17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 28 TEMMUZ 2020 SALI OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kadın cinayetleri, pedofili ve İstanbul Sözleşmesi ERENDİZ ATASÜ “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran kadından daha masumdur / Feministler anneliği kabul etmiyor / Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak /Annen de olsa dizkapağının üstü tahrik eder” Yukarıdaki vecizeler, günümüzdeki iktidarın büyük ortağına mensup ya da büyük ortağı destekleyen kimi kişilerin sözleri. Örnekler bir değil, iki değil, büyük sayılara ulaşmakta! İnsan dediğimiz varlık etki altında kalır; hele bu etki onun önyargılı karmaşalarını okşuyorsa, hele de güçlü bir makamdan kaynaklanıyorsa. Biz kadınlar “Kadın cinayetleri siyasidir” derken tam da bunu kastediyoruz işte! Ülkede yaratılmış kadın karşıtı siyasi atmosfere işaret ediyoruz. Bu sözlerin sahibi beyefendiler elbette kadınların katledilmelerini, çocukların tecavüze uğramalarını istemiyor, desteklemiyorlar. Ama ülke yönetimine soyunan kişilerin sözlerinin ucunun nerelere varabileceğini hesap etmeleri gereklidir, öyle değil mi? Nerede yazıyor? Irzına geçtiği çocukla bir de evlenmeye kalkan tecavüzcünün, suçunun affı için siyasal otoritenin hazırlıklar yaptığı günlerde, bir grup beyefendi, “Çocuk evliliklerine karşı çıkmanın Allah’a karşı çıkmak olduğu” mealinde bir açıklamada bulundular. Din bilginlerine sormak isterim; kutsal kitabın neresinde yazıyor çocuklarla evlenin, diye! Bu beyefendiler, İslam dininin kurucusunun dönemin koşullarına ve âdetlerine uygun olarak yaptığı evliliğe mi sırtlarını dayamak istemektedirler, meramları bu mudur? Eğer öyleyse, Ülkede sadece COVID 19 salgını yok; eril şiddet salgını var! Devlet salgına karşı vatandaşını korumakla yükümlüdür, öyle değil mi? Hal böyle iken, kadına karşı şiddeti frenleme görevini devletlere veren “İstanbul Sözleşmesi”ni nasıl iptal etmeyi düşünebiliyorsunuz? Müslüman bir erkeğin kendini Hz. Muhammet’le kıyaslamaya kalkışmasının, dinen ne anlama geldiğini ifadelendirmeyi din bilginlerine, insan sağlığı açısından ne gösterdiğini saptamayı tıp uzmanlarına bırakarak yalnızca şunu sormak istiyorum: Pedofili TC yasalarına göre suç mudur, değil midir? Suça teşvik hangi suç olursa olsun başlı başına bir suç oluşturmaz mı? Öyle ise bu beyefendiler hakkında takibata geçecek tek bir cumhuriyet savcısı ülkemiz hudutları dahilinde kalmamış mıdır? Türkiye öyle bir hale geldi ki, ne yapılsa ucu kadınlara zarar vermeye varıyor. Son günlerde yeni ve çarpıcı bir örneğini gördük bu durumun. Zaten minarelerinden her gün beş vakit ezan okunan ve belli bir bölümünde zaten namaz kılınabilen ve zaten tapuda cami olarak kayıtlı Ayasofya namlı bir dünya mimari şaheseri nin “camileştirilmesi”nin, perde arkasında bakınız ne oldu? Ayasofya’da namaz kılmak isteyenlerin hele şu korona günlerinde izdiham yaratacağı nedeniyle valilik, metroların bu istasyonda durmalarını yasakladı. Metroyu dolduran ve Ayasofya’nın içine kabul edilmeseler bile hiç olmazsa yakınında, açık havada namaz kılmak için uzak semtlerden, belki uzak illerden kalkıp gelmiş erkekler grubu, uğradığı hayal kırıklığını, gruba değil de valiliğe itaat eden kadın makinisti linç etmeye kalkışarak ifade edebildi ancak! Makinist zor kurtarıldı! Vali Beyefendi’nin hanımefendisiyle birlikte makinist yurttaşa geçmiş olsun telefonu etmesi, bu kadının uğradığı şokun, yaşadığı dehşetin, o anda hissettiği devasız yalnızlığın ve haksızlığa uğrama ıstırabının kahredici etkilerinin yanında ne kadar da küçük, ne kadar da yetersiz kalmakta! Makinist, insan altı bir varlık gibi kabul edilen bir kadın değil de, çam yarması bir erkek olsaydı, bu olay yaşanabilir miydi? Eril şiddet salgını Türkiye yönetiminde çorbada tuz misali katkıları olan beyefendiler çoğunluğu ve birkaç hanımefendi, sizlere sesleniyorum: Sevap kazanmaya giderken can almaya yönelebilen bir eril şiddet güruhu, bu ülkede anında oluşabiliyorsa, bu vahim durum yalnızca sade vatandaşı tehdit etmekle kalmaz; sizleri de düşündürmelidir, öyle değil mi? Ülkede sadece Covid19 salgını yok; eril şiddet salgını var! Eril şiddet salgını! Devlet salgına karşı vatandaşını korumakla yükümlüdür, öyle değil mi? Hal böyle iken, kadına karşı şiddeti frenleme görevini devletlere veren “İstanbul Sözleşmesi”ni nasıl, gerçekten de nasıl, iptal etmeyi düşünebiliyorsunuz? Siyasi iktidarın yol ayrımı İSMAİL ÖZCAN EĞİTİMCİ/YAZAR Esas adı “Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan, ama 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldığı için “İstanbul Sözleşmesi” diye anılan bu sözleşme “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele”yi esas alan bir metin, bir belgedir. Bu sözleşme; din, ırk, renk, sınıf vb. hiçbir ayrım yapmaksızın sözleşmeyi imzalayan ülke kadınlarının kimlik, kişilik, eşitlik, insanlık haklarını korumak ve güvence altına almak amacıyla bu konuda tarih boyunca hazırlanmış en kapsamlı ve en uygar hukuksal belgedir. Kadına yönelik her türlü zulmü, şiddeti ve saldırıyı önlemeyi ve bunların faillerini ödünsüz bir şekilde cezalandırmayı amaçlayan bu sözleşmenin benzeri bir belge daha önce hiç görülmemiştir. Bu sözleşme, tüm dünya kadınlarının şiddet ve tacizlerden korunması için de çok ciddi uyarılar ve atıflar içermektedir. Gerici tepkiler Türkiye bu sözleşmeyi imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzalamış, 14 Mart 2012’de onaylamış, 1 Ağustos 2014’te de yürürlüğe koymuştur. Bu sözleşmeyi kabul edip yürürlüğe koyması, AK Parti’nin 18 yıllık iktidarı boyunca hukuki alanda yaptığı en medeni, en ilerici ve en insancıl icraattır. Uygar dünya ile aradaki mesafeyi kapatma bakımından bir dönem art arda çıkarılan AB uyum yasalarından bile daha önemlidir. Böyle bir sözleşme, dünyada en fazla bedensel, ruhsal ve cinsel şiddet ve istismara uğrayan Türk kadını için bir kurtuluş ve güvenli bir sığınak olarak memnuniyetle karşılanması gerekirken tam tersi olmuştur. Bu belge, imzalandığı ve yürürlüğe konulduğu tarihlerden itibaren dindar/ muhafazakâr kesimlerin hedefi olmuş; uygulanmasından sonraki dönemde evlilik kurumunda yaşanan her türlü olumsuzluğun sebebi olarak görülmüştür. Özellikle dindar/muhafazakâr kesimin erkekleri, evlilik hayatlarında yaşadıkları sorunlardan; ayrılmalarda, boşanmalarda, nafaka belirlenmesinde ve çocuklar üzerindeki haklarda kadın lehine sonuçlanan yargı süreçlerinden hep bu sözleşmeyi sorumlu tutmuşlardır. Bu kesim içindeki daha sofu kişi ve gruplar ise bu sözleşmede kadınlara verilen hak ve özgürlüklerin dini hükümler ve geleneklerle uyuşmadığı, örtüşmediği gerekçesiyle sözleşmeye karşı çıktılar. Bütün bir dindar/muhafazakâr camianın sözleşmeye toptan cephe almasının temel gerekçesi ise bu sözleşmenin bireylere cinsellikte doğal eğilimlerine göre davranma özgürlüğü tanımış olması, LGBTİ diye tanımlanan insanların yönelimlerini meşrulaştırmasıdır. Koruyucu ve kollayıcı Oysa “İstanbul Sözleşmesi”, cinsel eğilim ve davranışları geniş kesimlerce gayrimeşru görülen kişi ve grupların bu eğilim ve davranışlarını meşrulaştırıyorsa da esas amacı, özü ve ruhu itibarıyla günümüzün hemen her toplumunda cinsiyetçi ayrımcılığa, ikinci sınıflığa, dışlanmaya uğrayan kadın soyunu kendisine yönelik her türlü tehlike ve tehditten korumak, kollamaktır. Önce de ifade ettiğimiz üzere hemen her toplumda yüzyıllarca kadınlardan esirgen miş olan kişilik, eşitlik, özgürlük gibi haklarını en kapsamlı şekilde tanımak ve toplumların bunlarla ilgili her türlü düzenlemeyi yapmasını sağlamaktır. Ülkemizde bu sözleşmeye karşı çıkan dindar/muhafazakârlar ve onların STK’leri sözleşmenin bu kapsamlı amacını hiç göz önüne almamışlar; sadece cinsel eğilimleri farklı olanlara özgürlük tanıyan maddelerine, dinsel buyruklarla çelişen esaslarına takılıp kalmışlardır. Yine bu sözleşme karşıtı camianın bir bölüm erkeği de maçolukları sebebiyle kadınlara tanınan hakları ve özgürlükleri fazla bulmuşlardır. Bu yüzden ilk günlerde gizliden, ilerleyen zamanda açıktan Türkiye’nin bu sözleşmeden imzasını çekmesini, bütünüyle yürürlükten kaldırılmasını istemeye ve bu maksatla iktidarı sıkıştırmaya başlamışlardır. Siyasal iktidar bugün bu konuda bir yol ayrımına gelmiş bulunmaktadır. Ya sözleşmeden çekilerek dindar/muhafazakâr camiayı ve onların oluşturduğu STK’leri memnun edecek; ya da sözleşmeye sadık kalarak onunla güvence altına alınmış Türk kadınının kimlik, kişilik, eşitlik, özgürlük haklarını koruyacaktır. Acıklı bir kurultay öyküsü: Beş kriz, beş atılım Birinci kriz, birinci atılım: 12 Temmuz Beyannamesi. CHP kendi iktidarına (hükümetine) karşı Demokrasiyi savunuyor! Celal Bayar, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye, Recep Peker hükümetinin baskılarını şikâyet ediyor. İsmet Paşa “12 Temmuz 1947 Beyannamesini” yayımlıyor: “Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti manasını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir... ...Büyük vatandaş kütlesi ise iktidarın bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir.” (Keşke bugünkü Cumhurbaşkanı da 70 küsur yıl sonra muhalefet partilerine ve seçmene böyle bir teminat verebilse!) İkinci kriz, ikinci atılım: 12 Ocak 1959 İlk Hedefler Beyannamesi. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti “Çoğunluk Baskısı” anlayışıyla Demokratik Rejimi yozlaştırıyor. Ne yasama ve yargının bağımsızlığı, ne ifade özgürlüğü, ne basın özgürlüğü bırakıyor. Bunun üzerine CHP, 12 Ocak 1959’da toplanan 14. Kurultayda “İlk Hedefler Beyannamesi” yayımlıyor: Bu beyannamede kuvvetler ayrımı, yargı bağımsızlığı, iki meclisli sistem, iktidarın eylem ve söylemlerinin Anayasal denetimi, örgütlenme, ifade ve basın özgürlükleri, sendikal haklar, iktisadi planlama, üniversite özerkliği gibi ilkeler yer alıyor. CHP’nin bu adımına, Demokrat Parti, Çok Partili Düzen’in ilk darbesi olan, 28 Nisan 1960 “Tahkikat Encümeni Darbesi” ile yanıt veriyor. Bu sivil darbeyi, ona karşı yapılan 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi izliyor ve sonunda ne yazık ki üç politikacının asılmasıyla “Çok Partili Düzen” kana bulanıyor. Ama 1961 Anayasası, yine de Demokrasiyi yeniden kuruyor. Fakat toplum buna hâlâ hazır değil, Demokrasiyi “Çoğunluk Diktası” biçiminde anlayan sağ yeniden iktidar oluyor ve yeni bir Demokrasi krizi başlıyor. Üçüncü kriz ve üçüncü atılım: Ortanın Solu ve Karaoğlan. CHP’nin 1961 Anayasası’nı iğdiş etmek isteyen sağ iktidarlara karşı atılımı Bülent Ecevit’i “Karaoğlan” adıyla sahaya sürmek ve “Ortanın Solu” politikasını ilan etmek oluyor. Ama emperyalistler ve toprak ağalarıyla, tarikat ve cemaatlerin, askerleri de aralarına alan işbirliği sürüyor, 12 Mart 1971 askeri darbesi geliyor. Yine de CHP’nin Demokrasi atılımı bir kez daha meyve veriyor: Ecevit CHP Genel Başkanı ve Başbakan oluyor. Ama elbette “karşıdevrimin” diyalektiği de işliyor ve Ecevit iktidardan düşürülüp, ortam 12 Eylül Darbesine giden bir yapıda Milliyetçi Cephe Hükümetlerinin baskısı altına alınıyor. Dördüncü kriz, dördüncü atılım: “Yeni CHP”, Altı Ok’a altı yeni ek. Milliyetçi Cephe Hükümet lerinin baskısıyla iyice tahrip edilen Demokratik Rejimi kurtarmak için, Ecevit Göreme Sokak’ta kurduğu genç bir grupla “Yeni” bir program hazırlıyor; Altı Ok’a yeni altı ilke ekleniyor: 1) Özgürlük 2) Eşitlik 3) Dayanışma 4) Emeğin üstünlüğü ve bütünlüğü 5) Gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği 6) Demokratikleşme Bu programla ve “Anneler evlatlarınızı oylarınızla koruyun” denilerek 1977 seçimleri kazanılıyor. Arkadan karşıdevrimin 12 Eylül 1980 darbesi ve onun yolunu döşediği AKP iktidarı geliyor. Beşinci kriz, beşinci atılım. 37. Kurultay Bildirisi: İkinci Yüzyıla Çağrı. AKP, 18 yıllık iktidarında artık Demokratik Cumhuriyet Rejimi’ni tamamen değiştiriyor ve Erdoğan’ın “Tek Kişi Rejimi” haline dönüştürüyor. Ne yargı bağımsızlığı kalıyor ne de Temel Hak ve özgürlükler. Demokrasiyi kurtarma ve koruma görevi yine CHP’ye düşüyor: 25 Temmuz’da toplanan 37. CHP Kurultay’ı 13 Maddelik “İkinci Yüzyıla Çağrı Bildirisi” yayımlıyor: 1) Yeni bir anayasa ile güçlendirilmiş demokratik parlamenter sisteme geçilecek. Partili cumhurbaşkanlığı sonlanacak. Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı sağlanacak. 2) İfade, örgütlenme ve basın özgürlüğü sağlanacak. Başta Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunlar Meclis önünde çözülecek. Kadın, erkek fırsat eşitliği sağlanacak, kadına yönelik şiddetin önlenmesi devlet politikası haline getirilecek. 3) Devlet yönetiminde ve toplumda liyakat sistemi hayata geçirilecek. 4) Seçim yasası değişecek, milletvekillerini parti liderleri değil milletin kendisi seçecek. Cinsiyet kotası getirilecek ve kadınların parlamentoda temsili yasal güvenceye alınacak. 5) Siyasi ahlak yasası çıkarılacak. 6) Kamu ihale kanunu rekabet ve şeffaflığı sağlamak üzere yeniden düzenlenecek. 7) Sayıştay gerçek işlevine kavuşturulacak. Ulusal vergi konseyi ve TBMM’de kesin hesap komisyonu kurulacak. Kesin hesap komisyonunun başkanı muhalefet partisinden olacak. 8) Güçlü stratejik planlama teşkilatı kurulacak. 9) Eğitim sistemi yeniden yapılandırılacak. Üniversitelerimize özgürlük getirilecek. YÖK kaldırılacak. 10) Gelecek nesiller için ekosistem hakkı korunacak. 11) Güçlü sosyal devletin ilk adımı olarak aile destekleri sigortası kurulacak. 12) Kayyım uygulamalarına son verilecek, seçimle gelen belediye başkanları seçimle gidecek. 13) Ortadoğu Barış ve İşbirliği Teşkilatı kurulacak. Perşembeye devam: “CHP’NİN TARİHSEL LANETİ”. “Kemal st Ekonom Model ”, Atatürk dönem ekonom pol t kasını anlatırken aynı zamanda ç nde bulunduğumuz karanlığa da güçlü b r ışık tutuyor. Kurtuluş yolunu, tünel n ucunu, çıkışı göster yor...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle