkları pek çok dramın ardından, şimdi istedikleri çalışma koşullarının sağlanması hem bir insanlık görevi, hem onların kendilerini geliştirme imkânı hem de Türkiye için, ortak gelecek için büyük bir kazanç olacaktır. Türkiye’yi terk eden her bir akademisyen, sadece bilim insanı olarak değil, uyum politikalarının rol modelleri ve köprüleri olarak da yeri kolay doldurulmayacaktır”. (4) YÖK’ün verdiği bilgilere göre Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından araştırmanın yapıldığı güne kadar 4001 Suriyeli öğrenciye burs verilmiş. Bu bursların hangi statüdeki Suriyelilere (geçici koruma ya da ikamet ile Türkiye’de bulunanlar) verildiği ve hangi süreler için verildiği bilinmiyor. Toplam öğrenci sayısı dikkate alındığında Suriyeli yükseköğretim öğrencilerinin yüzde 2025’i burs alabiliyor. Burslar sadece öğretimin devam ettiği aylarda ödenmektedir. Suriyeli mülteciler arasında sağlıkçılar da var. Türkiye’de çalışmak için 457’si pratisyen, 1473 Suriyeli hekim, 822 ebe/ hemşire başvuru yapmış. 1095 hekim ile 588 ebe/hemşireye teorik eğitim verilmiş. SÜRECEK (1) Mustafa Balbay, Suriye Türkiye’ye girdi GÖÇ DALGASI, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, syf:13 (2) Doç.Dr. M. Murat Erdoğan, Doç.Dr. Armağan Erdoğan, Yrd. Doç.Dr. Başak Yavcan “Elite Dialogue: Türkiye’deki Suriyeli Mülteci Akademisyen ve Üniversite Öğrencilerinin Durumu, Sorunları ve Beklentileri Araştırması2017” (3) M. Murat Erdoğan – Suriyeliler Barometresi –Suriyelilerle Uyum İçinde Yaşamın Çerçevesi, İstanbul Bilgi Üni. Yayınları, syf:13. (4) Doç.Dr. M. Murat Erdoğan, Doç.Dr. Armağan Erdoğan, Yrd. Doç.Dr. Başak Yavcan “Elite Dialogue: Türkiye’deki Suriyeli Mülteci Akademisyen ve Üniversite Öğrencilerinin Durumu, Sorunları ve Beklentileri Araştırması2017” PROF. DR. ERBAŞ, KAYMAKAM ADAYLARINA KONFERANS VERDİ Diyanet’in karışmadığı alan kalmadı Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, 107. Dönem Kaymakamlık Kursu’nda eğitimlerine devam eden kaymakam adaylarına verdiği konferansta, kaymakam adaylarına, her gün işe başlamadan önce okumaları için dua önerdi. İçişleri Bakanlığı Eğitim Daire Başkanlığı’ndaki programda konuşan Erbaş, müftülüklerin, kaymakamların yakın çalışma grubunda yer aldığını belirtirken kaymakam adaylarına, Diyanet hakkında bilgi verdi. Toplumu din konusunda aydınlatırken Kuran’a ve sünnete dayalı sahih bilgiyi esas aldıklarını söyleyen Erbaş, “Şiddet karıştırılmış dini anlayışı önlemezseniz işte terör örgütü haline geliyor. İşte IŞİD ve FETÖ bunun en önemli örneğidir” dedi. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanlardır” hadisini anımsatan Erbaş, “‘Rabbim bu işte beni vazifelendirdin, hayırla tamamlamamı nasip eyle’. Bu dua, mükemmel bir duadır. İnşallah işinizin başında hatta her gün işinize başlarken bu duayı yaparsanız Cenabı Hak işlerinizi kolaylaştırır ve gerek o günü gerekse bütün meslek hayatınızı hayırla tamamlamayı nasip eder” ifadelerini kullandı. l ANKARA/Cumhuriyet İŞKENCEDERE VADISI Direnen yurttaşı duymuyorlar LEYLA KILIÇ Rize İkizdere’de İşkencedere Vadisi’nde AKP’ye yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat’ın yapmak istediği taşocağına karşı direniş sürüyor. Yurttaşlar jandarma dışında bir muhatap bulamadıkları için sitem ederken AKP İkizdere İlçe Başkanı Mustafa Havuz, vali, milletvekilleri, ilçe kaymakamı, Rize belediye başkanı, bakanlık temsilcileri ve ilgili yurttaşlarla toplantılar yaptıklarını açıkladı. Havuz, “En kısa zamanda büyük toplantımızı da gerçekleştirip konuyu çözüme kavuşturacağız” dedi. Bizimle kimse görüşmedi Direnişteki köylülerden Güngör Baş ise “AKP ilçe başkanı hangi vatandaşla yapıyor o toplantıyı? Bizi kimse çağırmadı. Gaz yiyenlerden biri ile neden görüşmüyorlar? AKP ilçe başkanı ile muhatap oluyorlar ama direniştekilerin telefonlarını açmıyorlar. AKP il ve ilçe başkanı ile daha önceden konuya ilişkin yaptığımız görüşmeler oldu. Kulaklarını her şeye kapatmışlar. Bu zamana kadar bizimle hiç görüşmediler” diye konuştu. CHP DE DESTEK OLDU Son iki gündür alanda çalışma yapılmazken köylüler dün gece başlayan sokağa çıkma yasağının şirket tarafından fırsata çevrileceği kaygısını taşıyor. Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla bölgeye giden CHP heyeti iki gündür direnişe destek veriyor. CHP Kadın Kolları Başkanı Aylin Nazlıaka ve beraberindeki heyet dün İşkencedere Vadisi’nde halkı ziyaret etti. Nazlıaka, “Her gün bir CHP yöneticimiz direniş alanında olacak. Buradaki her bir kuşun, karıncanın, fidenin yaşam hakkını savunacağız” dedi. HAVA KIRLILIĞI, SINIRIN 2 KATI Okullar için alarm HAZAL OCAK Greenpeace Akdeniz, İstanbul’da şubatmart döneminde dört farklı okul bölgesinde yedi okulu kapsayacak şekilde gerçekleştirdiği hava kalitesi ölçüm sonuçlarını açıkladı. Hava kirliliği boyutlarının çocukların sağlığını tehdit ettiğini ortaya koyan raporda hava kirliliğinin DSÖ’nün belirlediği günlük limit değerinin iki katından fazla olduğu belirtildi. İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Gökhan Ersoy, “Okul yolunda, parkta ya da işe giderken, aldığınız her nefeste, siz hiç fark etmeden görünmez bir tehlike olan PM2.5 sessiz sakin yaşamınızdan yıllarınızı çalıyor” dedi. Sonuçlar şöyle: Neredeyse her gün kirli l ATAŞEHIR: 30 günlük ölçümün 27’sinde DSÖ’nün belirlediği günlük limit aşıldı. Gözlemlenen en yüksek Partikül Madde (PM) 2.5 yoğunluğu 52.5 mikrogramdı. Bu değer DSÖ’nün belirlediği günlük limit değerin iki katından fazla. l ÜMRANİYE: Bir aylık ölçümün 23 gününde günlük limit değer aşıldı. Bu bölgede de ölçülen en yüksek değer 52 mikrogram. l ESENYURT: 30 günlük ölçümün 20 gününde limit değerlerinin aşıldığı görüldü. Gözlemlenen en yüksek PM2.5 değeri 48.732 mikrogram. l ALİBEYKÖY: 30 günün 18’inde günlük limit değer aşıldı. Ölçülen maksimum PM2.5 kirliliği 45.832 mikrogram. Ayrıca Türkiye’de kömürlü termik santralların PM2.5 konsantrasyonlarına katkısını değerlendirilen çalışmada İstanbul’un PM2.5 konsantrasyonlarının büyük ölçüde kömürlü termik santrallardan etkilendiği sonucuna varıldı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle